9 entry daha
  • ben gönende doğdum, ve tatak kelimesi ile ilk karşılaşmam da yine gönende geçen anaokulu yıllarıma rastlar. bir gün anaokulu gerçeği olan ikindi uykusu denen faşizan dayatmaya direnircesine battaniyemin altına çekilmiş, vaktimi hoşça ve faideli bir şekilde değerlendirmeye çalışıyordum. pipimle epey oynamış, koluma dolamış, enseme değdirmiş olacaktım ki sıkılıp burunuma yönelmiştim. harkıt yakalamacatabir edilen ve burnumuzun "derya kuzu"ları olan iri kurumaya yüz tutmuş parçacıkları çıkartmaya dayanan bir oyun hummalı bir çabaya girişmişken, genzime doğru epey büyükçe bir kütlenin varlığını tespit etmiştim. bu iri kütleyi çıkartmak için öyle bir çaba harcamış, öyle yüklüce bir kaynak seferberliğinde bulunmuştum ki ikindi uykusu geçmiş masal ve şarkı saati başlamıştı.

    yuvarlak bir masa başında oturup, el çırparak şarkı söyleyip üstüne sos olsun diye aynı gerzek tavşanın her masalda rengi değişen ebleh keçiyle dolaştığı masallar okuduğumuz bu saat sırasında da masa altına sortiler yaparak o kütleyi çıkarmak, en sırlı çekirdeğe ulaşmak gayesiyle yanıp tutuşuyordum.

    velhasıl kelam bendeki bu saplantılı hal servislerle eve bırakıldığımızda da, uykudan önce programında cingöz ile cimcimeyi izlerken de devam etti. en sonunda bir parmağım burnumda uyuyakalmışım.

    ertesi sabah bu çocukça hayalin üstüne bir perde çekmiş, kahvaltıda etimeklere tereyağı sürerken birden burnumun ucunda bir ince gicişme* hissettim. elimi atmam ile parmak ucunda hissedilen ilk temasta kendinden emin, kökü diplerde bir burun boku ile karşılaştığımı anlamıştım. etimeki, sana yağını (hani tereyağıydı tırto) bir kenara koyup orjinal formunu bozmamaya özen göstererek ucundan yavaşça çekmeye başladım. çektikçe daha da uzuyor, yekpare dudağıma doğru iniyordu. biraz daha çekince bunun bir rekor olduğunu, tarihe geçeceğimi anlamıştım. çeneme kadar salınan bu tatağın neye benzediğini görmek için banyoya koştum. parmak uçlarında dururken kendimi güçlükle gördüğüm aynada burnumdan sarkan şeyi gördüğümde bayılacak gibi olmuştum.

    katran karası, solucan kalınlığında bir şey burnumdan aşağı sarkıyor, sarkıyor, sarkıyordu...
    rekor denememi unutarak bu fantastik olayı anneme bildirmeye karar verdim. yaratığı mümkün olduğunca dibinden koparıp yemek masasını toplamakta olan anneme giderek

    - "anneeaaa burnumdan aşağı bişiler iniyooaa" dediğimi hatırlıyorum

    arabaya kusan bir gerzek olan ağabeyim bu sırada lafa karışıp

    - annee burnumdan bişiler iniyoeeee

    diye kendi yetenekleri el verdikçe taklidimi yaptı.

    - sen git arabaya kussana ozan aptalı!

    dedikten sonra o dönem bildiğim en ağır küfür olan götveren i söylememe beş kala burnumdan ilkine göre ufak ama kaydedeğer bir kara kütle etimeklerin üstüne düştü.

    bu tatsız ve talihsiz durumu değerlendirmek üzere derince bir nefes alarak

    - burnu bokluuuuuuuuu

    diye bağırmaya hazırlanan ağabeyimin sesini ulaşamayacağı bir yere beni bir çırpıda kaçıran annem, yukarıdaki cümlenin naklinden de anlaşılacağı üzere başarılı olamadı. ama yoğun bakıma alındığım yatak odasında (ki nedense bizim ailede her türlü yoğun bakım yatak odasında olurdu, en sıhhi yer olduğundan mı acaba?) burun deliğimden içeri bakarak tanıyı koydu.

    - tatak dedi

    ilk önce küfür sandığım bu kelimenin burnumdaki sağlıklı yeşil jöleleri kara sicimlere çeviren hastalığın halk arasındaki adı olduğunu böylece öğrenmiş oldum.

    tedavi olarak çoktan seçmeli bir metodoloji benimsemiş olan annem burnumun cidarlarına ve çevresine sırasıyla lasonil, betamiks, bebe aspirini ve kekik yağı sürdü. kekik yağının tedaviden çok cezai amaçlarla sürüldüğünü bilsem de bebe asprininin buruna bir faidesi olmayacağını bilecek yaşta idim. uyarmaya çalıştıysam da dudaklarım kekik yağından dolayı şişmiş ziyadesiyle alev baymurlaşmış idi, pek bir şey söyleyemedim. ama ilaçlardan birisi ya da koalisyonu etkin olmuştu ki hastalığım akşama geçti, çilem bitti. abimin ise burnunda o tataktan en az 30 kez çıktı, her yaz tatilinde de arabaya kusmaya devam etti. gerzek işte.

    şimdi hala ne zaman elimi burun deliğime götürsem o tatağın o kısa ve etkileyici saltanatını ve silinemez izlerini hisseder gibi olurum, içimi bir hüzün kaplar. ve belki uzak da bir yerde bir değil bin çocuğun burnunda yeniden kararıp çıkacağı günleri beklerken içimde bir kökü taa derinlerde bir yerlerde bir kara sicim çocukluğuma sarkar, sarkar, sarkar

    dal sarkar kartal kalkar, kartal kalkar dal sarkar.

    - varşova 1958
40 entry daha
hesabın var mı? giriş yap