11 entry daha
  • novum testamentum, secundum matthaeum 5.48'de "estote ergo vos perfecti, sicut pater vester caelestis perfectus sit" deniyor; karşılığı şöyle "o halde kusursuz olun, tıpkı göklerdeki kusursuz babanız gibi." burada ve novum testamentum'un diğer bölümlerinde isa ile birlikte müjdelenen göklerin yani tanrı'nın krallığı düşüncesine binaen bir "kusursuzluk" düşüncesi aktarılır. her şeyi bir kenara koyarsak salt bu düşüncenin aktarılmasının gerektiği yüzyıla bakarsak, o döneme değin yaşananların, adaletsizliklerin (ya da bunların algısının) ilahi bir adalete duyulan ihtiyacı, insanın beşeri ve sosyal yaşamında kusursuzluk özlemini pekiştirdiğini görürüz. bu meselenin bir yönü. bir de şu var, her felsefe okulu kendi ideal tipini, bilgesini ortaya koyup, müritlerine, öğrencilerine o tipe ulaşmaları gerektiğine dair kabulü yerleştirir. bunu yapmayan yani bir üst bilgelik hedefi koymayan okul olabilir mi? bu eğitilmenin, olgunlaşmanın temelden ruhuna aykırı. çünkü belirlenen hedef aynı zamanda öğrencinin, takipçinin (follower denilen) kurtuluş anını simgeler. "şunları yapmalı, şunları yapmamalı", "şunlardan uzak durmalı, şunları ise asla bırakmamalı" vs. yasalar hep varıldığında "kurtuluş" anı olduğu daha iyi anlaşılacak olan o hedefin yolun başındakiler için kaçınılmaz olduğunu gösterir. eğer bu yasalar yoluyla ideal tipe ulaşamazsanız, okulun dışında (örneğin aforoz) kalmış olursunuz. o halde bu ikinci nitelik gösteriyor ki, başta da bildirdiğim gibi göklerdeki, kusursuz olduğuna inanılan ideal'e yaklaşma telaşında da felsefi bir arayış söz konusudur.

    peki şimdi şuna bakalım; bu kusursuzluk meselesinde tahayyülümüzün ulaşabileceği en üst nokta nedir? aranızda bunu düşünen hiç oldu mu? veyahut benzer bir söylemle çağının tüm dinlerinin, ideolojilerinin karşısına dikilerek kendisine sunulan bütün ideal birey ve ideal toplum arayışlarını yerle bir eden bir deli gördünüz mü, okudunuz mu? biz kusursuzluğu en fazla nereye kadar tahayyül edebiliriz? "kusursuz olun, tıpkı göklerdeki kusursuz babanız gibi" denirken aslında bizim neyi anlamamız gerektiği düşünülüyor? amaçlanan nedir? göklerdeki babamız ne derece kusursuzdur, ki biz de o derece kusursuz olabilelim? kusurluluktan ne anlıyoruz ki, kusursuzluk varmamız gereken son nokta olsun? bu çok tuhaf bir duruma götürüyor bizi; aslında hiç bilmediğimiz, bilseydik belki de kendisine nüfuz edebilirdik, bir idealin hayaline tapınıp, orada aslında temelde gitmeyi isteyip istemediğimizi bile bilmediğimiz bir deryaya açılma kararını aldığımızda bile o kadar kusurluyuz ki, en nihayetinde kusursuz olsak bile (ben tahayyül edemiyorum) bunun farkında varabilmemizin mümkünatı yok gibi duruyor. söylemeye çalıştığım şey fazlasıyla kompleks yapıda, grift kokuyor. ama yine de başlı başına hiç anlaşılmayacak gibi bir şüphe değil. gözleri dinlendirmek adına bir sonraki paragrafa geçelim.

    örneğin vetus testamentum, liber genesis 6.9'da deniyor ki "nuh peygamber adil bir insandı. çağdaşları arasında kusursuz biriydi. tanrı yolunda yürüdü." ("noe vir iustus atque perfectus fuit in generatione sua; cum deo ambulavit.") ifadenin latincesinde vurguladığım iki sıfata dikkat edin: iustus ve perfectus. bunlardan ilki adilane olmayı, adilliği gösterirken; ikincisi tamamlığı yani kusursuzluğu anlatmaktadır (perfectus sıfatı için detaylı inceleme: http://etimologya.blogspot.com/…9/02/perfectus.html ). ilk sıfatın kökünde ius vardır yani hak, ikincisinin kökünde perficio fiili yani "tamamlamak", "yerine getirmek" olgusu. burada anlatılmaya çalışılan şudur: nuh öyle bir adamdır ki, adildir ve tamamlanmıştır; yani bir insanın nasıl olması gerektiğini düşünüyorsak öyledir. nasıl ki ağacın meyvesi yenecek kıvama geldiğinde "oldu bu", "hamdı pişti" denir; bunun gibi insan da "olması gerektiği kıvama gelmiş" durumdadır, bir nevi yerine uygun hale gelmiştir. "yerine uygunluk" ve "adalet". peki insanlık tarihini bir bütün olarak alırsak, ilk insanlardan son insanlara yani çağımıza kadar bütün insanlar için bu iki kavramın kendisi de hep statik kalabilir mi? mutlak değer yargıları olarak sürekli dile getirilmiş olsalar bile, her ağızdan çıktıklarında herkese aynı manayı mı vermiştir? eğer böyleyse, yaşanan bunca insan ve fikir çatışmasının nedenini, bu kusursuzluk arayışı kapsamında bulamayız. çünkü insan, kendisine doğru bir hedef seçip seçmediğini bile o an için anlayamıyor; kutsal olduğu düşünülen, o minvalde kaleme alınan scriptura'nın ideal yani "olmuş" olarak gördüğü insan tipi, yukarıda da söylediğim gibi, şunları şunları yapıp, şunları şunları yapmadığından ötürü söz konusu itikatın sınırları içinde kusursuzlaşmış durumda olup, aslında kendisindeki kusursuzluğun da asla farkında değildir. çünkü burada pasif durumdadır; her şeyi planlayıp, olgun aklını hatta çaresiz gibi duran kuluna veren odur. yukarıda yapmış olduğum alıntıdan evvel şöyle deniyor:

    6.12: tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin ne denli bozulduğunu gördü. çünkü insanlar yoldan çıkmıştı. 6.13: tanrı nuh'a, "insanlığa son vereceğim" dedi, "çünkü onlar yüzünden yeryüzü zorbalıkla doldu. onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim. 6.14: kendine gofer ağacından bir gemi yap. içini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap. 6.15: gemiyi şöyle yapacaksın:...

    burada görüldüğü gibi nuh kendisine gelen ilahi buyruğun işleyen eli, kolu yani dünyevi uzantısı durumundadır. peki burada kusursuzluk nerede? burada scriptura'nın asıl amaçladığı şey, kendi kusursuzluk tanımını, itikatın sınırları içinde kalmayı arzulayan samimi dindarlara benimsetmektir. zaten yukarıda da dediğim gibi, kusursuzluğun nereye kadar uzanabileceğine dair bir düşüncemiz yoktur; çünkü kusursuzluk düşüncesi başından beri (biz doğduğumuzdan beri) var olan ve bize içkin olan bir şey değildir. biz gözlerimizi açtığımızda "ne kadar da kusursuz bir dünyaya geldim böyle" der gibi değiliz; zaten ne böyle bir derdimiz vardır ne de yetimiz. biz sadece gördüğümüzü, duyduğumuzu kapasitemiz el verdiğince anlamlandırmaya çalışmaktayız. dahası defectus defector'luğumuzun her daim baskın çıktığını da söyleyebiliriz. çünkü insan atılım yapıyor; bir düşündüğünü ikiye, üçe çıkarıyor. bir kavramdan başka bir kavram ve algı çıkarıyor. o halde burada e. b. condillacçı düşünceye göre insana ait duyumlarda üç hususun altı dikkatle çizilmelidir: 1. duyduğumuz kavrayış, 2. dışımızda bulunan herhangi bir şeyle bu kavrayış arasında kurduğumuz bağıntı, 3. eşyaya atfettiğimiz şeyin bu eşyaya gerçekten ait olduğuna dair verdiğimiz hüküm (e. b. condillac, insan bilgilerinin kaynağı üzerine, sf.27, meb yay. 1992). en nihayetinde bu üç husustan biri ya da ikisi ya da üçü birden hatalı veyahut eksik olabilir. bu da önemlidir; zira tartışmayı daha derinlere götürebiliriz; kimisi çıkar der ki "duyduğumuz kavrayış sadece bir gölgedir" ya da "biz sadece şeylerin kendisini değil imgelerini görürüz" ya da "gördüğümüz şeyler dillendirebildiğimiz kadarıyla vardır; o halde en nihayetindeki hükmümüz tam anlamıyla dillendirebildiğimiz (kadarıyla) 'şey' olup, hakikatte o şeyin o şey olduğunu asla kanıtlayamayız" vs. ancak konumuz gereği burada asıl üzerinde durduğum şey, kusursuzluk ile ona yönelen bizim aramızdaki bağıntının bir ahenk içinde bir sonuç doğurması; ancak ortaya çıkan sonucun sadece bizden ibaret olmasıdır. şöyle açımlayayım bunu; latincede vinculum "bağ" anlamına gelir; şüphesiz kastedilen üzüm bağı değil de vincire ("bağlamak") fiilinden türemiş olduğundan anlamca bağlanma aracıdır. o halde bağlanmış olduğumuz şeylere bizi bağlayan mutlaka bir araç vardır; mutlaka bir şey; bize çekici (güzel uydurulmuş bir kelime olsa gerek; zıddı da "itici"; çekmek ve itmek zıt hareketler olarak düşünülmüş) gelen ya da sine qua non'umuz olarak bellediğimiz hedef ile aramızda bir ipten söz ediyorum. bu ip ile gerili olduğumuz hedef bağlamın kendisini oluşturur; o halde ipin kopması yanı zamanda bizim de bu bağlamdan kopmamız anlamına geliyor. haliyle insan da ipin kendisi oluyor. oysa çok daha kompleks bir hale getirebiliriz bu üçlü durumu. başlangıç noktasında ben, hedefe beni bağlayan şey olarak ben ve hedefin kendisi olarak yine ben. ben aslında kendime kendimle (kendi[m] aracılığımla) bağlanıyorsam (condillac'ın hükme dair üçlülüğünü düşününüz: kavrayış, bağıntı ve hüküm), her anımın ait olduğu sürecin kendisi bağlam haline gelir ("bağlamdan kopmak": http://jimithekewl.blogspot.com/…lamdan-kopmak.html). o halde ben "kusursuzluk" dendiğinde (perfectus nuh örneği verildiğinde), sınırları belirlenmiş olan (örneğin iustus yani adil) bir ideale yönelmiş olduğumdan en son hükmümde onun kendisi olmalıyım; yani bir nevi ideali (nuh'u) örnek alarak kusursuz olmalıyım. sözün özü, kusursuzluğun kendisini önce görmüş, sonra ona bağlanmış en nihayetinde hüküm olarak onun kendisi olurum.

    peki burada asıl sorumam gereken soruyu sona saklamış olmanın verdiği gururla entiriyi nihayete erdireyim; örneğimizden hareketle konuşuyorum; "adil adamlık", "olmuşluk/kusursuzluk" algısının kendisi saçma veyahut gereksiz ise? öyle ya en azından "ya tanrı yoksa?" sorusundan çok daha makul karşılanabilir bu; zira insan kaleminden çıkma bir scriptura'nın (ironiyi siz keşfedin ki bir anlamı olsun) herhangi bir yerinde çizilen ideal insan tipinin defectus defector ürünü olarak değerlendirilemeyeceğinin garantisi nerede? doğru diye bellediğimiz şeylerin ne kadarı doğru? etik nihilizmin karanlık sularında dolaşmayı hiç sevmediğimi muhtelif entirilerimden bilen bilir; ancak en azından "şunlar şunlar doğru, şunlar şunlar yanlış" bütünlüğündeki insani zaafları, o insanlığın o dönemine ait olan toplumsal ve çevresel gediklerin kalemin mürekkebinin güçlü akmasına neden oluşunu, hangi amaçla es geçebiliriz? burada credo quia absurdum ölçüsünde bir teslimiyeti olanlara asla lafım yok; zira teslim olmak müthiş bir şeydir herkes beceremez, insan herhangi bir şeyin önünde gönüllüce boynunu kıldan ince kıldığı vakit ne yüce bir duyuşa yelken açar... buna hiç lafım yok; ancak "estote ergo vos perfecti..." (o halde kusursuz olun...) buyruğunun temellendiği bütün değerlerin insanlar tarafından derlenip toparlanıp sonraki nesillere aktarıldığını bildiğimiz halde, hangi hakla hem de başına geleceklere dair evvelce hiçbir fikri olmayan dahası kurtulma (hayatta kalma) olasılığını tanrı'sına borçlu olan, pasifize edilmiş nuh'undaki kusursuzluğun bir ideal haline gelişini anlamlı bulacağız? insan'ın boynu ulvi bir değerler bütününün önünde kıldan ince olabilir, hatta pasifize olmanın kendisi bile kutsi bulunabilir; ancak kusursuzluğun kendisi bir özlem haline dönüşmüş olmasına rağmen ona dair asla bir müşterek kabulün istisnasız tüm insanları sarmalayamayacağını bildiğimiz halde, ona kavuştuğumuzda o an "kusursuz" olduğumuzun bilincinde olabileceğimizin umudu nereden kaynaklanıyor, asıl bunu bilmek isterim. bunu öğrenirsem bir an için bile olsa, işte o an kurtuluş gemimi de inşa etmeye başlayabilirim.
15 entry daha
hesabın var mı? giriş yap