*

83 entry daha
  • http://www.taraf.com.tr/makale/4072.htm linkindeki yazıda oktay sinanoğlu beyefendiyi yerden yere vuran olmuş sevan nişanyan .

    türkçemize sırtımızı dayayarak bu mümtaz beyefendiyi anlamaya çalışalım. sevan nişanyan, oktay sinanoğlu'nun evrenkent buluşuna, tabirin karşılığı olarak düşünülen university'nin university olana dek geçirdiği evrimi kabaca ele alarak eleştiri getirmiş. ben de eleştiriye eleştiri getiriyorum; çünkü bu kelimelerin yolculuğu meselesine hasbelkader kafa yormuş biriyim; peki neden bu meseleyi "evrenkent" veyahut "oktay sinanoğlu" başlıklarında değil de bizzat burada işliyorum? efendim şu yüzden; biliyorum ki türkiye'de aydın olma koşulu olarak herkes bazı standartlar belirliyor; bunu ben de yapabilirim, başkası da. ancak bu aydın saptamalarının entelektüel düzeyde çarpışması gerektiğinde, aydın olarak düşünülen tipler (ne ürettikleri sorgulandığında, genelde pek bir eser bırakmadıkları anlaşılır; abuk sabuk polemikleri ve özel hayatlarından apartılmış gerzek magazin boklarını saymazsak tabi ki!) birbirlerini ortadan kaldırmak adına ya çok fazla okumadan ya da okuduğunu anlayamayacak ölçüde güttüğü ya da güdüldüğü ideolojinin köpeği haline gelmiş olduğu için okuma gereği duymadan kalemini çekiyor. işte bu çekilen kalemler, türkiye'deki "aydın" enflasyonu kapsamında neden evrensel (universalis, universitas) manada üretimin gerçekleşemediğinin bariz göstergesi. işte bu başlığa her bakan okuyucu da sevan nişanyan'ın aydınlığının ya da tam olarak dile getireyim, sevan nişanyan'ın rakibini yok etmeye yönelik çekilmiş kaleminin kalitesini, kalibresini anlayabilsin; işte bu entirinin burada yer almasının sebebi bu.

    şimdi gelelim konumuza. hemen bilmeyenler için özetleyeyim; oktay sinanoğlu "üniversite" yerine "evrenkent" kelimesinin kullanılmasını öneriyordu. internette ve kitaplarında araştırırsanız, kendince hangi ratio'ya (yani hem "mantık" hem de "yöntem"; kimi zaman mantık, yöntemin kendisi olabilir) sırtını dayadığını öğrenebilirsiniz; burada öncelikli olarak işlediğimiz konu bu değil. sevan nişanyan da http://www.taraf.com.tr/makale/4072.htm linkindeki yazısında bu "buluş"u eleştiriyor. işte bizi ilgilendiren de bu eleştiri. elimizde iki terim var: üniversite ve evrenkent.

    şimdi adım adım gidelim.

    1. adım: şöyle diyor sevan nişanyan: "evrenkent imiş, hah, güleyim bari! cahilliğin bu kadarı ancak okumakla olur demişler. univercity değil amca, university!" ileride "university" teriminin tam anlamıyla kökenini aktaracağım için bu kısmı geçiyorum.

    2. adım: s. nişanyan şöyle diyor: "universus latince sıfat, “hepsi bir yerde, hep beraber, topluca”. universus mundus deyimi felsefede “varolan şeylerin tümü, bütün dünya” anlamında kullanılmış. fransızca erken metinlerde aynen universe monde diye geçer, ama 1550’lerden itibaren universe (daha sonra univers) tek başına aynı işi görür olmuş. ingilizcesi de universe, yani evren."

    bu adımda karşımıza latincede bulunan "universus" (örnek olarak da "universus mundus") sıfatı çıkıyor. s. nişanyan “hepsi bir yerde, hep beraber, topluca” manalarını veriyor bu sıfatın. şimdi gelin beraber bu sıfatın köküne inelim, böylece benim yazıma bakarak da "cahilliğin bu kadarı ancak okumakla olur" diyen çıkmasın; hiçbir açık nokta bırakmayalım. bütün bu hengamede en eski kök olarak "bir sayısı", "yalnız," biricik", "yegane", "bir tek" manalarındaki "unus, a, um" sıfatını görmemiz gerekiyor. charlton t. lewis'in sözlüğüne ([1879], a latin dictionary; founded on andrews'edition of freund's latin dictionary (trustees of tufts university, oxford) bakarsak bu "unus" sıfatının eski halinin oinos veya oenos olduğunu görürüz. "uni-" önekinin "unus"tan hareketle hangi kelimenin başına gelirse, ekseriyetle "bir-tek" anlamını verdiğini görüyoruz: örneğin "manus", "el"; "unimanus"," tek elli" manasındadır. "genus", "doğum"; "unigena", "tek doğmuş" manasındadır. "color", "renk"; "unicolor", "tek renkli" manasındadır. yani sonuç itibariyle, "unus"tan itibaren üretilen her kelimede bir "bütünlük", "birlik" anlamı saklı olacaktır.

    s. nişanyan'ın bu 2. adımda kullandığı "universus" sıfatı da, tıpkı yukarıda verdiğim "unimanus", "unigena", "unicolor" örneklerinde olduğu gibi "unus" sıfatının başka bir yapıyla birleşmesinden oluşmaktadır. peki o yapı nedir? charlton t. lewis'in sözlüğüne bakarsak universus sıfatının, "unus" sıfatıyla "verto" fiilinden oluştuğunu görürüz: adj. unus-verto, turned into one, combined into one whole.

    burada "unus"la birleşen verto fiili (verto (vorto), ti, sum) "döndürmek", "çevirmek", "dönüştürmek" vb. manalardadır. haliyle yukarıdaki ingilizce karşılıklardan da anlaşılabileceği gibi, universus teriminde "tek bir yana dönme, döndürme, dönmüşlük" manası vardır. dilin matematiğinde hiçbir boşluk kalmaz; işte böylesine sağlaması mümkün, analizi, çözümlemesi mümkün bir yapıya sahiptir. gerçekten de s. nişanyan'ın dediği gibi universus sıfatının “hepsi bir yerde, hep beraber, topluca” manaları var ancak maalesef s. nişanyan belki bilinçli bir şekilde belki de bilinçsizce universus sıfatının bir manasını atlıyor ve "ingilizcesi de universe, yani evren" diyerek sanki sadece ingilizcede bu yapının "evren" manasına döndüğünü ima ediyor. oysa yine sözlükte "universus" maddesine bakarsak sıfatın cinssiz halinin (yani ikinci çekim sıfatlardan -um ekli olan) isimleşmiş yapısı yani "universum"un "evren" manasına geldiğini görürüz. sözlük şöyle diyor:

    universum, i, n., the whole world, the universe.

    ifadenin bu manada kullanım örneğine bakıyoruz; geç dönem latincesinde değil bizzat cicero döneminde yani i.ö. 1. yy'da universum'un, "evren" manasında kullanılmış olduğunu görüyoruz:
    tum censet imagines divinitate praeditas inesse in universitate rerum: tum principia mentis, quae sunt in eodem universo, deos esse dicit, cic. n. d. 1, 43, 120: genitor universi, col. 3, 10, 10.

    yani s. nişanyan'ın dediği gibi ("1550’lerden itibaren universe (daha sonra univers) tek başına aynı işi görür olmuş") "universus mundus" ifadesinin yani "bütün dünya" manasının tek başına "univers-" yapısıyla aktarılması için i.s. 1550'ler beklenmemiş, i.ö. 1. yy.'da yaşamış büyük romalı zihni cicero "univers-" yapısını "evren" manasında kullanmış. peki s. nişanyan bunu biliyor mu? kanaatimi sorarsanız, bilmiyor. ancak biraz daha ileriye giderek söyleyeyim; bana kalırsa "bilseydi de söyleyemezdi".

    3. adım: s. nişanyan şöyle diyor: "universitas başka, evrenle alakası yok, “birlik, dernek, cemiyet”. ortaçağ hukukunda “tüzel kişilik sahibi lonca” için kullanılan bir tabir. galiba ilk kez 1160’larda paris’te, ya da ondan beş on yıl önce italya’daki bologna’da ders okutan hocalar bir araya gelip haklarını daha iyi korumak ve kim ders verebilir kim veremez meselesini kurala bağlamak için bir universitas kurmuşlar. bir de resmî berat almışlar ki, eşrafı, derebeysi, kilisesi, paşası, eşkiyası şusu busu işlerine karışmasın, kendi koydukları kurallar çerçevesinde serbestçe ders verebilsinler."

    burada s. nişanyan'ın kalemi giderek sertleşmiş; fanatikleri, holiganları kusura bakmasın ama benim entirim de sertleşebilir bu yüzden. kimsenin gözünün yaşına bakmam; ben böyle hatalar yaptığım zaman üniversitede canıma okurlar; kimse de hata yapmasın, ya da herkes köşe yazarı olmasın. ya da kimse bilmediği konuya dalmasın. s. nişanyan "universitas başka, evrenle alakası yok" diyor. unus'tan universus'a ifadenin nasıl bir genişleme gösterdiğini yukarıda kabaca anlatmaya çalıştım; en nihayetinde s. nişanyan'ın univers- yapısının tek başına (yanında "mundus" olmadan) ingilizcedeki "universe"in içerdiği "evren" anlamını vermesi için boş yere okuyucuları 1550'ye götürdüğünü gördük. zaten univers- yapısı muhtelif romalı entelektüellerin zihninde "evren" manasıyla kendini gösteriyordu. universitas kelimesi ise yapıca "ben soyut anlamlıyım" diye bağırıyor. zira latincede "-tas" soneki soyut anlamlılık katar. örneğin "humanus" , "insana ait, insan sever"; "humanitas" ise "insanlık, insancıllık, beşeriyet" manasındadır. "incolumis" sıfatı "sağ salim"; "incolumitas", "sağ salimlik", "güvenlik" manasındadır. burada da universus sıfatından türeyen "universitas" ifadesi haliyle yukarıdaki örnekler gibi soyut anlamlı olacaktır.

    dr. sina kabaağaç'ın erdal alova ile birlikte hazırlamış olduğu sözlüğe bakarsak s. nişanyan'ın "universitas başka, evrenle alakası yok" ifadesinin ne kadar hatalı olduğunu görürüz: http://farm4.static.flickr.com/…83_ed70cac2a1_o.jpg görüldüğü gibi "universitas" teriminin "evren" manası da vardır! peki s. nişanyan ne diyordu? "universitas başka, evrenle alakası yok..." alakası var mıymış?

    sina hoca'nın sözlüğüne güvenmeyecek birileri olabilir tekrar charlton t. lewis'in sözlüğüne "universitas" maddesine bakıyoruz ve "universitas"ın "evren"le bir alakasının olup olmadığını inceliyoruz. lewis ilk mana olarak " the whole" demiş; daha sonra da "the whole number of things, the whole world, the universe" demiş. peki s. nişanyan'ın ve fanatiklerinin iyi anlayabilmesi için tekrar soralım: "universitas" teriminin "evren"le bir alakası var mıymış? lewis'in aynı maddede aktardığına göre "universitas"ın bu manada kullanımı oldukça eski, bkz:

    universitatis corpus, cicero, univ. 5; so id. ib. 12: volubilis, plinius, 2, 5, 4, § 11: ambitus terrae totius ad magnitudinem universitatis instar obtuet puncti, ammianus, 15, 1, 4.

    eğer sina hoca'nın ve lewis'in sözlüğüne inanmıyorsanız, aynı şekilde oxford latin dictionary'deki "universitas" maddesine bakın. eseri bulup bulamayacağınızı bilmiyorum, ama en azından araştırmayacağınızı biliyorum; o yüzden ilgili kısmı kestim flickre attım, buyrun:
    http://farm4.static.flickr.com/…_9d23729a98.jpg?v=0

    bu örneklerde altını çizdiğim isimlerin hangi tarihlerde yaşayıp, "universitas" teriminin "evren" manasında kullanımının gerçekleştiği, adı geçen eserlerin hangi tarihlerde yazılmış olduğunu inceleyin. ve sonra gelip burada "universitas" teriminin manalarından birini görmezden gelin!

    terminolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanabilirdim; ancak okuyucuları terimlere boğmadan ve hatta yapının sonraki gelişimine bile değinmeden, doyurucu bir entiri girmeye çalıştım. olabildiğince az insanın her şeyden evvel içindeki samimi "öğrenme" aşkını, samimiyetsiz siyasi çekişmelere yem etmesini isterim. "isterim" diyorum, çünkü umabileceğim bir durum ve üzerinden sekebileceğim bir konum yok. "isterim" diyorum, çünkü gerçek neyse, onun peşinden koşmayı marifet bellediğimle övünmek istiyorum. hiç bilmeden ferrari'nin motorlarıyla ilgili ahkam kestiğim gün, bu entiriyi bana yedirin "isterim" ayrıca.
  • "universitas" mevzusunda ii. posta

    sevan nisanyan beyefendinin benim aktarımlarıma cevaplarını okudum. nereden mi okudum? bir karındaşım kendisiyle email yoluyla görüşmüş; buradaki yazımı haliyle bir feveran içinde yanıtlamaya çalışmış. önce klasik dile sığınarak buradaki yazımla kendisine "sorospu çocuğu" imasında bulunduğumu sanmış ve klasik haline gelmiş olan "söyleyecek sözüm yok, o halde ortalıkta dolaşan yaftalardan biri bana yapıştırılmaya çalışılmış olsa da olmasa da, onun üzerinden bilgisizliğimi örteyim" kolaycılığına kaçmış. kusura bakmasın kimse; ancak benim entirimde sevan bey'in soros'la olan herhangi bir bağlantısına vurgu yapılmamış olmasına rağmen, sanki ben tümüyle siyasi bir art niyetle tarihin ve kamusun tozlu yapraklarından universitas'ı çıkarmışım gibi, burada ele aldığım yazısı gibi başka bir içi boş yazı döşemiş.

    yanıtı aklınca beni ulusalcılar (laikçiler) - sorosçular (tamamen duygusal'cılar) yaftalama mücadelesinde safmışım gibi gösteren şu ifadeyle başlıyor:

    "sizi kandırdım. vatanı bölmeye ve emperyalizme yem etmeye yönelik gizli emellerim doğrultusunda herkesi yanılttım. itiraf ediyorum. mea culpa. halbuki soros’a o kadar söylemiştim, bozma bu türkçeyi o kadar, sonunda anlayacaklar hain emellere hizmet ettiğimizi, bak latince bilen evrenkentliler bile var artık diye. heyhat, dinlemedi. sen yaz arkandayım diye beni kandırdı."

    bu ironiyle başlıyor yanıtı sevan bey'in. oysa şöyle kabaca incelense bile anlaşılacak ki, benim yazımın hiçbir yerinde, burada ilköğretim talebesi seviyesine cuk diye oturan ironiyi (ve bundan sonra bu tarz "örtmenim kemalettin benim saçımı çekti" kıvamındaki kaba ironilere "sevanus stilus" diyeceğim; belki culpa'sından taşamadan herkesi yanıltmasını da becerebilenler beceremeyenlere rehberlik edebilirler, benim iromin altında ezilmeden.) tetikleyecek bir ifade geçmiyor. sevan bey'in neden birden, kendisine "sen sorosçusun!" denmişçesine, tepki gösterdiğini, yukarıda da çıtlattığım gibi anlayabiliyorum. tipik, "söyleyecek ya da öğretecek bir şeyi olmayan" çaresiz zihnin içinden çıkamadığı dehlizde dişlerini duvara sürtmesi bu. oysa "latince bilen evrenkentliler bile var artık diye..." ironisinin altının hakkaniyetle çizilebilmesi için, kendisinin yazısına eleştiri getiren bir başka yazının sahibinin (yani benim) en azından malum yapıya "evrenkent" denmesini makul ya da olumlu karşılamam gerekirdi. oysa "evrenkent" tabirinin müptelası olmadığım gibi oktay sinanoğlu'nun bir tv programında "artık milyonlarca öğrenci 'evrenkent' tabirini kullanıyor" deyişini de fazlasıyla manasız ve gerçek-dışı buluyorum. dahası sevan bey'e getirmiş olduğum eleştiri iyi okunmalı; herhangi bir yerinde "oktay sinanoğlu'nun evrenkent deyişi doğrudur; universitas da doğrudan evrenkent kelimesinin karşılığıdır, özüdür" demişliğim de yok.

    sevan bey agos gazetesinde çıkan yazılarını yayınladığı (gerçekten öyle mi bilmiyorm, zira agos gazetesinde ne yayınlayıp ne yayınlamadığını da bilmiyorum, bu gazeteyi herhangi bir noktada görmüşlüğüm bile yok; en azından sitenin tepesinde yazdığına göre gerçekten öyle olmalı) blogunda da (http://nisanyan.blogspot.com/) itiraf ettiği gibi başkalarının ideolojik saplantılarına illet olmasına rağmen (http://nisanyan.blogspot.com/…l-sozlukcu-oldum.html "...sözlüğün en zayıf tarafı esas türkçe kısmıdır, fena halde farkındayım. sebebi aslında basit. bir kere çalışmaya ilk başlama mantığı gereği “öz” türkçeyi uzun süre ihmal ettim. biraz yama gibi durdu. ikincisi, bizde “türkolog” diye geçinenleri okudukça adamların ideolojik saplantılarına illet oldum.") ya da dil çalışmalarına gerçekten de "ideolojik bir hırsala başladığını kendisi söylemiş olmasına rağmen (http://nisanyan.blogspot.com/…l-sozlukcu-oldum.html "... ideolojik bir hırsla işe girişmişim. baştaki niyetim de zaten o kadar iddialı bir şey değil, türkçedeki yabancı asıllı kelimeleri dökmek, o kadar.") ya da kendisi gibi düşünmeyen insanların dil çalışmalarından hareketle onları "ideoloji memuru" olarak değerlendirmesine rağmen (http://nisanyan.blogspot.com/…l-sozlukcu-oldum.html "...arapça ile farsçadan habersiz, muhtemelen fransızca bile bilmeyen, bilmediği şeyi sözlükten bakmaya üşenen bir ideoloji memuru bu işe soyunabiliyorsa ben niye yapmayayım diye düşündüğümü hatırlıyorum. ") benim burada yazmış olduğum yazıdaki tespitte geçen "birbirlerini ortadan kaldırmak adına ya çok fazla okumadan ya da okuduğunu anlayamayacak ölçüde güttüğü ya da güdüldüğü ideolojinin köpeği haline gelmiş olduğu için okuma gereği duymadan kalemini çekiyor. işte bu çekilen kalemler, türkiye'deki "aydın" enflasyonu kapsamında neden evrensel (universalis, universitas) manada üretimin gerçekleşemediğinin bariz göstergesi." ifadesini ise üzerine alınarak yazdığı mailinde "fikir ve vicdanının 'güdüldüğünü' ileri sürmek, hatta ileri sürmeden ima etmek, aklı başında bir insana yapılabilecek en büyük hakarettir. anama sövseniz güler geçerim; bunu cevapsız bırakamam." cevabını vermesi gerçekten tuhaf! siz çıkıp istediğiniz insanı "ideoloji memuru" ilan edebiliyorsunuz, birisi (yani ben) çıkıp da "güttüğü ya da güdüldüğü ideolojinin köpeği haline gelme..." durumundan bahsedince (ki sevan bey'i kastettiğimi de söylemiyorum) bunu " aklı başında bir insana yapılabilecek en büyük hakarettir" diye değerlendiriyorsunuz; ne güzel değil mi standardınız! siz istediğiniz yaftayı yapıştırın, biri sizi eleştirdiğinde ise ya size ulusalcı-laikçi-şeriatçı bilmemneci gibi klişe saldırı araçlarından biri olan "sorosçu" ifadesini kullanarak saldırmış olsun; oysa benim yazımın neresinde soros ifadesi geçiyor? neden sevan bey köşeye sıkışınca bu dönemin klişelerinden birine sığınıyor? neden bu toprağın az biraz bilgili (ki sevan bey'in bugüne kadar ne ürettiğini de bilmiyoruz; kayda değer çalışması var mı yok mu, yurtdışında ciddiye alınmış eseri var mı yok mu bilmiyoruz; dil konusunda bu denli saldırgan olduğuna ve demagojisiz yapamadığına göre, "çok laf az iş" düsturunu hayatına yem etmiş olmalı. zira akademik çevrelerde de pek tanınan biri değil, yabancı kaynakları taradım kendisinin herhangi bir çalışması da yok) her insanı sıkışınca aynı ilköğretim talebesi kıvamında yoğruluyor? aynı şeyi yine taraf'tan gökhan özgün yapmıştı. ve ben bunun üzerine ulusalcılık başlığına bir entiri girmiştim; bakın ne demiştim:

    "...ulusalcılar diyelim ki, sığ düşünüyorlar. oturdukları yerden kavram uyduruyorlar, sığındıkları numen ise atatürk mitosu tamam da, ben anti-ulusalcı yazarların neredeyse tamamında karşı tez olarak 'ben vatanını satan o. çocuğu bir hain değilim' iğnelemesinden ötesini göremiyorum. birikim dergisi'ni çıkarın doğru dürüst ulusalcılık eleştirisi okuyamıyorum. ulusalcılık beter bir şey ise, ki nasyonal sosyalizmle eş tutulabiliyor kimi zaman, o halde çözümü arayalım. ama ben çözüm göremiyorum, görebildiğim tek şey şu: 'henüz sahibi olduğu kişiye ait olup olmadığı belli olmayan darbe günlükleri' ve 'ben vatanını satan neo-liberal bir o... çocuğuyum' iğnelemesi..."
    devamını okuyun: #13598000

    gökhan özgün o yazısında 'ben vatanını satan neo-liberal bir o... çocuğuyum' diyor, sevan nişanyan da bu cevabında (aynı zamanda taraf'ın bugünkü sayısında yayınlandı: http://www.taraf.com.tr/makale/4250.htm) "sizi kandırdım. vatanı bölmeye ve emperyalizme yem etmeye yönelik gizli emellerim doğrultusunda herkesi yanılttım. itiraf ediyorum. mea culpa. halbuki soros’a o kadar söylemiştim, bozma bu türkçeyi o kadar, sonunda anlayacaklar hain emellere hizmet ettiğimizi, bak latince bilen evrenkentliler bile var artık diye. heyhat, dinlemedi. sen yaz arkandayım diye beni kandırdı" diyor. ne ala memleket! bu nasıl bir komplekstir, bu nasıl bir sığ düşünceliliktir! söyleyecek sözü olmadığı noktada, kendilerine eleştiri getiren herkes ilköğretim talebesi kıvamında "bana ne bana ne..." demeye başlıyor. bu mudur bizim köşe yazarlarımızın yazı yazma, bilgilendirme etiği ve eşiği?

    sevan bey bütün bunları bal gibi bilmesine rağmen; gerçeği itiraf edemiyor. aksine saldırıyor. şöyle diyor:

    "ekşi sözlüğe teker teker yazmışlar, koskoca cicero’yu bile bilmediğimi, bilsem de halktan gizlediğimi, ammianus marcellinus gibi dev bir yazarı gözden saklamaya çalıştığımı, metrelerce döktürmüşler. cicero’nun universus (hepsi, topu) sıfatından nötr isim olan universum (varolan şeylerin hepsi, yani evren) sözcüğünü felsefi bir kavram olarak kullandığını kim bilmez? işte foyam döküldü orta yere çamaşırcı teyzenin kirli bohçası gibi. fransız akademisinin sözlüğüne kanıp kelimenin bu anlamı 1550’lerde çıkmıştır diye yalan söylemişim göz göre göre. tuh bana! sevan nişanyan’ın sözlüğündeki (www.nisanyansozluk.com) üniversel maddesine bile bakmamışım, universus sıfatının yapısını öğreneyim diye."

    ekşi sözlük'e teker teker yazdım. çünkü birisi universus sıfatından hareketlenip "university" teriminin türkçe karşılığı olarak "evrenkent" teriminin kullanılamayacağını söylerken arada büyük hatalar yaparsa, ben bunun hesabını "teker teker" sorarım; zira bana öğretilen de budur: "1. hesabını veremeyeceğim konuda ahkam kesmem; 2. hesabını veremeyeceğim cümleyi a. 'sanki bana aitmiş gibi' b.'başkasına ait olsa bile' ortaya saçıp aktarmaya çalıştığım bilginin doğruluğunu kanıtlamışım gibi gerinmem."

    burada ne diyor sevan bey? "koskoca cicero’yu bile bilmediğimi, bilsem de halktan gizlediğimi, ammianus marcellinus gibi dev bir yazarı gözden saklamaya çalıştığımı, metrelerce döktürmüşler." diyor; oysa ortaya koymuş olduğu yazılardan hareketle hasbelkader elinin kalem tuttuğunu varsayabileceğimiz sevan bey'in türkçesine güvenmek isterdim. ben ne demiştim? şunu demiştim:

    ***
    2. adım: s. nişanyan şöyle diyor: "universus latince sıfat, “hepsi bir yerde, hep beraber, topluca”. universus mundus deyimi felsefede “varolan şeylerin tümü, bütün dünya” anlamında kullanılmış. fransızca erken metinlerde aynen universe monde diye geçer, ama 1550’lerden itibaren universe (daha sonra univers) tek başına aynı işi görür olmuş. ingilizcesi de universe, yani evren."
    ...
    ifadenin bu manada kullanım örneğine bakıyoruz; geç dönem latincesinde değil bizzat cicero döneminde yani i.ö. 1. yy'da universum'un, "evren" manasında kullanılmış olduğunu görüyoruz:
    tum censet imagines divinitate praeditas inesse in universitate rerum: tum principia mentis, quae sunt in eodem universo, deos esse dicit, cic. n. d. 1, 43, 120: genitor universi, col. 3, 10, 10.

    yani s. nişanyan'ın dediği gibi ("1550’lerden itibaren universe (daha sonra univers) tek başına aynı işi görür olmuş") "universus mundus" ifadesinin yani "bütün dünya" manasının tek başına "univers-" yapısıyla aktarılması için i.s. 1550'ler beklenmemiş, i.ö. 1. yy.'da yaşamış büyük romalı zihni cicero "univers-" yapısını "evren" manasında kullanmış. peki s. nişanyan bunu biliyor mu? kanaatimi sorarsanız, bilmiyor. ancak biraz daha ileriye giderek söyleyeyim; bana kalırsa "bilseydi de söyleyemezdi".
    ***

    nasıl da çarpıtıyor sevan bey. okuduğunu anlayabilecek düzeyde türkçe bilen herkesin rahatlıkla tespit edebileceği gibi, burada benim sevan bey'e bilmediğini söylediğim cicero ve ammianus'un kendileri değil; -verilen örneklerden hareketle- cicero, ammianus ve hatta plinius'ta "universum" ifadesinin "evren" manasında kullanılmış olduğudur. durum bundan ibaret değil mi? "ekşi sözlüğe teker teker yazmışlar" diyor sevan bey; kendisi bulunuşu oktay sinanoğlu'na ait olan, yanlış olduğunu düşündüğü bir terimi "teker teker" incelerken bir sorun yok da; biri çıkıp da bu eleştiriyi "teker teker" eleştirmeye kalkınca mı bu rahatsızlık yaratıyor? burada görüldüğü gibi açıkça sevan bey açık olan bir bilgiyi atlıyor; "1550’lerden itibaren universe (daha sonra univers) tek başına aynı işi görür olmuş" diyor; ben de buna karşılık i.ö. 1. yy.'da büyük romalı zihni cicero zaten universum'u tek başına evren manasında kullanmıştı diyorum. ne var bunda? sevan bey "bilmiyordum" diyemez mi? bilmediği bir konuda atıp tutma cüretini gösterebildiği için, bilmediğini itiraf edemeyeceğini de çıkarmamız gerekir. bu yüzden benim burada "sevan bey 'bilmiyordum' diyemez mi?" diye sormamın da bir anlamı yok haliyle.

    ayrıca burada bir bilgi aktarımı etiği devreye girer. bir gazetede köşe sahibi olup, okuyucuları bilgilendirmeye kalkışan sevan bey, yine yukarıda da görülebileceği gibi mesajında şöyle bir şey diyor: "fransız akademisinin sözlüğüne kanıp kelimenin bu anlamı 1550’lerde çıkmıştır diye yalan söylemişim göz göre göre. tuh bana!" bu ironisi yine, deyim yerindeyse, kafa göz yarıyor: zira benim eleştirdiğim yazısındaki ilgili ifadesi şöyleydi: "fransızca erken metinlerde aynen universe monde diye geçer, ama 1550’lerden itibaren universe (daha sonra univers) tek başına aynı işi görür olmuş." oysa bu bilgiyi nereden aldığını da aktarmıyor sevan bey! biz bu bilgiyi yolladığı yanıt mailinden öğreniyoruz; yani sevan bey gazetedeki köşesinden bilgi aktarırken kullandığı kaynağı da es geçiyor! daha sonra "benim yazdıklarımın içi boş değil" imasında bulunabilmek adına, yanıt mailinde kaynağını zikrediyor. madem söz konusu kaynaktan beslendi, peki neden ilgili yazısında aktardığı bilginin kaynağını vermedi? sahi etik diye bir şey vardı değil mi sevan bey? bundan sonra okuyucularınız, yazılarınızdaki bilgilerin kaynağını, size ekşi'de "teker teker" yazılmış entiriler sayesinde "sizden" öğrenebilecek sanırım. oysa "fransızca erken metinlerde aynen universe monde diye geçer,..." dediğinizde ne de bilgili görünüyordunuz, değil mi!

    ayrıca yazısında "universitas başka, evrenle alakası yok" diyen ben miyim? sevan bey yazısında (http://www.taraf.com.tr/makale/4072.htm) söylüyor bunu. ve yine yukarıda işlediğim ilköğretim talebesine yakışan ironisine sığınıyor, çünkü başka bir silahı yok:

    "doğruları görünce artık dayanamadım, du cange’ın on ciltlik hayvani ortaçağ latincesi sözlüğüne baktım. ne bulsam beğenirsiniz? o da vatan haini liboş değil miymiş? herif sekizbin sayfalık sözlük yazmış, üstelik de papaz, ama universitas sözcüğüne karşılık bakın ne demiş: 1. “bir kentin sakinlerinden oluşan topluluk veya birlik, yani commune” (bizdeki belediyedir, daha doğrusu ingilizce anlamıyla corporation), 2. “bir dini kurum mütevellilerinin tüzel kişilik sahibi heyeti, yani collegium”, 3. “üniversite”. hepsi bu kadar. evrenkent yok. saklamış utanmadan."

    peki benim eleştiri yazımda "universitas"ın bir karşılığı da evrenkent'tir, denmiş mi? hayır. oysa ben ne demiştim?

    ***
    dr. sina kabaağaç'ın erdal alova ile birlikte hazırlamış olduğu sözlüğe bakarsak s. nişanyan'ın "universitas başka, evrenle alakası yok" ifadesinin ne kadar hatalı olduğunu görürüz: http://farm4.static.flickr.com/…83_ed70cac2a1_o.jpg görüldüğü gibi "universitas" teriminin "evren" manası da vardır! peki s. nişanyan ne diyordu? "universitas başka, evrenle alakası yok..." alakası var mıymış?

    sina hoca'nın sözlüğüne güvenmeyecek birileri olabilir tekrar charlton t. lewis'in sözlüğüne "universitas" maddesine bakıyoruz ve "universitas"ın "evren"le bir alakasının olup olmadığını inceliyoruz. lewis ilk mana olarak " the whole" demiş; daha sonra da "the whole number of things, the whole world, the universe" demiş. peki s. nişanyan'ın ve fanatiklerinin iyi anlayabilmesi için tekrar soralım: "universitas" teriminin "evren"le bir alakası var mıymış? lewis'in aynı maddede aktardığına göre "universitas"ın bu manada kullanımı oldukça eski, bkz:

    universitatis corpus, cicero, univ. 5; so id. ib. 12: volubilis, plinius, 2, 5, 4, § 11: ambitus terrae totius ad magnitudinem universitatis instar obtuet puncti, ammianus, 15, 1, 4.

    eğer sina hoca'nın ve lewis'in sözlüğüne inanmıyorsanız, aynı şekilde oxford latin dictionary'deki "universitas" maddesine bakın. eseri bulup bulamayacağınızı bilmiyorum, ama en azından araştırmayacağınızı biliyorum; o yüzden ilgili kısmı kestim flickre attım, buyrun:
    http://farm4.static.flickr.com/…_9d23729a98.jpg?v=0
    ***

    sevan bey yine şöyle diyor: "geriye aklımı kurcalayan tek konu kalıyor, onu da da yakında öğretirler umarım. –sity ile –city sanki farklı şeylermiş gibi geliyor bana, okunuşları benzese de. ama koskoca amerika’nın en genç emekliye sevkedilen kimya profesörü, konya teknik üniversitesi alimlerinden prof. dr. oktay sinanoğlu sity demek kent demektir diyorsa bana susmak düşer tabii, o kadarcık ingilizce bilmeyecek hali yok ya?"

    oysa ben sevan bey'in yazısına yazdığım yanıt mailinde de söylediğim şeyi burada da tekrarlamak istiyorum. üniversitede "latin dili ve edebiyatı" bölümünde lisans eğitimi gören her öğrencinin bileceği (ya da bilmesi gerektiği) gibi -tas ekiyle yapılmış kelime türetimlerinde soyut anlamlılık vardır. yazımda da verdiğim örneklere bakınız. humanus'tan humanitas çıkmıştır; yani "insana özgü"lükten "insancıllık" çıkmıştır. burada da görüldüğü gibi "universus"tan da "universitas" çıkmıştır. nasıl ki latincedeki "humanitas" teriminin ingilizcedeki karşılığı "humanity" ise, "universitas"ın karşılığı da "university"dir. yani burada açıkça görüldüğü gibi univer-city değil universi-tas yapısı görülmeli. sonuç olarak oktay sinanoğlu'nun veya bir başkasının evrenkent tabirini "univer-city"e dayandırması en az sevan bey'in yukarıdaki sayıklamaları (bir kelimenin var olan manasının aslında olmadığını iddia etmek) kadar saçmadır. sevan bey'le olan mesajlaşmalarımızda "oktay sinanoğlu'nun saçma buluşuyla alakalı neden yazmadığıma dair" bana ima da bulunmuştu, buyursun alsın bu yazıyı, hazmetsin!

    sevan bey yine "doğruları görünce artık dayanamadım, du cange’ın on ciltlik hayvani ortaçağ latincesi sözlüğüne baktım. ne bulsam beğenirsiniz? o da vatan haini liboş değil miymiş? herif sekizbin sayfalık sözlük yazmış, üstelik de papaz, ama universitas sözcüğüne karşılık bakın ne demiş: 1. “bir kentin sakinlerinden oluşan topluluk veya birlik, yani commune” (bizdeki belediyedir, daha doğrusu ingilizce anlamıyla corporation), 2. “bir dinî kurum mütevellilerinin tüzel kişilik sahibi heyeti, yani collegium”, 3. “üniversite”. hepsi bu kadar. evrenkent yok. saklamış utanmadan." diyor sığ üslubuyla.

    oysa burada aslolan, yani sevan bey'e bu ikinciyi yazdıran benim kendisine karşılık yazmış olduğum yazıda sevan bey'in universitas kelimesiyle alakalı olarak "universitas başka, evrenle alakası yok" demiş olmasıydı; dahası "univers-" yapısının evren manasında kullanımı için i.s. 1550'lerin beklendiğini söylemişti. oysa ben de demiştim ki, i.ö. 1.yy'da cicero bu univers- yapısını evren manasında zaten kullanmıştır! sevan bey'in son yazısında ise bir sözlükten hareketle manaları açıklarken "hepsi bu kadar. evrenkent yok" diyor. yahu "universitas'ın evrenkent manası vardır" diyen olmadı ki zaten. benim yazımın hiçbir yerine evrenkent ifadesi kullanılmadı; ben bu kelimeyi normal hayatımda kullanmadığım gibi ekşi sözlük'te de kullanmıyorum. sevan bey'e yazmış olduğum yanıt yazısında da kullanmadım! ben "universitas" kelimesinin de "univers-" yapısının da "evren" manasına geldiğini antik dönem roma'sından örneklerle sundum; bunun evrenkentle ne alakası var? neden bu kadar sığ bir "ilköğretim talebeliği" yapılıyor? neden?

    aksine latincedeki "-tas" ekiyle alakalı söylediklerimle zaten "evrenkent" önerisinin bir dayanağının olmadığını kanıtlamış oluyorum, bas bas bağırmış oluyorum. sevan bey bunu da yani "-tas" ekinin kattığı anlamı da bilmediği için, benim yazımı da anlayamadı. soros'tan girdi, universitas'ın evrenkent manasından çıktı. oysa ki iki söylem de benim yazımda barınmadı, barınamayacak. çünkü ben burada bilgi aktarıyorum; "o doğru değil, bu doğru" diyorum. yanılamaz mıyım? yanılabilirim. ama biri yanıldığımı söyleyecekse, konumuz dahilinde gramer açıklamasını yapsın, külliyattan örnekler sunsun. aksi durumda soros moros dinlemem. birinci sınıf latin dili öğrencilerinin rahatlıkla çözebileceği sorunun üstesinden gelemeyen, daha sözlüğe bakmayı bilmeyen sevan nişanyan'ın ortalıkta dolaşıp "dilci" geçinirken, bu konuda yıllarını vermiş, kitaplar yazmış, makaleler yazmış hakiki dilciler susuyorsa, bu da onların ayıbıdır.

    şu universitas'la alakalı olarak son birkaç şeyin daha altını çizmek istiyorum, böylece entiriyi kapayacağım.

    ispanyol filozof juan de mariana universitas terimini "bütünlük", "evrensellik" olarak kullanmıştır; univers- yapısında evrenselliği görmüştür: universitas, universus populus, universa reipublica gibi [harald ernst braun, juan de mariana and early modern spanish political thought, p.29, ashgate publishing, ltd., 2007]. bu gerçekten de "univers-" yapısının ilk düşündürdüğü şeydir. burada bir bütünlük, bir her yeri kaplama, her yere özgü olma, her yerden parça taşıma anlamları vardır. bu da haliyle "evrensellik"tir. peki evrensellik nedir? bunu iyi tahlil etmenizi isterim; türkçede evrensel kelimesinin hangi manada kullanıyoruz? tdk'nın sitesinde şöyle deniyor: 1. evrenle ilgili. 2. bütün insanlığı ilgilendiren, âlemşümul, cihanşümul, üniversal http://tdkterim.gov.tr/…ri=veritbn&kelimesec=118938. burada hem evrene hem de insanın yaşadığı dünyaya yönelik bir bütünlük akla gelir. bu yüzden univers- yapısında dair incelemede mutlaka bu çift-başlılığı görmemiz gerekir. evren ve dünya: zira biz makro açıdan hem evrendeyiz mikro açıdan hem de dünyadayız, evimiz ve evimizin bulunduğu mahallemiz gibi.

    peki university kelimesinin latincedeki, sürekli bahsettiğimiz "universitas" teriminden geldiğini söyleyenler olmuş mudur? sevan bey'in aksine "evet olmuştur". sevan bey ideolojisini satabilmek uğruna alakasız buluyor ancak meşhur ansiklopedilerden penny cyclopaedia of the society for the diffusion of useful knowledge (c. knight, 1843) "university" maddesinde diyor ki "this word (university) is the english form of the latin universitas, which is often used by the best latin writers". aynen benim yukarıda da dile getirdiği gibi, değil mi? "the best latin writers" kullanmış, peki ben ne demiştim? sevan nişanyan bunu bilmez demiştim. haklı mıymışım? aynı tanımlamayı "the standard library cyclopaedia of political, constitutional, statistical and forensic knowledge. forming a work of universal reference on subjects of civil administration, political economy, finance, commerce, laws and social relations, h.g. bohn, 1853" künyeli eserin 861. sayfasında da görüyoruz. dileyen araştırabilir.

    arthur english'in a dictionary of words and phrases used in ancient and modern law başlıklı çalışmasının (wm. s. hein publishing, 1987) 800. sayfasındaki universitas maddesinde de ilk tanım "a university." dir. s. c. woodhouse'un the englishman's pocket latin-english and english-latin dictionary başlıklı sözlüğün (taylor & francis, 1913) 195. sayfasındaki universitas maddesinde de "university" manası vardır.

    jeff jeske, storied words: the writer's vocabulary and its origins adlı eserinde (iuniverse, 2004) 254. sayfada university terimini universitas terimiyle açıklar.

    ernest weekley'in etymological dictionary of modern english: in two volumes adlı eserinde (courier dover publications, 1967) 1569. sayfada (modern) university'i "universitas"la açıklar.

    joseph esmond riddle'ın the young scholar's latin-english dictionary, being an abridgment of the 'complete latin-english dictionary' adlı eserinin (london 1853) 278. sayfasındaki university maddesinde "academia; universitas" denir.

    benim söylediklerimi destekleyen bu gibi örnekleri çoğaltabilirim. ama şimdilik yeter bu kadar; sevan bey hatasını anlayıp, ideolojinin kendisine takmış olduğu gözlükleri çıkarmalı ve aktardığım bilgilere bakarak eksiklerini gidermeli. bunu bilgi aşkı için değilse bile en azından, varsa, okuyucularına duyduğu saygıdan ötürü yapmalı; çünkü kimsenin kimseyi göz göre göre yanlış bilgilendirmeye hakkı olmamalı. hele ki fanatikliğin marifet olarak bellendiği ülkemizde...

    not:

    1. sevan bey ile olan yazışmalarımızdan ilgili kısımları burada yayınlayıp yayınlayamacağıma dair kendisinden izin almıştım, bu konuda kendisine teşekkür ederim. ancak zaten kendisinin de bana bildirdiği gibi, bugünkü taraf gazetesinde de bana yazdıkları yayınlandı kendi köşesinde. bu izne de ihtiyacım kalmadı anlayacağınız. ancak yine de daha evvel yayınlamayı düşündüğüm bu entiriyi, yazısının bugün resmen yayınlanacağını söylediği için, "etik olmaz gerekçesiyle" bugüne erteledim. sonuç itibariyle sizden tek istediğim şey, klavyemin samimiyetine güvenmeniz, "er ya da geç", bu böyle.

    2. sevan bey'le ilk görüşüp beni haberdar eden pelops'a da teşekkür ederim.
  • aslına bakılırsa herhangi bir düşün adamının herhangi bir konuda art-niyetli olmasını yadırgamam ancak bu art-niyetlilik durumu yazarda kronik bir rahatsızlığa dönüşünce, ideolojinin güttüğü her satırından belli olan -sorgulayıcı zihin yapısından yoksun yazılar çıkmaya başlıyor. ben bu noktada besmelemi tekrarlarım: "homo insipienslik bu" bunu derim, çünkü benim için asıl sıkıntı art-niyetlilik ya da bir hedef gütme değil, aksine bu uğurda gözü ve zihni kör etmedir. bunları niye söyledim, ona geleyim. sevan nişanyan'ın yazılarının fazlasıyla güdük olduğunu düşünenlerden biriyim, gerekçem de yukarıda anlattıklarımın içinde açıkça ortada. ancak ben onun düşün ve yazın alemini bu denli güdük bulurken, ona yönelmiş haksız bir eleştiriyi de görmezden gelemem.

    http://www.taraf.com.tr/makale/7595.htm linkindeki yazısına bakıp "gerçekten pedofilinin yasallaştırmasını istiyor da olabilir..." denilebileceğini sanmıyorum. kaldı ki böyle bir arzu içinde olsa bile, bu yazı, bu arzunun bir dayanağı olamaz.

    sevan nişanyan'ın yazısı, 1649 yılında osmanlı'da yazılmış bir hikâyeden oluşuyor. yazı boyunca nişanyan'ın tek subjektif ifadesi şu: "bugün olsa dâî 13 yıla mahkûm olurdu sanırım." hikâyenin, bir çocuğa aşık olan, kahramanının bugün 13 yıla mahkûm olacağına ilişkin bilginin kendisi bile ne kadar subjektif olarak değerlendirilebilir, o da tartışmalı. ifadeyi subjektif kılan nişanyan'ın kullandığı "sanırım" kelimesi. ancak bu "sanırım" kelimesinden hareketle nişanyan'ın kinaye yaptığını iddia edemeyiz, kaldı ki yapsa bile bunun menfî yönde bir kinaye olup olmadığını da bilmemiz bu haliyle anlaşılamıyor. o yüzden bu yazısından hareketle kendisine böyle bir niyet yüklemeye gerek yok.

    ancak http://nisanyan1.blogspot.com/2009/09/uzer.html adresinde sıraladığı argümanlar, sevan nişanyan'ın yukarıdaki yazısındaki objektif aktarımının aksine, bizzat subjektifliğinin göstergesi. şimdi onlara bakarak nişanyan'ın pedofili durumuyla ilgili ne düşündüğünü anlamaya çalışalım.

    aktarım yöntemim şöyle olacak: tek tek sevan nişanyan'ın argümanlarını sıralayıp, hemen altına yorumlarımı ekleyeceğim.

    1. iki insanın karşılıklı rızasıyla yapılan işler, üçüncü kişilere zararı yoksa kamuyu ilgilendirmez. asıl vahim tecavüz, kamunun üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmasıdır.

    evet doğru, "iki insanın karşılıklı rızasıyla yapılan işler üçüncü kişilere zararı yoksa kamuyu ilgilendirmez"; bunu ben de savunabilirim. ancak "iki insan" ile kast edilen kişilerden biri reşit değilse, aradaki ilişkinin üçüncü kişilere zararının dokunup dokunmadığı araştırılmaksızın müdahale durumu olabilir. zira burada bir stoa paradoksunu anımsatan bir durumla karşı karşıyayız. iki insanın karşılıklı rızası nerede başlar, nerede biter? bebeğin şikayeti yok diye, bir adam bebeğin boğazını kesip ondan sucuk yapabilir mi? ya da hadi bu örnekte ölüm söz konusu; üçüncü kişilere zararı dokunmayacak ölçüde kızını senelerce bodrum katında tutup kendisine sürekli tecavüz ederek tüm ömrünü karartan bir baba için de 'karşılıklı rıza' krıteri geçerli midir? ya da reşit olmayan birinin tehdit yoluyla ya da aile baskısıyla kimi eylemlere mecbur bırakılması ve bu eylemler karşısında sanki "rızası varmış gibi" davranması suç unsurunu yine ortadan kaldırır mı? nişanyan'ın bunlara cevap vermesi gerekir.

    2. reşit olmayanların hukukunu ana baba veya vasi temsil eder. ana baba ve vasi çocuğa karşı açık düşmanlık içinde değilse elaleme susmak düşer.

    bu argümanın bir bölümünü yukarıda cevapladım, sanıyorum. ancak burada şöyle bir muamma söz konusu. nişanyan'a göre elalemin susmasının gerektiği "ana baba ve vasi çocuğa karşı açık düşmanlık içinde değilse..." şartındaki "açık düşmanlık içinde olma" durumunu nasıl açımlayabiliriz? ebeveyen çocuğuna ne yaparsa "açık düşmanlık içinde" olmuş olur? nişanyan'ın bunu da açıklaması lazım; zira üzmez olayında kız çocuğunun annesinin "açık düşmanlık içinde" olup olmadığını nasıl belirleyeceğiz? söz konusu linkteki yazının geneli (ve ileride göreceğimiz diğer maddeler), nişanyan'ın burada bir suç unsuru olmadığını düşündüğünü gösterdiğine göre nişanyan bu olayda annenin, kız çocuğuna karşı "açık bir düşmanlık içinde "olmadığı sonucuna varmış. kanıtı nedir? bunu açıklayamazsa, nişanyan'ın en başta belirttiğim güdük yazarlığına güzel bir örnek teşkil edecek bu argüman.

    3. aile içi cinayete ve işkenceye karşı oluşturulmuş bir müdahale hakkını çocuğun rızasına rağmen kullanmak, kamu gücünün suiistimalidir. kanserleşmiş devletin yeni bir tezahürüdür.

    bunu, konuyla alâkasız bulduğum için geçiyorum.

    4. çocuğun hukukunu üç tane kokmuş devlet memuru ana babasından daha mı iyi koruyacak? gülünç!

    nişanyan burada, 2. argümanında düştüğü "ebeveynin çocuğuna karşı açık düşmanlık içinde olması" şartını unutuyor. madem ki kimi ana-babalar "açık düşmanlık içinde olabiliyorlar" o halde "çocuğun hukuku"nu da zedelemiş olabilirler. buradaki ucu açık mantığa göre, ana-babalar her koşulda, çeşitli aile suçlarına ve suistimallerine bakmakla görevlendirilmiş memurlara ihtiyaç olmayacak şekilde çocuklarına "açık düşmanlık içinde" olmazlar. böylece nişanyan, yaşanan ve aktarılan onca aile içi şiddet haberlerini de görmezden gelmiş oluyor. benim en başta bahsettiğim "körlük" durumuna iyi bir örnek.

    5. adlı tıp raporları yalandır. adli tıp kurumu çürük devlet yapısının en çürük birimlerindendir.

    buna cevap vermeye gerek yok, muhatabı kurumdur. nişanyan'a "bunu kanıtla" deseniz, ne cevap verecek bilmiyorum. ben sadece burada şunu söyleyebilirim, acaba nişanyan bu kanıya sadece bir vakadan mı varıyor yoksa genel olarak "bütün adli tıp raporları yalandır" mı demek istiyor. bu argümandan anlaşıldığı kadarıyla nişanyan açıkça genelleme yapıyor yani bütün raporlar yalandır, zaten kurumun kendisi de çürük devlet yapısının en çürük birimlerindendir. çıkarım buysa, kanıtını da bekleriz nişanyan'dan. ha kurumun da buna cevap vermemesi ya da yasal haklarını aramaması ise başka bir hezeyan.

    6. kızın “ruhsal yapısı bozulmuş” diyorlar. neden ve nasıl bozulmuş, açıklanmadı. acaba kendi yüzünden hüseyin amcasının başına gelenlerden midir? yoksa medyanın toplu tecavüzü müdür sebep?

    burada nişanyan'ı merak eder ya da öğrenmek ister halde görüyoruz. ancak göz ardı ettiği bir husus var. kız için “ruhsal yapısı bozulmuş” diyenler sokaktaki adamlar değil, nişanyan'ın küçümsediği ve yalancı gördüğü adli tıp kurumudur. neden bozulmuş, nasıl bozulmuş, söz konusu raporlarda mutlaka geçiyor olmalıdır. adı üstünde bir "rapor"da bahsediyoruz. nişanyan ona bakarsa, bozulma nedenini ve detayını öğrenebilir. ama tabi, amacı öğrenmekse...

    7. onüç yaşındaki kızları nikâhlayıp kapatmanın cezası hapis ise, hz. muhammed’in de hapsi gerekirdi. aşağı yukarı bütün osmanlı sultanlarının da.

    savunduğu görüşü yine kendisi sulandıran karakter örneği sergiliyor nişanyan. abuklayışının iki yönü var, sıralamak istiyorum:

    a) hz. muhammed'in ya da osmanlı sultanlarının ilişki durumlarını bu olaya taşımak anakronizm örneğidir.

    b) üzmez olayında bahsedilen, yetişkin bir bireyin onüç yaşındaki kızı nikahlayıp kapatması değil, söz konusu kızı cinsel sömürü aracı olarak kullanmasıdır. ilk durum geçerli olsaydı, onun için de söylenebilecek başka sözler olabilirdi; ancak burada mevcut durumu çarpıtmaya gerek yok.

    8. 78 yaşında bir adamı 13 yıla mahkûm etmek zulümdür. kaçma ihtimali olmayan bir adamı kelepçeyle gezdirmek terbiyesizliktir.

    acaba nişanyan kaç yaşından sonra insanların bir yıldan daha fazla süreyle mahkum olamayacağını düşünüyor? yani nişanyan'ın gözünde, ("zulüm" olmayacak)"insanların mahkum olabilecekleri ve olamayacakları yaş sınırı nedir? bu konuya da açıklık getirmeli ki, okuyucular zulmün hangi yıldan itibaren başladığını çözebilsin. ayrıca üzmez'in kaçma ihtimali olup olmaması da neye göre belirlendi, buna da cevap vermeli. mesela, ne olsaydı üzmez için "kaçma ihtimali var, kelepçeleyin onu" diyebilirdik? kıstas nedir? yaş mı, sırtındaki kambur mu, ne? bu argümandan hareketle nişanyan'ın nezdinde "mahkum olma" ve "kaçma" kıstasını öğrenmek gerek!

    9. “halk öyle istedi” diye adaleti alet etmek en büyük zulüm ve en büyük terbiyesizliktir. hüseyin üzmez kamuoyu yaygarasına kurban edilmiştir.

    bu argümanın kanıtını sunmak zorunda nişanyan. üzerinde fazla durmuyorum, çünkü üstteki argümanlarda bu konu (nişanyan'ın delilsiz ve art-niyetli bir şekilde yazdığı) işlendi.

    10. hayatı boyunca linççilikle yaşamış bir adamın linç edilmesi kaderin cilvesidir. ibret almak gerekir.

    nişanyan bu argümanını kendi alnına yazıp her sabah uyandığında aynada okumalı.

    sıkıldım, hadi git.
  • allah bizi yine sevan nişanyan'da buluşturdu; bu kadar içi boş bulduğum bir gazetenin bu kadar içi boş bulduğum bir köşesiyle ilgili bu kadar çok yazı yazmış olmam olsa olsa benim angutluğum. ama demek ki her şeyde ve her yerde yarin yanağından gayrı okunacak müşterek konular var imiş. http://taraf.com.tr/makale/7542.htm linkindeki yazının son kısmında aktarılıp da bir kesimin "kutsalımıza saldırıyor" dediği şey, tam anlamıyla benim #16504861 ve muhtelif entirilerde söylemeye çalıştığım "görünüşte özgürlük" durumuna uyuyor. andımızı kaldırın, atatürk büstünü kaldırın yerine yenisini koyarlar demeye çalışmıştım. çünkü siz insanların zihnindeki kültü kült kılan nedenleri ortadan kaldırmadıkça, külte atacağınız domateslerin bir anlamı, derin bir etkisi yok, olmayacaktır.

    bunun gibi atatürk ve kemalist düzenin eleştirilebiliyor olması, bu ülkede "her şey"in eleştirilebildiği ya da eleştirilebileceği anlamına gelmemişti; ancak atatürk'ten ve kemalizmden ya da mevcut laik düzenin çoğu kere özel hayata karşı serkeş tutumundan hoşlanmayan birileri için bu yetkin bir özgürlük anlamına geliyordu. kaynak vermeme gerek yok, zaman gazetesinin web sitesini gezin, dolaşın, türkiye'nin hiç olmadığı kadar demokrat, hiç olmadığı kadar özgür olduğunu ve buna bağlı olarak iyi yolda olduğunu okuyacaksınız. oysa kendi ideal aleminde olmaması gereken değerlerin eleştirilebiliyor olmasını yetkin özgürlük alanının yaratılması olarak yorumlayanlar, eleştirilebilirliğin okları kendi değerlerine yönelince bu sefer 'kutsalım kutsalım' diye ağlamaya başlayabiliyor (http://www.mazlumder.org/…er_detay.asp?haberid=7247). oysa eleştirilebilirliğin ve kült tutmazlığın, hayata karşı bir tavır takınma hadisesi olduğunu kabullenmek varken, buna uygun olarak kendi değerleri konusunda alabildiğine yürekli olmaya çabalamak varken "özgürlük" gibi kocaman bir değerin gösterişi altında aslında sadece kendi fikirlerine ve ideal tasarımlarına özgürlük arayan bu kafaların ipiyle kuyuya inip özgürleştiğini sananların saflığına şaşmadan da edemiyorum.

    şaşılacak bir şey bu, cidden böyle. http://www.beyazgazete.com/…h-diye-biri-varmis.html linkinde izlediğim videoda sevan nişanyan açık açık diyor ki "ben şu vakit mücade edilesi yani kendisine karşı eleştirel yazılar yazılası bir tane tabu (atatürk) görüyorum, o varken "sansür" başlıklı yazıyı 'her ne kadar içindeki fikirlere hâlâ katılıyorsam da' yazmam şık olmadı." yani anlaşılıyor ki, sevan nişanyan için farklı tabular için farklı eleştirilebilirlik dönemleri var. ve ona göre içinde bulunduğumuz bu dönem, yüzyıllarca süren ümmetçi geleneğin baskısı bir kenara günümüzde de hâlâ hüküm süren dinî tabunun aleyhinde bir tane bile yazı yazılmaması gereken bir dönemdir. niye? çünkü bütün kötülüklerin sebebi kemalizmdir, atatürk'tür; ona eklemlenerek devlet politikası haline getirilen milliyetçiliktir. benzer minvalde yaklaşımları evvelce baskın oran'dan da işitmiştik. o da ak partinin cemaatçi kadrolaşmasını daha sonraki bir mesele olarak görüyordu: "...solun önceliği, devletin içindeki katil çetelerle mücadele olmalı. bu mücadele yapılıp da darbe olasılığı ortadan kalktıktan sonra devletin içindeki muasır medeniyete aykırı olan her türlü odağın üzerine gidilir. muasır medeniyet de artık 1930'lar değil 2008'dir. akp 'nin cemaatçi yapıyı yerleştirmeye çalışmasıyla sonra mücadele edilir." (http://www.porttakal.com/…le-mucadeledir-62061.html) yani gerçekleşeceğine dair söylentisi bulunan darbe, mevcut durumda gerçekleşen (yani söylenti halinde olmayan) bir kadrolaşmadan daha tehlikeli olmuş oluyordu. sol da (artık onu kim temsil ediyorsa) 'gerçekleşen'le değil, 'söylentisi bulunan'la mücadele etmeliydi. bunun gibi yukarıda verdiğim linkteki videoda sevan nişanyan, asıl alaşağı edilmesi gereken tabunun dinî söylem olmaması gerektiğini söyleyerek yazısını bir anlık sinirle kaleme aldığını da ekliyor.

    yukarıda sevan nişanyan gibi kendine özgürlükçülerin ipiyle kuyuya inenlerin insanı şaşırttığından bahsetmiştim. daha öncesinde ise başka bir entiride sevan nişanyan'ın art-niyetli olduğunu ancak art-niyetliliğin kötü bir şey olmadığını söyleyip, şunu da eklemiştim: "art-niyetlilik durumu yazarda kronik bir rahatsızlığa dönüşünce, ideolojinin güttüğü her satırından belli olan -sorgulayıcı zihin yapısından yoksun yazılar çıkmaya başlıyor." bu duruma güzel bir örneği, sevan nişanyan'ın allah eleştirisiyle ilgili attığı -bir nevi- geri adımda da görüyoruz. sevan nişanyan şöyle diyor:
    "düşünce özgürlüğünün sınırlarının geniş tutulması gerektiğini düşünüyorum. uygar bir toplumu, uygar olmayanlardan ayıran temel özelliğin düşünce özgürlüğünün sınırlarını geniş tutmak olduğunu düşünüyorum... türkiye'de esas mücadele edilmesi gereken tabuların farklı olduğunu düşünüyorum. türkiye'de 90 yıldan beri bu ülkenin başına bir karabasan gibi çökmüş olan başka bir dşünce tarzı var. bir fanatik milliyetçilik diye özetleyebileceğimiz bir şey var. onunla mücadele etmenin ben doğru, önemli ve öncelikli olduğuna inanıyorum."

    mustarip olduğumuz tabular belli (tubular bells) ve nişanyan "düşünce özgürlüğünün sınırlarının geniş tutulması gerektiğini" söylerken, birkaç cümle sonra bu genişliği yine kendi dünya görüşüne göre daraltıp, kimi tabuların hesabını görme işinin sonraya bırakılabileceğini dile getiriyor. şimdi gelin de sevan nişanyan'ın idealindeki düşünce özgürlüğü fikrinin samimiyetine inanın. hem sınırların geniş tutulması gerektiğini salık vereceksin, hem de kendi içinde sınırları daraltacaksın. ben işte tam bu noktada ekşi sözlük'ün türkiye'deki büyük kitlelere ulaşan tek büyük özgür mekân olduğunu düşünüyorum (kıyas tanrı gibi bir şeydir demiştim bir entiride); çünkü burada sevan nişanyan gibilerinin cesaret edemeyeceği türden bir sınır bilmezlik (kimine göre had bilmezlik belki de) söz konusu. burada art-niyetlilik çoğu kere çok-niyetliliğe mağlup oluyor. çünkü eleştrinin de eleştirisi yapılabiliyor. her şey anında yerin dibine sokulabiliyor; bu, karşı tepki görebilirse de, yapılabiliyor. tabular sırası yoktur sevan nişanyan'ın ya da baskın oran'ın zihninde şekillendiği gibi. olması gereken de budur sanıyorum; kaldı ki buranın herhangi bir "en özgür ortam, en muhalif mekân, düşünce özgürlüğünün sınırlarının en geniş tutulduğu yer" gibi bir kaygısı olmamasına rağmen böyle olabilmiş olması da sevan nişanyan gibi art-niyetlilere örnek olmalı. onlarınkisi iktidarın tabu bellediğine hürmetten geçer, bir anlık gafletle (!) kaleme aldıkları yazıdan bile çekinerek söz ederler. sonra da attıkları o geri adımı savunurken, düşünce özgürlüğünün sınırlarının geniş tutulması gerektiğinden bahsederler, sonra gel de şaşırma bu duruma.

    gerçi pek şaşırmış gibi bir hâlim de yok ya, o da ayrı bir ironi.
  • sevan nişanyan'a

    evet sevan* sana seslenmek istiyorum, ancak bu seslenişim senin, senin gibi düşünmeyenlere seslenişin gibi olmasın istiyorum beri yandan. çıkıp da bu yaşa gelmiş bir adama üslup dersi verecek değilim ama seni bu noktaya getiren üslubun olsa gerek. o üslup, kucaklayıcı olmak zorunda olmayan bir üsluptu; amma velakin, düşmanca da olmamalıydı. sen seslendiğin kitlenle, seslenmediğin kitlene de seslenebilecek bir olgunluğa erişebilmiş olmalıydın. "düşmanca" değil, samimi bir şekilde "kucaklayıcı" olmalıydın. ama olmamayı tercih ettin, tercih senindi, sen bu tercihi durumu bu noktaya getirme pahasına heder ettin.

    en cahilin düşeceği dehlizlere düştün. seni eleştirenlere en komik yanıtları yazdın, senin kitabını senden daha iyi bildiğini gösteren tuncay özkan'ın karşısında bile doğru dürüst konuşamadın, sadece suçladın, şikayet ettin. sen güdüldüğün ideolojinin gözü-kör bir neferi olmayı, kitlelere ilmini ulaştırmaya tercih ettin. bu uğurda tıpkı eski gazeten ve senin o anki hâlin gibi bir körler-yandaşlar topluluğu oluşturmayı marifet bildin; ilminle bir kişiye "bir hece" bile öğretmiş olmanın yüceliğini, giriş izni sadece sende olan onur hanene ekleyebilecekken, "bir araya getirme"yi değil, "savuşturma"yı tercih ettin. sonunda mekanizmanın büyük dişlileri tarafından senin de bir şekilde savuşturulacağını hiç anlayamadın mı?

    sen şöyle demiştin:

    "düşünce özgürlüğünün sınırlarının geniş tutulması gerektiğini düşünüyorum. uygar bir toplumu, uygar olmayanlardan ayıran temel özelliğin düşünce özgürlüğünün sınırlarını geniş tutmak olduğunu düşünüyorum... türkiye'de esas mücadele edilmesi gereken tabuların farklı olduğunu düşünüyorum. türkiye'de 90 yıldan beri bu ülkenin başına bir karabasan gibi çökmüş olan başka bir dşünce tarzı var. bir fanatik milliyetçilik diye özetleyebileceğimiz bir şey var. onunla mücadele etmenin ben doğru, önemli ve öncelikli olduğuna inanıyorum."**

    ben de bunun üzerine demiştim ki "mustarip olduğumuz tabular belli (tubular bells) ve nişanyan 'düşünce özgürlüğünün sınırlarının geniş tutulması gerektiğini' söylerken, birkaç cümle sonra bu genişliği yine kendi dünya görüşüne göre daraltıp, kimi tabuların hesabını görme işinin sonraya bırakılabileceğini dile getiriyor. şimdi gelin de sevan nişanyan'ın idealindeki düşünce özgürlüğü fikrinin samimiyetine inanın. hem sınırların geniş tutulması gerektiğini salık vereceksin, hem de kendi içinde sınırları daraltacaksın. ben işte tam bu noktada ekşi sözlük'ün türkiye'deki büyük kitlelere ulaşan tek büyük özgür mekân olduğunu düşünüyorum (kıyas tanrı gibi bir şeydir demiştim bir entiride); çünkü burada sevan nişanyan gibilerinin cesaret edemeyeceği türden bir sınır bilmezlik (kimine göre had bilmezlik belki de) söz konusu. burada art-niyetlilik çoğu kere çok-niyetliliğe mağlup oluyor. çünkü eleştrinin de eleştirisi yapılabiliyor. her şey anında yerin dibine sokulabiliyor; bu, karşı tepki görebilirse de, yapılabiliyor. tabular sırası yoktur sevan nişanyan'ın ya da baskın oran'ın zihninde şekillendiği gibi. olması gereken de budur sanıyorum; kaldı ki buranın herhangi bir "en özgür ortam, en muhalif mekân, düşünce özgürlüğünün sınırlarının en geniş tutulduğu yer" gibi bir kaygısı olmamasına rağmen böyle olabilmiş olması da sevan nişanyan gibi art-niyetlilere örnek olmalı."(** ile aynı kaynak)

    ama sen bu örneği göremedin sevan. mustafa kemal'in büstlerine çamur sürülürken duyduğun epicurusçu haz, üstü örtülü olan fakat milyonların yaşam tarzını, düşün geleneğini biçimlendiren büyük tabuların baskısını görmene engel oldu. fikrini zikrine yansıtamadın değil, yansıtmamayı tercih ettin. ekşi sözlük'te çoluk çocuğun, nicklerin ardında başardığı o sınır bilmezliği, çoğunluktan farklı olması gereken ve göz önündeliğinden ürkmeyen bir aydın olarak düşünce dünyana yansıtamadın. bilmeyerek değil, "bizzat" bilerek büyük tabunun önünde diz çöktün, kendini o tabunun iktidarı önünde bir borazan kıldın. ne zamanki hakikî fikrinden bir tutam, zikrine bulaştı ve onlar bu borazandan çıkan sesin işlerini bozabileceğini düşündüler, işte o vakit, büyük sorumluluk almış her büyük adamın yapmaması gerektiği gibi, hakikî düşünceni örtme yoluna gittin. "şimdi zamanı değil" dedin, yani o eleştirdiğin tahakkümcü yapının işlerliğine özenmiş oldun. belki eleştirdiğin o "bilmemkaçyıllık" (senin dilinle konuşursam nedense cumhuriyet'in kurulduğu tarihe ulaşıyoruz) yapının da, bir zamanlar bazı tabular için "şimdi zamanı değil" demiş olabileceğini, tıpkı senin gibi "tabu yıkma önceliği" belirlemiş olabileceğini düşünemedin. tahakkümcünün karşısında özgürmüş gibi durmak kolaydır, ya sen kendine karşı hem dürüst hem de "özgür" kalabilmeyi başardın mı?

    madem o olaydan sonra gazetedekilerin sana karşı galiz tutumları vardı, neden geri adım atıp konuyu bir daha açmadın veyahut konumunu değiştirmedin? mahalle arasında bir delikanlılık vardır sevan, öküz ölüp de ortaklık bozulunca taraflar delikanlı gibi ayrılır, sağda solda ilk kötü sözü eden, haklı bile olsa haksız duruma düşer. çünkü kamu vicdanı denen nane dışı emildiğinde tatlı, ısırıldığında acı tat verir. ama sen ancak öküz öldükten sonra, öküze değer biçmeyi marifet belledin. sonuç mu? sonuç ortada; dil çalışmasına önem vermenin ehemmiyetini kavramış kocaman bir zihin, gündelik çıkarların peşinde koşan küçük insanların değirmenine su taşıdı. şimdi gelinen noktada, değirmenden akan sudaki zehirden sen de sorumlusun. çünkü sen, her şeyden önce tutarlı ve adil olmayı değil, tutarsız ama güçlü görünmeyi önemseyip mevcut iktidarın temsil ettiği ön-kabullerin ışıltısından önünü göremez oldun. o değirmen seni de öğüttü mü sevan? şimdi bu adamların, senin ilmine ne kadar değer biçtiğini anladın mı? adaletten beslenmemiş taraf'girliğin, eninde sonunda taraf'tarın kendisinin de canını yakacağını düşünemedin mi?

    umarım çalışmalarında ve paylaşımlarında, sınır tanımaz eleştirelliğin daha fazla zarar görmez.

    sibi servire, gravissima servitus est!

    * bayat bir "sizli bizli" formatındansa bu şekilde seslenmeyi uygun gördüm, yazan bensem tüketen de ben olmalıyım değil mi?
    ** #16969231
3873 entry daha
hesabın var mı? giriş yap