• ali şeriati'nin ahlak üzerine yazdığı oldukça etkileyici bir kitap. şeriati kitabında insanın dört ayrı zindan içerisinde hapis olduğunu ve bu zindanlar içinden hayatlarını devam ettirdiği ve davranışlarda bulunduğunu belirtmektedir. bu dört zindan: 1- doğa/tabiat zindanı (naturalizm) 2- tarih zindanı (historisizm) 3- toplum zindanı (sosyolojizm) 4- benlik/kendim zindanı

    alıntı

    insanı zorlayıcı dört güç vardır... ilk olarak, irade sahibi, bilinçli ve yaratıcı insan, ilk zorlayıcı gücün, doğa’nın baskısı altındadır, bu zorun tutsağıdır. natüralizm, tabiat temeline özellikle yaslanmaktadır ve oldukça önemli bir gerçeklik payı vardır. ikinci zorlayıcı güç, tarihin baskısıdır. tarih felsefesi buna, bu temele dayanmaktadır. emerson’a “ tarih nedir?” diye sorulunca, “nedir tarih olmayan ki?” diye karşılık vermiştir. var olan her şey, tarihin ürünüdür. tarih’i temel belirleyici sayan görüşe göre benim niteliğimin yaratıcısı, benim tarihimdir. tarihim benim elimde olmadığına göre ben de kendi elimde değilim. üçüncüsü sosyolojizm’dir. toplumu temel ve asıl belirleyici kabul eden, bireyi yadsıyan, toplumun bireyi oluşturduğunu ileri süren görüştür.
    aslında ben ne naturalizm’i, ne sosyolojizm’i, ne de historizm’i tümüyle yadsıyorum; üçünü de kabul ediyorum. ancak benim kabul edişim şu anlamdadır: insan-ki asıl onu anlatmak istiyorum-, bu varlık seçebilir, seçme yeteneği ve imkânı vardır. bu varlık kendi gelişim ve olgunlaşma süreci içinde gerçekten de bir açıdan ve bir bakıma doğal ve maddi bir oluşum, bir görüngü, bir bakıma tarih’in biçimlediği bir görüngü, bir bakıma çevre ve toplumun biçimlediği bir görüngüdür. bir boy (aşiret) düzeni içinde, boy düzeni yaşama biçimi bireylerin üzerinde ruhsal ve düşünsel özellikler meydana getirebilir, boy düzeninde yaşayan bu yaşama biçimini seçmiş değildir, hiç kimse bunu seçmemiştir, özel bir toplum ve üretim düzeni onları ister istemez çadırda oturan göçebilir durumunda kılmıştır, üretim düzenleri bunu gerektirmiştir. tabii şartlar da bir başka topluluğun avcılığa koyulmalarına, avcı olmalarına, ormanda yaşamalarına yol açmıştır. ya da yine bu şartlar bazı boyların başka özellikler kazanmalarını, sonunda tarım aşamasına girmelerini, bu aşamada da yerleşik düzene geçmelerini, köy ve kentlere yerleşince de artık değişmesini sağlamıştır. bu değişim seçimle olmuş değildir. üretim düzeni biçiminin bireye etkisinden dolayıdır. yani ‘beşer’ gerçekten de doğa’nın onu oluşturduğu gibi, gerçekten de tarih’in onu biçimlemekte olduğu olur. halı desenleri çizmekle uğraşan ve çok büyük bir sanatkâr olan terhan sanatkârlarından birisi anlatıyordu:
    cezaevinde mahkûmlara halı dokumacılığı öğretmeye çağrıldım. (bu olaya iyi dikkat ediniz, insan üzerindeki dış etkenlerin ne denli etkili olduklarını ve insanın ne denli eğitime yatkın olduğunu gösteriyor.) ben şunu ileri sürdüm: bir kimseye gerçekten zarif ve sanatkârca halı dokumasını öğrettiğim ve o iyi bir sanatkâr olabildiği takdirde, onun bağışlanmasını, affını isteyeceğim, siz de kabul edeceksiniz! şartımı kabul ettiler. kendilerine öğreticilik ettiğim kişiler çoğunlukla ağır suçlar işlemiş olanlardı ve ‘kötülük’, katı yüreklilik gözlerinden belliydi. işte bu kimselere halı dokumasını öğretmeye başladık. halı dokumasında gözlerin ve parmak uçlarının dikkat etmesi gereken zevk inceliği, renkleri iyi tanıma ve ayırma ve birbirleriyle uyuşturma için gerekli ince zevk ve duygu, halının zarif ve sanatkârca nakışlarındaki güzellik, bütün bunları tanımaya başlıyor ve sonra dokuyorlar, yaratıcılıklarını tadıyorlardı. bütün bunlar ruhu o derece inceltiyor ve duygu veriyordu ki, belki kan dökmekten ve öldürmekten zevk alan adam, sanatla uğraştıktan bir süre sonra ruhsal bir güzellik kazanıyor, öyle ki kimi zaman bir arada oturup ben şiir, örneğin irfanî şiirler okumaya başladığımda, aynı adamın gözyaşları yavaşça süzülmeye başlıyordu.
    o kadar katı ve sert bir ruh bu kadar yumuşak ve latif olabiliyor. demek ki dış etkenler bu katılığı ona vermiş, o da mensup olduğu toplumsal çevre düzeni farklı olduğundan böyle olmuştur. şimdi çevresi değişince, yeni çevresi onda bu letafeti ortaya çıkarmış oldu. ne bu letafet dolayısıyle onu aşırı övmemiz, ne de o katılık dolayısıyla suçlamamız gerekir. bu sosyolojizm’dir ve bir ölçüde doğrudur da!
    fakat benim söylemek istediğim şudur: sosyolojizm’i, materyalizm’i, naturalizm’i veya tarihselcilik akımı ( historizm ) bütünü ile yadsımak ve onların temel etken olarak ileri sürdüğü şeylerin hiçbir etkisi olmadığını ileri sürmek istemiyorum. aksine bu etkileri kanıtlamak ve doğrulamak istiyorum. fakat sözüm şudur ki insan, oluşum (werden şoden) süreci içinde, bu zorlayıcı güçlerin baskısından kurtulur, kurtulabilir.
    dördüncü zindan, zindanların en kötüsüdür, insan bu zindanda tutsakların en acizi durumundadır. bu zindan, ‘kendim’dir. şaşılacak şeydir ki tarihin akışı boyunca insan önce anılan üç zindandan kurtuluşunu daha ileri ölçüde saylayabilmiş olmasına, bugün bu üç zorlayıcı gücün baskısından her çağdakinden daha fazla kurtulmuş bulunmasına, bu üç zorlayıcıya her zamankinden fazla egemen olmasına karşın, dördüncü zorlayıcı güç, yani ‘kendi’si, kendi zindanı karşısında da her dönemden daha çok, hatta teknoloji’ye sahip bulunmadığı, doğal bilimleri bulunduğu, toplumbilim ve tarih felsefesini kavramamış bulunduğu dönemden daha çok çaresiz, acizdir. çağdaş insanın bu dördüncü zorba gücün tutsağı durumunda kalışı, ilk, ikinci ve üçüncü zindandan kurtuluşunu da yararsız ve anlamsız kılmaktadır. çağımızda doğa, tarih ve toplum zindanından kurtulan insan anlamsızlık ve boşluk duygusunun bunalımına düşmektedir. niçin? çünkü özgür değil, dördüncü zindanın tutsağıdır. önceki üç zindandan kurtulması ile mutsuzluğu da başlamaktadır. bir yazarın dediği gibi, bir zorlayıcı gücün sınırları içinde uykuya dalan insan için ‘ne yapayım bilmiyorum!’ bunalımı, eziyet ve zahmeti yoktur. çünkü bir girişimde bulunmaz. gelgelelim çağdaş insan ‘ne yapacağı’ konusu her zamankinden fazla güç sahibidir. ne var ki ‘ne yapması gerektiği’ni de her zamankinden az bilmektedir. bu üç zindandan kurtulmuş olması gereken, doğaya egemen veya kendi toplumuna egemen olan insan kendi zindanı içinde çaresi ve tutsaktır. niçin öz zindanından çıkamıyor peki? bu zindandan kurtulmak zordur çünkü. zordur, çünkü üç önceki zindanın benim varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve ben orda tutsaktım. tutsak olduğumun bilincinde idim. yerçekimi gücünde idim, hatta göçebe olduğum dönemlerde bile bu bilincim vardı. irmak kenarında olduğunu, şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmem gerektiğini, yöremde yalnızca orman bulunduğunu, şu halde yazgımın avcılık olduğunu biliyordum. bu zorlayıcı güçleri geçmişte duyumsuyordum. ne var ki bu dördüncü zindanın duvarları çevremi kuşatmıyor. bu zindanı kendimle birlikte taşıyorum. bu sebeple, bu zindanın bilincine varmak ve onu tanımak, bütün diğerlerinden de güçtür. zindanla tutsağı birleştirmektedir. hastalık ve hasta birleşmektedir. bu sebeple bu hastalıktan sağalmak çetindir.
    başka bir güçlük de şuradadır: insan bilim ile, doğa’nın zindanından, tarihin zindanından, toplumsal kurallara egemen düzenin zindanından kurtulabilir. fakat yazık ki, kendi zindanından bilim ile kurtulamaz. çünkü bilginin kendisi de tutsaktır. bu bilimin kendisi, bir tutsağın bilimidir. ‘kendi’m dendiğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ben olduğunu algılayamamaktadır. özgür bir ben olarak değil, salt ve genel anlamı ile bir insan, bir kendi olarak ancak algılayabilmektedir. doğa, toplum ve tarih zindanından boşanması gerekmekte ve boşanmaktadır, gelgelelim sonra anlamsızlık ve boşluk içine düşmektedir. burada bir formül sunmak istiyorum: bu alanda bir yasa var ki adem’in yaratılışı’nın başlangıcından bugüne değin doğrudur ve geçerlidir. insan, maddi yaşayışında bu yolu boylar, fakat unutmayalım: ancak maddi yaşamı için bu yasa geçerlidir. insan’ın önce ihtiyacı, gereksinimi vardır. sonra bolluğa, refaha erişir. daha sonra boşluk ve anlamsızlık duygusuna kapılır. bundan da başkaldırmaya geçer. sonunda perhizkâr ve içe dönük bir dönem gelir. egzistansiyalizm (varoluşçuluk) ve hippilik akımı (abd’de türeyen ve diğer ülkelere yayılan gençlik akımı mensubu. simgesi, çiçektir.) bu yasaya uygun olarak belirmiştir. bizim eski ağalar ve soylularımızın tasavvufa düşmeleri, hind ve çin ağa ve soylularının gizemci (mistik) bir ‘nirvana’ (hırslarını, tutkularını yok edebilen, kendini yenebilen kişinin varabileceği üst manevi basamak.) anlayışı içinde maddi yaşamı yadsımaları da bu yasaya dayanır. bugünün burjuvazi düzeninde yeni neslin tüketimi ve maddi yaşayışı hippice yadsımaları da bu yasaya göredir ve bundan başka da olamaz.
    insan, onlara erişemediği sürece günlük maddi istek ve özlemlerine değer verir, erişince de boşluk ve anlamsızlığa düşer. insanın ülküsü, özlemi, öylesine yüce olmalıdır ki, bir noktaya bağlı kalmasın. yoksa bu ülkü, duruş ile, durak sonuçlanır ve duruş da anlamsızlık ve boşluk bunalımına iletir. doğaldır ki, kendi zoru içinde tutsak olan insan doğa’ya egemen olsa bile yine de silahlı bir acizdir.
    jean isole diyor ki:
    bir yazar, baştan aşağı silaha, tepeden tırnağa altına garkolmuş, fakat içindeki dermansız bir dert dolayısıyla acı çeken bir şehzadeyi öyküsünün kahramanı olarak anlatıyordu. o, bugünkü fransa’nın bu şehzadeye benzediğini söyler. sadece bugünkü fransa değil, çağdaş insan her zamankinden daha çaresiz fakat silah kuşanıp altınlara garkolmuş şehzadedir.
    holllanda’da rotterdam’da kentin büyük meydanının ortasında çok ilgi çekici bir heykel vardır. heykel taştandır, ancak bütün eklemleri birbirinden ayrılmıştır. mesela boyun azıcık yana eğri, dirseği kolunun yanına doğru, diz ve bilekleri de böyle! öyle ki meydan’ın ortasında duran bu heykele uzaktan baktığınızda, hafif bir yer eserse bu heykel yıkılıp-dökülür diye içiniz oynar. oysa heykel taştan yontulmuştur. heykeltraş, ikinci dünya savaşı’ndan sonraki insanı simgelemek istemiştir. fakat, bu heykel çağdaş insanın simgesidir. her zamankinden daha güçlü, kaya gibi, fakat her zamankinden çok mahvolacağı tasası içinde. bu niçin böyledir? çünkü üç zindandan kurtuluş onu şimdiye değin sahip olmadığı büyük bir güç vermiş, ancak yine aynı adam, buradan merih’in bombalama gücünde olduğu, buradan karmaşık bir makineye ayküresine veya uçsuz-bucaksız uzaya yöneltip gidebilir durumda büyük bir bilgin olduğu halde, başka bir yerde aylığına 10 riyal zam yapılıncı oraya gidecek ve buraya karşı çıkılacak ölçüde zayıf olabilecektir. köleliğin afrika’nın bazı yörelerinde henüz var olduğunu işitirdim. çok geri kalmış ve bozulmuş yarı vahşi bazı afrika kabileleri bulundukları bölgeden alıp başka bir yörede sattıklarını duyardım. fakat kendi gözlerimle gördüğüm kölelik batı’nın kendisinde cambridge’in merkezinde (oxford ile birlikte ingiltere’nin en önemli üniversite kenti) sorbonne’un merkezinde (paris üniversitesi merkezi) idi. kaçak pazarlarda vahşi kabile mensuplarının değil, en üstün insan beyinlerinin pazara çıkarıldığını gördüm. artırma masasına çekiç vuruluyordu: -sen ne veriyorsun!- o ne veriyor! deniyordu. kara çin’inden, sovyetler’den kuzey amerika’dan, avrupa’dan önemli firmaların büyük sermayedarları geldiler.
    -beyefendi, bu filan sınıfta ikinci olan öğrencidir. ne verirsin buna?
    -biz mi beyefendi? 15.000 riyal veririz.
    oradan bir diğeri atılır:
    -biz üstelik bir de otomobil veririz.
    üçüncüsü:
    -ben bir de şoför veririm.
    söz konusu olan kişi de, bir o patrona bakar, bir bu patrona bakar, kararsızdır, kimi seçse ki? sonunda en çok veren birini seçer. niçin? çünkü tutsak, esir bir insandır. kabul etmesi ricaları ile çağrılan ve yüzin dinar verilmek istenen bu kimse, işte toplumu doğa zindanından kurtarabilecek insandır yahut insanı toplum zindanından çıkarabilecek bir ideolog veya toplumbilimcidir, ya da insanı tarih zindanından çıkarabilecek feylesofun ta kendisidir.
    gelgelelim, kendi kendinin ne ölçüde zebunu olduğunu görüyoruz. bu yüzden de köle durumuna gelmiştir. bir köle insanlığı özgür kılamaz. kendisi de üç önceki zindandan kurtulmuş olsa bile özgür değildir. işin çetin yanı şuradadır ki bu dördüncü zindan insanın kendi boyutları arasında, insanın bir parçası gibidir. bilgin insan, kendi dışında olan zindanlardan kurtulsa bile, kendine karşı başkaldırıp özgür olamaz.
    ...
    kolayca ele geçirilemeyen bu korkunç dördüncü zindandan, insan, aşk gücü ile kurtulabilir. aşk, akıl ve mantığın ötesinde, bizi kendimize başkaldırmaya ve kendimizi (nefs-i emmare) yadsımaya çağırır. gereğinde bir ülkü veya başkası uğruna fedakarlık etmeye çağırır. bu, insan olma sürecinin en üst aşamasıdır.
    sözlerimin özü: o özgür kılıcı, yaratıcı, bilinçli insan; doğa, tarih ve toplum düzeni zindanlarından bilim ile kurtulur. dördüncü zindandan ise din ile kurtulur, aşk ile kurtulur. radhakrishnan’ın (18888-1975 hind feylosofu) dediği gibi: ‘biz insanlar, insan olma ödev ve sorumluluğu ile, bir işbirliği andına çağrılıyız. nasıl bir ahd ve and? öyle bir and ki, bu and ile insan, tanrı ve aşk, başka bir yaratış ve başka bir insan için koyulurlar. budur insanın sorumluluğu’
  • dr. seriati'nin ekim 1970 de yaptığı konuşmadır.türkiyede işaret yayınları tarafından derlenen 64 sayfalık kitapta metnin tamamı bulunabilir.isminden belli olduğu gibi insanı hapseden 4 zindandan bahsetmekte ve bunlardan çıkış yolunu irdelemektedir.64 sayfada insan nasıl darmadağın edilir çok güzel şekilde göstermektedir şeriati.
  • ali şeriati'nin bir üniversitede yaptığı konuşmasıdır.
    insanın sıkışıp kaldığı ve devamlı mücadele etmek zorunda olduğu dört ana unsurdan bahseder:

    -doğa
    -tarih
    -toplum
    -kendisi

    konuşmanın içerisinde bir çok filizoftan, düşünce adamlarından da bahseder.fikirlerini, çıkmazlarını örnek verir. düşünmeye sürükler. iyidir, hoştur, ufku genişletir.tavsiye edilir.
  • insanı düşünmeye iten enfes bir eser. bilhassa şeriatî'nin insan tanımı gerçekten okunmaya değer. bu kitap (konuşma) hakkında devr-i vaktinde hazırladığım kısa bir tanıtım metni vardı. elime geçti. buyursunlar:

    kitap akademik bir konuşma metni olduğundan dolayı açılışta dinleyiciye açıklanması gereken bazı (konunun geneliyle alakasız) şeyler açıklandığından şeriati’yi tanımayan okuyucuya sıkıcı gelebilir. ileriki sayfalarda muhteşem bir beyin fırtınasına maruz kalacağını bilmeyen okur, ilk sayfalarda alelade bir yazarın alelade bir kitabını elinde tuttuğu zannına kapılabilir. fakat sabredip elindeki eserin ortalarına dek geldiğinde, bilhassa insanın sıfatları, zindanları ve bu zindanlardan kurtuluş metodları birer birer tespit edilmeye başlandığından en iyi yaptığı iş “düşündürmek” olan bir adamın parmak ısırtan maharetine tanık olacaklardır. kitabın ara vere vere, tarta tarta, tefekkür ede ede okunması nacizane tavsiyemizdir.

    genel kitleye değil de karşısındaki izleyiciye hitap eden bu kısa açılış faslından sonra şeriatî anlatmak istediği konuya giriş yapıyor. kısaca bahsetmek gerekirse; öncelikle antik yunan’dan bugüne dek süregelen insan tanımlarını kısaca bir ele alıyor: “insan düşünen bir hayvandır” “insan araç yapan bir hayvandır” “insan sosyal bir hayvandır” “insan insanın kurdudur” gibi genel kanılardan ve felsefi görüşlerden yola çıkarak bunların hiçbirini reddetmeden, ama bunların hiç birini yeterli de görmeden kendi insanını (yahut kur’an’da geçen insanı mı demeliyiz?) tanımlıyor ali şeriatî. bunu yaparken de temel metodu uyarınca yine kur’an’a danışıyor öncelikle. kur’an’da beşer ve insan kelimelerinin kullanıldığı yerlerden yola çıkarak bu kavramları hak ettikleri yerlere oturtuyor ve beşeri insanlaştıran, hayvanla insanı ayırt eden üç ana özelliği kendince sıralıyor. ben uzun uzun düşünsem de, bu özelliklerden ne birini eksiltebildim, ne de bu özelliklere yeni bir tane ekleyebildim.

    yazar, kafalarda istediği “insan” kavramını şekillendirmesinin ardından, sıra insanın zindanlarının anlatılmasına geliyor. zaten şeriati’nin konuşmasında “insan” kavramı üzerine bu kadar düşmesi de zindanlarından bahsetmek. yoksa insanın ne olduğunu idrak edemeden, onun içine hapsedildiği zindanları okura anlatmak pek bir şey ifade etmese gerek. herneyse, yazar her bir zindanı yine felsefi bir görüşle ilişkilendirerek teker teker izah ediyor ve en son olarak da bu zindanlardan kurtuluş metodlarını çözümleme bölümünde çarpıcı bir dille ifade ediyor. kitabın konusu genel olarak böyle…

    şeriati’nin bu konuşmasında da anlatmak istediği konuyu felsefi, sosyolojik ve tarihi teoremlerin kıvamlı bir derlemesi halinde sunduğunu görüyoruz. sentezcilik bir yandan fikirlerin kolayca sağlam temellere oturmasını sağlasa da diğer yandan şekillenen fikrin ve tespitin “tamamen” özgün olmasını engelliyor sanki…

    dediğimiz gibi, şöyle bir göz gezdirilmesi gereken ve lokal mesajlar veren açılış bölümü biraz sıkıyorsa; bunun ardından insanı hayvandan ayırt eden, beşeri de insan yapan sıfatlarının anlatılmaya başlandığı bölümde düşündürücü tespitler başlıyor ve bir ateş yakılıyorsa; sistemli bir şekilde konu ilerletilip tansiyon iyice yükseldikten sonra çözümleme bölümünde yazar insanın son zindanını izah ederken zihinler alev alıyor…

    benim elimdeki kitap işaret yayınları’ndan çıkmış, prof. dr. hüseyin hatemi çevirisiydi. hatemi’nin dipnotları da yazarın işine karışmadan ek bilgiler vermesiyle göz dolduruyordu doğrusu. bilhassa kapanışı yaparken 4. zindanı pranga olarak nitelemesi bence ayrıca bir takdiri hak ediyordu.

    kısacası; alın, okuyun. 1-2 saatte kitap bitse de 3-4 gün boyunca etkisi sürecek ve boş zamanlarınızda aklınıza gelerek sizi düşünmeye sevk edecektir. insanın sıfatlarını kafanızda evirip çevirmenize, bahşedilen bu sıfatlarla beraber insanın üzerindeki ilahi beklentiyi ve insanın “yeryüzünün halifesi” olmakla omuzlarına yüklenen ilahi sorumluluğu da tahayyül etmenize sebep olacaktır. bilhassa sanata bakışınızda ufak değişikliklerin olmasına sebebiyet verebilir. bugüne değin sanata biraz korkuyla yaklaşan, “aman allah’ı taklit ederek şirke düşmeyelim” şeklinde düşünen islam dünyası’nda; bu bakış açısının yaygınlaşması gerektiğini düşünüyorum. en çok ihtiyacımız olan şeyin düşünmek olduğu bu günlerde, bol bol düşündürmesi temennisiyle…
  • "insan, tabiatın baskısından teknolojinin, tarihin ve toplumun baskısından sosyal bilimlerin gücüyle kurtulabilir ancak kendi zindanından bilimsel ve sosyolojik yasalarla çıkamaz. insan kendi zindanından ancak aşkın bir fikrin gücüyle çıkabilir." insanın hayatı üzerine mükemmel bir özet bir kitapta nasıl kısa ve öz yapılabilir sorusuna cevap verir niteliktedir. iranlı müslüman sosyolog ali şeriatinin nadide eserlerinden birisidir.
  • biraz olsun okuma yapmışlar için merhamet dolu gülümsemelerli zaman kaybı. ali şeriati bu konuşmalarda özetle şunu tavsiye eder: mantıklı ya da mantıksız değil, mantık dışı davranın; ve bu sadece dinin sarıp sarmalayıcı ulviliğiyle, içe dair ışıltısıyla olur.

    bir de denksizlik aşkedelim: din (aşk) > insan > beşer > tabiat
  • iranlı aydın , filozof ali şeriati'nin ekim 1970'de abadan'da petrol fakültesi öğrencilerine yaptığı konuşmanın kitaba aktarılmış halidir.

    ali şeriati insanlığı zapteden 4 pranga'dan bahseder giriş bölümünde ve bu prangalardan nasıl kurtulacağını yalın ve sarsıcı bir dille anlatır , hayata farklı bir pencereden bakmanızı , düşünmenizi sağlar.

    okumanızı tavsiye ederim.
  • kitap gibi kitaptır.

    bende, sahaftan aldığım bir yayıncılık'ın 1984 yılı basımı var. yorumlarımı da onu baz alarak yapacağım, mevcut baskıda değişiklikler yapılmıştır muhtemelen.

    kitabın çevirmeni prof. dr. hüseyin hatemi. çeviri sırasında hem farsça hem de almanca metinden yararlanmış olması, metnin bazı noktalarında çok verimli sonuçlar vermiş. ayrıca çevirmen, hem yazara hem de konuya oldukça hakim olduğunu dipnotları ve eklemeleriyle gösteriyor. bir yerde metinde geçen bir yazar hakkında, dipnotta, "bu yazar hakkında bilgim yok" deme alçakgönüllüğünü dahi göstermiş. ama bazı noktalarda dipnotların uzunluğu ve fazla detay içermesi, metinde anlatılanları unutturabiliyor ve takibi zorlaştırabiliyor.

    ali şeriati, tezini sağlam temellere oturtmuş ve açıklamış. bunda, kendisinin batı kültüründen hint kültürüne ve tabii iran kültürüne kadar olan geniş bilgi birikimi ve araştırması sonucu, bu kültürlerin yazar ve filozoflarına yaptığı atıfların yeri çok büyük.

    kitaba ilk başladığımda yarıda kalmıştı. çünkü ilk kısmı biraz ağır seyrediyor. sonrasında daha akıcı bir hal alırken son 1/3'lük kısmı su gibi gidiyor. ki zaten tüm anlatılanların çözüme ulaştığı, konunun tam olarak oturduğu kısım da burası.

    eğitim sistemimiz ve hayat görüşümüz, bu kitap baz alınarak düzenlense, muhtemelen bugünkü sorunlarımızın çoğunu aşmış olurduk.

    --- spoiler ---

    kitabın, metni özetleyen güzellikte çok fazla cümlesi ve bölümü var ama iysar kelimesi ve anlamı, benim için kitabın altın vuruş noktası oldu.

    --- spoiler ---

    son olarak, benim elimdeki metinde, doğal olarak, çok fazla eski kelime var. bu da bazen okuma hızını kesebiliyor. bu yüzden yeni baskısını da edinip tekrar okumayı düşünüyorum. zaten dönem dönem okunası ve bahsedilen gelişimin hangi aşamasında olduğumuzun değerlendirilmesi gereken bir eser insanın dört zindanı.
  • insanın dünyaya karşı oluşturduğu kimliğin hangi kalıplar içinden geçtiğini ve nasıl şekillendiğini açık ediyor bu kitabında şeriati.
    ben bir şey istiyorum ama neden?
    bir şey savunuyorum gerçekte amacım ne?
    bu sorular cevaplandırılmazsa kişi elbette sürünün elemanı olacaktır.
  • ali şeriati'nin özellikle günümüz insanının içinde bulunduğu sıkışmışlıktan ve bu sıkışmışlığın getirdiği esaretten, onu esir eden zindanların neler olduğunu ve gerçek anlamda özgür olabilmek için bu zindanlardan nasıl kurtulacağından bahsettiği, bir solukta okunan vurucu ve bilinç yükseltici kitabıdır.

    bugün en büyük sorun insan sorunudur diye başlar konuşmasına ve ekler:
    (abadan petrol fakültesi konferansındaki konuşmasından derlenmiştir)
    “hayat daha çok aydınlandığı, dünya daha fazla kolaylaştığı, insan dünyaya daha çok egemen olduğu, problemler daha iyi çözüldüğü ölçüde insan sorunu da daha fazla problem olmakta ve daha fazla belirsizleşmektedir.”

    insan ve beşer kelime ve mana anlamlarının üzerinde bir hayli durmuştur. bunu özetle şöyle açıklamıştır:
    …iki insan vardır. biri biyolojinin bahsettiği insan (beşer),diğeri ise hakkında şairin konuştuğu,filozofun söz söylediği,dinin ilgilendiği insandır.

    kitapta bahsi geçen 4 zindan ise şunlardır:

    1.naturalizm(tabiatçılık): bu yaklaşıma göre asıl olan, tabiat, canlı fakat öz bilinci olmayan bir varlık. insan da bu canlının bilinçsiz ürünlerinden biridir. burada varılan nokta, insanın özgürlüğü tabiatın ona bahşettiği imkanlar dahilindedir. örnek olarak; çölde yaşıyorsak çöldeki hava ve su ,deniz kenarında yaşıyorsak farklı koşullar,güneyden kuzeye bambaşka durumlar yaşam şeklimizi şekillendirir. bugün ise insanlık bilim ve teknolojiyle bu koşullara bağımlılıktan kurtulmuştur. esasen bununla ilgili en güzel örnek yerçekimi yasasıdır. bu yasanın tutsağıyken artık kıtalar aşabilmekte insanoğlu.
    2.historizm (tarihselcilik) : bu yaklaşıma göre insan tarih tarafından meydana getirilmiş şeylerden ibarettir. şöyle ki; insanın sahip olduğu özelliklerin kişinin geçmişinden sonsuza kadar uzanan tarih sebebiyle olduğunu kabul eder ve örnek olarak da ana dil,din,ten rengi gibi doğarken sahip olduğumuz özelliklerden bahseder. bundan kurtuluşun da insanın öncelikle tarihin kendisine sunmuş olduğu süreci kabullenip daha sonra tarihin hareket yasasını keşfetmek ve kavramak akabinde gelecek süreçleri okuyarak onu yönlendirebilmek olduğundan bahseder.
    3.sosyolojizm (toplumculuk): bu yaklaşım da tabiatın ve tarihin etkilerini yadsımaz ancak insanı gerçekte meydana getiren şeyin ona egemen olan sosyal düzen ve çevre olduğunu savunur. bu olguda birey yoktur. insan seçen bir ben olarak var olamaz. yani ‘birey yoktur , bireyi toplum yaratmaktadır’ diyen görüştür. her birey toplumun onu meydana getirdiği gibidir. buradaki örneği de,bizim sıkça kullandığımız ve artık fenomenleşmiş olan’kendisi iyi ama çevresi kötü’ nün tam aksine ‘bende bir kötülük varsa bende kötülüğü yaratan ve seçen içinde bulunduğum sosyal çevredir, iyilik varsa da yine aynı şekilde içinde bulunduğum sosyal düzenden ileri gelmektedir’dir. kurtuluş toplumsal bilimleri incelemek ve karşılaştırmakdır.
    4. insanın kendisi : insanın en aciz,en tutsak olduğu ve kurtulmanın da bir o kadar zor olduğu zindan diye tanımlar ‘kendim’ zindanını.
    sebebini şöyle de güzel açıklar:
    “ilk üç zindanın benim varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve ben orada tutsaktım; kendi tutsaklığım hakkında bilgi ve bilinç sahibiydim. fakat dördüncü zindanın duvarları etrafımda bir duvar değildir. bu öyle bir zindandır ki onu kendimle birlikte taşıyorum. bundan dolayı bu zindana dair bilinç ve tanıma hepsinden daha zordur. burada tutsağın kendisiyle zindan birdir ve aynı olmuştur. hastalık ve hasta insan bir ve aynı olmuştur.bu bakımdan bu hastalıktan kurtulmak zordur.”

    peki en önemlisi bu kadar zor olduğundan bahsettiği bu zindandan kurtuluş yolu nedir?
    bu soruya ‘aşk’ cevabını verir ve toplumda yaygın olan aşk paradigmasına da değinerek genel hatlarıyla şöyle açıklar ve bitirir:

    `…` o da bizi sevsin diye birini sevmek, onun sevgisi bize bazı imkanlar sağlar diye birine sevgi beslemek ya da ihtiyaçlarımızı karşılamak için duyduğumuz adına aşk dediğimiz şey aslında ‘alışveriş’ten ibarettir. aşk ise her şeyi bir amaç uğruna gözden çıkarmak ve karşılığında hiçbir ödül istememektir. başka biri yaşasın bir ideali gerçekleşsin diye kendine ölümü seçmesidir. insanın kendini feda etmesidir bir anlamda. bu aşamada özgür insan meydana gelir ve bu en yüce insan olma aşamasıdır.
hesabın var mı? giriş yap