• ben de anlamıyorum, bunda bir sakınca yok. "beni kimse anlamıyor" ya da "ailem beni anlamıyor" versiyonları daha içe kapanık bir bünyeden çıkıyormuş da, "toplum beni anlamıyor" daha kişinin yaşamsallığından sorumlu olmayan insanlar nezdindeki tam anlamıyla kurumsallaşamamış bir şikâyetmiş gibi görünüyor. "toplum beni anlamıyor" diyen sanatçı aslında "toplum benim yapıtlarımı göklere çıkarmıyor, beni yapıtlarımla birlikte toplum-dışına itiyor, itmemeli aksine anlamalı, yüceltmeli; değer verdiklerine nasıl yaklaşıyorlarsa bana da öyle yaklaşmalılar. diğer insanların hepsi gerizekâlı, bir tek ben sivriyim. bu yüzden yapıtlarım da benim gibi anlaşılmıyor. toplum beni anlamıyorsa o halde ben de iyice fildişi kuleme çekilirim, zaten yazları sırça köşkte, baharları pembe köşkteyim, sıkıntı çekmem" gibi bir şeyler zırvalıyormuş görünür. oysa temel mantığı es geçen sanatçımız, sanatın ve sanatçının dostu olan fıratpen dışında başka hiçbir sanat eseri tüketicisi, eserle arasına "anlama telâşı"na güdümlü bir muameleci yerleştirmez. muameleyi yine kendi başına yaptığından, sanatçının sanatsal dokunuşlarıyla meydana gelmiş eserden koparabildiği kadarıyla onu anlamlı kılar.

    şu bile mümkün değil: haydin sanatçılarla sanat eseri tüketicilerini bir araya getirelim ve herbir eserin, her iki kesimde hangi duyguları uyandırdığını tartalım, kıyas edelim. mümkün değil bu yapılamaz. daha doğrusu girişilir ancak zorlama girişimler sonuçsuz kalır. çünkü sanatçı eserini çocuğu gibi sevmez, onu yapanlar bizdeki popüler müzik ikonları: "valla ben şarkılarımın herbirini çocuğum gibi seviyorum, ayırt edemem hiçbirini... ben size en iyisi son kasedimden bir parça okuyayım. okuyayım mı? haydi eller havaya..." ben ziyadesiyle bu yönde tavır takınıyorum, bizzat bana batan da bu olabilir. aksi yönde düşünenler de olmuştur sanat tarihinde muhakkak, ama benim yönelimim bu. adam eserini karşısına alıp günlerce "vay be ne güzel yapmışım ben bunu ya... işte bu ya... bunu ben yaptım, ben aklettim, ben başardım ya... off bakalım kaç kişi anlayacak bu girift imgeleri." demez, dememeli. sanatçının eserinden memnun olup olmadığını bile anlayamayacak ölçüde ondan yabancılaşmasını manalı buluyorum. aksi hâlde balatalardan duman yükseliyor 'maviyi anlamlandıracağım' derken:

    "... o balık değil, oradaki mavilik ege'deki barışı simgeliyor ve sen öküzsün, bakınca sadece balık görüyorsun. ecevit'in şiirinden etkilenerek yaptım bunu, bak yukarıdaki uzay tepsisi de gelen uzaylılar. ne demişti ecevit? 'can olmalıdır göğün / yıldızlarında can / bize benzer veya benzemez / dost veya düşman' balık da bize benzemiyor ama mavi bizden, balığın uzaylılar tarafından gerçekleştirilen abdüksiyonuyla vermek istediğim mesaj, maviliğin artık tek mümkün olduğu yerin gökler olduğudur. ama sen bir hımbıl olduğun için bunu göz-ardı ediyorsun. beni anlamıyorsun."

    "beni anlamıyorsun" dendiğinde "e ama doğal olan bu zaten" deyip perdeyi örtmek istiyorum. gerçekten de öyle, sadece sanatçının bir şekilde toplum tarafından anlaşılması gerektiği gibi bir pseudo- belite neden saplandığını anlayamıyorum. toplum sadece sanatçıyı değil, içindeki herhangi bir bireyini anlayabilecek yapıya kavuşmuş mu olmalı? "kavuşmalı mı?" diye sormuyorum "kavuşmuş mu olmalı?" diye soruyorum. toplum o raddeye varabilir mi gerçekten? herbir bireyin, herbir şekilde anlaşılabildiği; herbir koşulda herbir iteklemenin anlaşılabildiği, bu yüzden herkesin "anlaşılma"dan ötürü güler yüzlü olduğu bir yer var mı? tarihin herhangi bir anında böyle bir yere rastlanmış mı? toplum beni anlayabilmek için deli olmak zorunda; çünkü ben ürünlerinin anlaşılması gereken bir yaratıcı sanatçı olarak değil, kendi başıma da, oturduğum yerde hiçbir şey yapmadan da anlaşılamayacak bir karakterdeyim. toplum işi gücü bırakıp herkesi anlamakla uğraşan deli memurlardan oluşmuyor; toplum aynı benim gibi, benim bile kendi başımayken çok farklı yönlerden baksam bile anlayamadığım garip yaratıklardan oluşuyor.

    biz bazı ölçütlere dayanarak belli durumlarda insanların ne türden davranışlar sergilediğini ve buna bağlı olarak bu davranışların hangilerinin toplumun bekâsı için tehdit edici olduğunu tespit edebiliriz; ilim, felsefe hariç, en nihayetinde konfor içindir. sadece felsefede sophia seviciliği ve candanlığı (philos), bilginin kendisi içindir. türlü yanar-dönerlikleri bulunan, ürünsüz bir bireyin bile toplum tarafından anlaşılma ve tavırlarının hoş karşılanma gerekliliği diye bir şey olmasa gerek. mesela biri diyor ki "otobüste yaşlılara yer verilmesini hatalı buluyorum, bu yüzden türlü homurtulara rağmen direniyorum, yer vermiyorum; tercihime saygı duyun, duymazsanız beni anlamıyorsunuz demektir" ama sen diğerleriyle eşit değilsin ki bu durumda, diğerleri yani otobüsün içindeki homurtu sahipleri bir gün bir araya gelip "bundan sonra otobüste yaşlılara yer veriyoruz beyler, vermeyenlere homurdanıyoruz ok?" demediler (aksine ihtiyaçları, onu dinamik kıldığı için, toplum, yaşayan bir canlı gibi homurdanma hakkını kendinde bulur). ama sen bir gün oturdun ve dedin ki "ben otobüstekilere yer vermem, toplum buna saygı duymalı, aksi halde beni anlamıyordur." yani toplumdaki genel kanı (sana sanki seni anlamak istemiyorlarmış gibi görünmelerinin nedeni olan kanı) en nihayetinde sırtını birikime dayıyor; sen ise maksatlısın. toplum ise kendi maksatlarını birtakım yasa-koyucuların şahsî kanaatlerinin ve devletin tutumunun kaynaşmak zorunda kaldığı bir düzlemde bulur. bu düzleme ben "ihtiyaçlar havuzu" diyorum, az önce uydurdum.

    ihtiyaçlar havuzuna girip "ama beni ıslattı" diyemezsin, toplum seni ıslatmak için değil, sen toplumu sulamak için varsın. burada toplum-dışılık arzusuna bir şey dediğim yok, isteyen toplum-dışı da kalabilir, toplumu parçalamak da isteyebilir. en nihayetinde toplumlar aynı zamanda büyük yalnızlıklar anlamına geliyor (magna civitas magna solitudo), bu yalnızlıktan taşıp kendi başına yalnız kalmak isteyenler ya da komşunun kızına anarşistçe bir düzlemde sarkmayı makul karşılayanlar olabilir. ancak "toplum beni anlamıyor" şikâyeti, içinde "toplum beni anlamak zorundaydı" kabulünü barındırdığına göre, bu şikâyeti sergileyen herkes yani "benim otobüste kızlara değdirme hakkım var, toplum buna saygı duymalı" diyenler en nihayetinde toplum-cu olmuş oluyorlar. kendi toplum ideallerini, ideolojilerinin gerekli gördüğü ölçüde soslayanlar gibi kendi başına topluma salt arzuladığı gibi karışmak isteyenler, her ne kadar yerleşik düzene karşıymış gibi görünseler de, bir şekilde yine bir toplum idealini yaşatmış olduklarından ötürü toplum-cu sayılırlar. toplumu yıkmak da mümkün, dönüştürmek de. kişisel arzular için onu yıkmak, çoğu kere kişisel belitler için onu düzenlemek anlamını taşıyor. sen topluma, seni senin belitlerinle anlaması gereken bir kova muamelesi yaparsan, o da seni taşıyamayacağını bildiği için (çünkü sen kovaya sığmazsın, senin arzuların için okyanus boşluğu olmalı) seni tersiyle itekler.

    en nihayetinde toplumun kovasının küçük olduğunu ve herbirimizin onun içine sığıyormuş numarası yaptığımızı bilmek durumundayız; henüz kültürleşmemiş yaratıklarız, bunu nasıl göz-ardı edersiniz? bir arkadaşım "el sıkışma zorunluluğu hayvanlıktır" demişti, güzel bir yaklaşım. ben daha ileri götürüyorum, insan içinde yaşama zorunluluğu da hayvansı bir şey. sürü parçası olmaktansa, satürn'e gönderilen ilk kolonist kafile içinde olmayı isterim. orada tüm "toplum beni anlamıyor" adamcıklarından sıyrılmış bir şekilde, kendi başıma kendimi dinlerim. demokrasi var kardeşim, insan bir yerden sonra "evrenin sonsuz karanlığına sığabileyim bari" diyor. köküne kibrit çakılası belitlerimizin zincirinden kurtulamıyoruz, bir kurtulsak daha mutsuz olacağız ama en azından merakımız giderilmiş olacak.

    "o paupertas felix, quae tanto titulo locum fecit!"

    "böylesi onura olanak tanıyan fakirliğe ne mutlu!"
hesabın var mı? giriş yap