17 entry daha
  • ünlü agnostik bertrand russell'ın değerlendirmesi şöyledir ölümden sonra yaşam'la alakalı:

    "ölümden sonra yaşayıp yaşamadığımız konusunda tartışmak için, bir insanın, hep dünkü insanmış gibi kalıp kalmadığı üstünde düşünürsek iyi olur. filozoflar, ruh ve madde gibi belli birtakım nesnelerin varlığını düşünürlerdi, bunlar, günden güne sürüp giderdi onlarca; ruh bir kere yaratıldı mı, sonsuzca yaşıyor, beden yeniden dirilinceye kadar geçici olarak yok oluyordu.

    şimdiki hayatla ilgili yanı elbette ki yanlış bu öğretinin. bedenin maddesi, besi ve tüketim ameliyeleriyle durmadan değişmektedir, öyle olmasa bile fizikteki atomların devamlı bir şekilde yaşadığına inanılmamaktadır artık; birkaç dakika önceki atom yine aynı atomdur demek, boşunadır. bir insan vücudunun sürekliliği maddeyle ilgisi olmayan bir görünüş ve davranış meselesidir.

    aynı şey zihin için de varittir. düşünüyoruz, duyuyoruz ve hareket ediyoruz, ama düşünce, duygu ve hareketten ayrı, bu olayları meydana, getiren ya da bu olaylara uğrayan zihin veya ruh diye başlı başına bir varlık yoktur. bir kimsenin zihin sürekliliği bir alışkanlık ve hafıza sürekliliğidir: duygularını hatırlayabildiğim biri vardı dün, ona kendimin dünkü hali diye bakarım; ama aslında dünkü kendim şimdi hatırlanan ve şimdi onları hatırlayan kimsenin bir kısmı olarak görülen, sadece bazı zihin olaylarıdır. bir kişiyi meydana getiren hafıza ile, ve alışkanlığımız dediğimiz cinsten bazı benzerliklerle ilgili bir yaşantı serisidir sadece.

    bu bakımdan, bir kimsenin ölümden sonra yaşayacağına inanacak olursak, kişiyi meydana getiren hatıralar ve alışkanlıkların yeni bir olaylar serisiyle teşhir olunmakta devam edeceğine inanmamız gerekir.

    bunun böyle olmayacağını kimse ispat edemez. ama bunun pek olağan olmadığını görmek kolaydır. hatıralarımız ve alışkanlıklarımız, bir ırmağın ırmak yatağıyla olan ilgisi gibi, beynimizin yapısıyla ilgilidirler. irmaktaki su durmadan değişmektedir, ama eski yağmurlar yol açmış olduğundan, hep aynı yolda devam etmektedir. aynı şekilde önceki olaylar beyinde bir yol açmıştır, düşüncelerimizse bu kanal boyunca akmaktadır. hafıza ve zihin alışkanlıklarımızın sebebi budur. ama beyin, bir yapı olarak, ölüm ile yok olmaktadır, hafızanın da kaybolması gerekmektedir. eskiden vadi olan bir yere, deprem, tutup bir dağ koyarsa, ırmağın eski kanalı izlemeyecegi açıktır.

    bütün hafıza, dolayısıyla da bütün zihinler bazı maddî yapılarda pek belirli olan, bazılarındaysa pek az görülen bir özelliğe bağlıdır. sık sık yer alan benzer olayların sonucu olarak alışkanlık peydah etme özelliğidir bu. örneğin parlak ışık gözkapaklarını tekallüs ettirir; ikide bir, birinin gözlerine doğru elektrik feneri yakıp söndürürseniz, ve bu arada bir gonga vurursanız, sonradan sadece gonga vurmakla gözkapaklarının tekallüs etmesini sağlayabilirsiriniz. bu, beyin ile sinir sisteminin olgusudur, yani maddî bir yapı işidir. dile tepkimiz ve onu kullanışımız, hatıralarımız ve uyandırdıkları heyecanlar, ahlaksal ve ahlaka aykırı davranış alışkanlıklarımız, yani zihinsel kişiliğimizi meydana getiren her şeyi, irsiyetle geçen nitelikler dışta kalmak üzere, hep aynı olgular açıklamaktadır. irsiyetle tayin olunan bölümümüz çocuklarımıza devredilmektedir, ama bedenin çürümesinden sonra yaşayamaz, böylece, görüyoruz ki, bir kişiliğin soydan gelen veya sonradan elde ettiği nitelikler, deneysel bakımdan, beden yapılarının özelliklerine bağlıdır. hafızanın beynin yaralanmasıyla kaybolacağını, erdemli bir insanın bir beyin iltihabı sonucu kötü bir insan olabileceğini, zekî bir çocuğun, iyot eksikliğinden aptal olabileceğini hepimiz biliyoruz. bilinen bu olgular karşısında, zihnin, ölümle beynin büsbütün yok olmasından sonra, yaşıyacağı pek mümkün görünmüyor. gelecek hayata inancı doğuran rasyonel muhakemeler değil, duygulardır.

    bu duyguların en önemlisi, içgüdüsel olan ve biyolojik bakımdan faydalı olan ölüm korkusudur. gelecek hayata gerçekten, bütün gönlümüzle inanıyorsak ölümden hiç korkmamamız gerekir. bunun sonucu pek acayip olur, belki de çoğumuzun esefle karşılayacağı bir şey olur. ama insan ve insandan-aşağı olan atalarımız, bir sürü jeolojik çağ boyunca savaşmışlar, birbirlerini boğazlamışlar ve cesaretten faydalanmışlardır; bu bakımdan, gerektiği zaman ölüm korkusunu yenmek için, ölüm-kalım savaşını kazanmış kişiler için bir üstünlüktür bu. hayvanlarla vahşiler arasında içgüdüsel kavgacılık bu amaca yetmektedir; ama belli bir gelişim safhasında, ilk olarak müslümanların ispat ettiği gibi, ahrete inanmanın, tabiî kavgacılığı kuvvetlendirmede askerî bakımdan büyük değeri olmuştur. militaristlerin bu bakımdan ölümsüzlüğe olan inancı desteklemelerini teşvik etmemiz gerekir, bu inancın, dünya işlerine ilgisizlik yaratacak kadar derinleşmeyeceğini de farzetmemiz gerekir.

    ölümden sonra yaşamaya olan inancı destekleyen bir duygu da, insanın mükemmelliğine hayran kalmaktır. birmingham piskoposunun dediği gibi: "daha önce ortaya çıkmış olan herşeyden daha ince bir alettir zihin - iyiyle kötüyü bilmektedir. westminster abbey kilisesini kurabilmektedir. uçak yapabilmektedir. güneşin uzaklığını hesaplayabilmektedir, insan ölümle ortadan tamamiyle nasıl kaybolur ki? onun eşsiz aleti zihin, hayat bitince kaybolur mu?"

    piskopos, muhakemesinde ilerleyerek, "evren zeki bir amaçla biçimlenmiştir ve öylece yönetilmektedir" demekte, insanı yarattıktan sonra yok olmasına ,göz yummanın zekice bir şey olmayacağını ilâve etmektedir.
    bu muhakemeye karşılık birçok sözler ileri sürülebilir. bir kere tabiatın bilimsel araştırmasında ahlâksal ve estetik değerlerin araya girmesi daima yeni bulgulara engel olmuştur. daire en mükemmel eğri olduğundan, yıldızların da daire şeklinde dönmeleri gerektiği, tanrı sadece mükemmel olanı yaratacağından, ve herhangi bir evrime ihtiyacı olmayacağından türlerin değişmemesi gerektiği, salgın hastalıklar günahlarımız yüzünden çıktığı için karşı koymamak, ancak nedametle yetinmek gerektiği v.s. düşünülüyordu. tabiat değerlerimize karşı ilgisizdir, iyi ve kötü üstündeki kavramlarımızı görmeden ancak anlaşılabilir. evrenin bir amacı olabilir, ama öyle olsa da, amacının bizim amacımızla herhangi bir benzerliği olduğunu gösterecek hiçbir şey yok. bunda şaşılacak bir şey de yok. dr. barnes, insanın, "iyiyi ve kötüyü bildiğini" söylüyor. ama aslında antropolojinin gösterdiği gibi, insanların iyiyi ve kötüyü görüşleri öyle büyük çapta değişmiştir ki, sürekli hiçbir yanı kalmamıştır. bu bakımdan, insanın iyiyi ve kötüyü bildiğini söyliyemeyiz, sadece bazı kimselerin bildiğini söyleyebiliriz. bunlar kimdir? nietzsche, isa'nınkinden tamamiyle ayrı bir ahlak düzeni lehindeydi, bazı hükümetlerse sözlerini benimsemişlerdir. iyi ve kötü bilgisi, ölümsüzlük için bir kanıt teşkil edecek olursa, önce isa'ya mı, yoksa nietzsche'ye mi inanmamız gerekeceğini tesbit etmemiz, sonra hıristiyanların ölümsüz, hitler ile mussolini'nin ölümlü olduğu konusunda, ya da bunun tersine muhakeme yürüterek tartışmamız gerekir. bu karar şüphesiz ki, inceleme sonucu değil, savaş alanında alınır. ellerinde en iyi zehirli gaz olan geleceğin ahlâk düzenini elinde bulunduruyor demektir, bu bakımdan da ölümsüz olacaklardır.

    iyi ve kötü konusundaki duygularımız ve inançlarımız, çevremizdeki her şey gibi, yaşama çabası sırasında gelişmiş tabiî olaylar olup, herhangi tanrısal ve olağanüstü, bir temele dayanmamaktadır. aesopos'un masallarının birinde, bir arslana, arslan yakalayan avcıların resimleri gösterilir, arslan da resimleri kendi yapmış olsaydı, avcıları tutan arslanların resmini yapmış olacağını söyler... dr. barnes, insanın, uçak yapabildiği için iyi olduğunu söylemektedir. geçenlerde tavanda ters yürüyen sineklerin ustalığı konusunda bir türkü moda olmuştu, korosu şöyleydi: "lloyd george uçabilir mi ya böyle? mr. baldwin uçabilir mi ya böyle? ramsay mac uçabilir mi ya böyle? hadi canım, nerde!" öteki sineklerin şüphesiz ki pek ikna edici olarak bulacakları bir şey, ilâhiyatçı kafalı bir sinek pek etkili bir muhakeme düzeni kurabilirdi.

    üstelik, ancak soyut olarak düşündüğümüzde insan hakkında bu denli yüksek bir fikir sahibi olabiliyoruz. insanları, somut olarak, çoğumuz pek kötü olarak görmekteyiz. uygar devletler, gelirlerinin yarısından çoğunu, birbirlerinin vatandaşlarını öldürmek için sarfetmektedirler. ahlâk şevkiyle ilhama gelmiş faaliyetlerin uzun tarihine bakın bir: insandan kurbanlar, muhafazakar dinden ayrılanların kovuşturulması, büyücü-avı, katliâmlar, zehirli gazlarla toptan insan yok etmeler ki, bu barışçılığı hıristiyanlığa aykırı gördüğünden dr. barnes'in kilise meslekdaşlanndan hiç olmazsa birinin beğendiği bir şey olmalıdır. bu korkunç hareketler ve bunları meydana getiren ahlâk öğretileri, zeki bir yaratıcının gerçek kanıtı mıdır? bunları yapan kimselerin sonsuzca yaşamasını dileyebilir miyiz? içinde yaşadığımız dünya, bir karışıklık ve tesadüfün sonucu olarak düşünülebilir, ama bile bile yapılmış olduğu düşünülecek olursa, bunun bir şeytanın işi olması daha muhtemeldir. bense tesadüfü daha az acı verici ve daha muhtemel bir varsayım olarak kabul ediyorum."

    not: bu yazı ilkin, 1936'da "hayat ve ölümün sırları" adlı kitapta çıkmıştır.

    bertrand russell, why i m not a christian
    çev. ender gürol, varlık yay. s. 1239.
314 entry daha
hesabın var mı? giriş yap