• ismet zeki eyuboglu nun bir eseri.
  • --- alıntı ---

    ..sen beni insan olarak yarat , başımı sayısız sıkıntılara sok , kanımın sıcaklığınca benimsedigim , sevdigim , bağlandığım evrenden ayır, çürüt, toprak et, tırtılalara , böceklere yem yap, gözümün önünde canım gibi sevdiklerimi al yokluğa sürükle, sonra dön bir de beni suçlu say, bunlar yetmiyormuş gibi alevlerde, yalımlarda yakacağım, tamuya atacağım de. gücenme, darılma da şu soruma karşılık ver: suçlu sen misin ben mi ? doğruluk sende mi bende mi ? ben sana dilekçemi verdim beni yarat diye ?

    --- alıntı ---
  • ismet zeki eyüboğlu'nun 1968 yılında yayınlanan türk şiirinde tanrıya kafa tutanlar adlı eseri on bölümden oluşmaktadır:

    1 - özdeyiş

    2 - insan üstüne

    3 - tanrıya kafa tutuşun anlamı

    4 -.islam dininde tanrı kavramı

    5 - tanrı karşısında insanın direnişi

    6 - insanın kendini tanrı sayışı

    7 - tanrıyı kınama

    8 - tanrı-lnsan birliği

    9 - tanrıyı yaratan insandır

    10 - sonuç

    .

    --- spoiler ---

    [1., 2. ve 3. bölümler]

    .

    1 - özdeyiş

    bu çalışma yayımlanalı yirmi yıl oldu, çok kısa bir sürede geniş ilgi uyandırdı, tükendi, ikinci basımını gerçekleştirmek epeyce uzadı. ben, gençliğinin ilk dönemini nakşibendi tekkesinde geçirmiş, gericilik olaylarını yaşayarak görmüş, tanımış bir kimseyim, başkalarının öğütlerine, kulaktan dolma bilgi kırıntılarına dayanan açıklamalara gereksinme duymuyorum. bu tarikatın amacını, ereğini, yetkili odaklardan saklanan düşüncelerini biliyorum, ne yapılmak istendiğini yakından tanıyarak öğrenmenin acılarını duyumsuyorum yüreğimin derinliklerinde. kur’an önceleri şiiri yasaklamış, ozanları “her oylumda otlayan kimseler… büyücüler, aldatıcılar, kandırıcılar..” diye yermiş nitelemiştir. ancak, yedi askı ozanlarından lebid (öl. 661) peygamberi övmeye başlayınca, şiire, ozanlara karşı benimsenen katı tutum değiştirilmiştir dahası. peygamber, kendisini öven şiirleri okuyunca. “inne mineş-şi’ri le hikmeten, inne min’el-beyani le sihran/öyle şiir var ki bilgeliktir, öyle düzyazı var ki büyüleyicidir” demekten kendini alamamıştır. demek, yeri gelince övgü, katılıkları yumuşaklığa, yasakları geçerliliğe dönüştürebiliyor. kur’an, değişik yerlerinde, şarabı kesinlikle yasaklamış, onu içenlerin cehenneme atılacaklarını bildirmiştir. bu yasaklara karşı fuzûlî (öl. 1555) bile bile:

    kemâl-i hüsn viribdür şarâb-ı nâb sana

    sana halâldır ey muğ-bece şarâb sana

    demekten kendini alamamış, güzelliğine güzellik kattığından dolayı, dinin yasakladığını, geçersiz saymıştır. imdi, yorumcu burada, tasavvufun kanatlarını takınarak şarab’ın tanrı anlamına geldiğini ileri sürecek, dizelere gerçeğin ötesinde bir anlam vermeye kalkışacaktır. peki. yine fuzûlî’nin şu dizelerine ne denecek bakalım:

    gönül tâ var elünde câm-i mey tesbihe el urma

    namaz ehline uyma anlar ile durma oturma

    eğilüb secdeye salma feragat tacını başdan

    vuzû suyu bile rahat yuhusu gözden uçurma

    sakın pâmâl olursun bûriyâ tek mescide varma

    eğer nâçar girsen anda minber gibi çok durma

    müezzin nâlesin alma kulağa düşme teşvişe

    cehennem kapusun açdırma vaizden haber sorma

    cemâat izdiihâmı mescide saldı kudûretler

    kudûret üzre lütf it bir kudûret hem sen arturma

    hatibin sanma sâdık müftinin kavline fi’l itme

    imamın sanma âkil ihtiyarun ona dabşurma

    fuzûlî behre vermez taat-ı nakıs nedir cehdin

    kerem kıl zerki taat suretinde hadden aşurma

    “ey gönül elinde şarap kadahi var, bırak, teşbihe el sürme

    namaz kılanlara uyma, onlarla durma, oturma

    secdeye eğilerek özveri tacını başından düşürme

    abdest suyuyla esenlik uykusunu gözünden kaçırma

    ayak altında kalırsın, sakın, hasır gibi camiye varma

    elinde olmadan gidersen de orada minber gibi çok durma

    müezzini dinleme, içine bulanıklık-karışıklık düşürme.

    vaizden bilgi isteyerek cehennem kapısını açtırma

    kalabalık yığıldı, camiye bir soğukluk-katılık doldu

    kendine gel, sen de camiye gidip soğukluğu çoğaltma

    hatibin söylediğine, bakma, müftünün sözüne inanma

    imamı akıllı sanma, kendini ona verme, güvenme

    ey fuzûlî. ne uğraşırsın, eksik tapınmada yarar yok

    kendine gel, ikiyüzlülüğü tapınma sayıp aşılığa vardırma…”

    divan yazınının ünlü, büyük ozanının düşünceleri apaçık, kimlere, neleri söyledikleri de besbelli, imdi, bunları okuduktan sonra. fuzûlî’ye dinsiz, sapkın, tanrıtanımaz demek olanağı var mı? bu şiirde yoruma yatkın bir tasavvuf kavramı da yoktur. mevlânâ’dan örnek vermeye kalkarsak daha çarpıcı, dinle bağdaşmayan, dini yeren çok ağır dizeler bulmakta güçlük çekmeyiz.

    şeriat yetkilileri, bu dizelere ses çıkaramıyor, öte yandan bu dizelerde sergilenen düşünceleri içeren halk şiirini yeriyor, ozanlarının öldürülmesini uygun görüyor, onlara “kızılbaşdinsiz-sapkın” demekten kendini alamıyor. şeyhülislam yahya efendi (öl. 1644) bile

    mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyayı

    meyhaneye gel kim ne riya var ne mürâyî

    “camide ikiyüzlüleri bırak, ikiyüzlülük etsinler

    meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü”

    dilegetirdiği gerçeğe yorum gerekmez kanısındayız. kanuni döneminin ünlü ozanı, padişahla yakınlık kuran, üstelik kazaskerlik gibi en yüksek görev aşamalarından birine yükselen baki (öl. 1600), “divan”ında yeralan bir şiirinde şu dizeleri söylemiştir:

    bezm-i safa vü reşh-i cam bu zemzem olmuş ol makam

    meyhaneler beytü’l-harâm. pîr-i muğan şeyhü’l-harâm

    “esenlik veren bir toplantı, kadeh teri. zemzem olmuş.

    meyhaneler ka’be, meyhanecibaşı da ka’be yöneticisidir”

    derken şeriatın bütün yasaklarını bir yana itmiş, kimseye aldırmamış bile. bu dizelerin onun değil, başka bir ozanın olduğunu söyleyenler çıkmışsa da. elimizde bulunan “divan”ında bu şiir vardır.

    divan şiirinin önde gelen ozanlarından biri sayılan nailî (öl.1666) bir şiirinde:

    zühhada açılmaz der-i eyvân-ı hârâbat

    ol mastaba-i feyz riyâ-gâh değildir

    “meyhane konağının kapısı kuru sofulara açılmaz

    o bilgi-bolluk aşaması ikiyüzlülük yeri değildir”

    diyerek öteki ozanların, bu konudaki, düşüncelerine katılmaktan geri durmamıştır.

    bu tür örnekleri, divan yazını süresince çoğaltabiliriz, varılacak sonuç değişmez: şeriat yanlısı görünmesine karşın, şeriata, onun getirdiği yaşama anlayışına karşı çıkanların yalnızca sünni inançlarına aykırı davrananlar olmadıkları görülür. demek, ortada yaşanan, dinin öngördüğü koşullara uymamayı benimseyenler az değildir. önemli olan, bir gerçeği değiştirmeden, ortamından soyutlamadan açıklığa kavuşturmak, sorun durumuna getirerek çözüm aramaktır. gerçekte, kişi yarattığının tutsağıdır, bu tutsaklığın kaynağında da inançların katılaştırılması, değişmezlik kazanması vardır. tanrı ile kul arasına girilmez, kişi yapıp ettiğinden kendi soydaşlarına değil yalnızca tanrıya karşı sorumludur. oysa bilgisiz dinci başka türlü düşünür, tanrının yapacağını kendisi yapmaya kalkışır, kendini tanrının yerine koyar, tanrı adına kendiliğinden yargılar vermeye, yargılamaya girişir, işte kişiyi tanrıdan uzaklaştıran, onu tanrıtanımaz duruma getiren olaylardan biri de budur, islam dinine göre, peygamber bir insandır, ölümlüdür, tanrının elçisidir. üstün niteliklerle donatılmıştır, tanrısal bir özelliği yoktur. oysa kimi çevrelerde peygamber’in, ondan sonra gelen ilk dört halifenin yasakladıkları, bugün, islam dininin temelinde varmış gibi gösterilip uygulanmaktadır. sözgelişi, sakal, hırka, ayak izi bg. nesnelerin kutsallığı kesinlikle sözkonusu değildir, dahası bunlar birer “put” niteliğindedir. camilerde dilenmek, çalışmadan geçinmek, gelir karşılığı kur’an okumak. kur’anı bir kazanç, bir geçimlik aracı durumuna getirmek yasaktır, dinle bağdaştırılamaz. yine islam dinine göre çalışmak bir tapım niteliğindedir, kişi kendi emeğiyle geçinme gereğindedir, başkasının emeğini sömürmek, aşırı kazanç edinmek suçtur. oysa, toplum kurumlarının bir bölümünü ele geçiren kimi inanç kuruluşlarının böyle yasaklara aldırmadıkları, dini bir örtü gibi gördükleri anlaşılıyor. öte yandan, düşünme özgürlüğüne en çok karşı çıkanların da bunlar oldukları görülüyor. benimsenen bir inanç yaşama uygulanırsa, içeriği yerine getirilirse aktöre bakımından değer taşır.

    içinde yaşadığımız toplum düzeni, çağımızın benimsediği uygarlık ilkelerine karşıt bir yapıdadır, bu yapı belli yetki odaklanılın uygulamaları sonucu biçimlenmiş, dine bağlı görünmekle birlikte dinle ilgisi olmayan bir boyaya bürünmüştür. daha açığını söylemek gerekirse osmanlıya duyulan özlemin giderilmesine yönelik bir çizgi üzerindedir. osmanlı toplumunda, selçuklulardan bu yana sekizyüz yıllık bir öğretim kurumu varlığını sürdürmüştür. “medrese” denen bu kurumda ulûm-i diniye (din bilimleri] adı altında fıkıh, tefsir, kelâm. hadis okutulmuştur. aristoteles mantığının ufak bir yorumu olan isagoci ise mantığın temel ilkelerini içeren bir bilim sayılıyordu, işte bu öğrencilerle geçen sekizyüz yıllık sürede, osmanlı yönetimi bilim, felsefe alanında geliştirici, yaratıcı bir atılım gösterememiş, içekapalı bir yaşama düzeninde varlığını sürdürmeye çalışırken tükenmiştir. 19. yüzyıldan sonra “edebiyat” adıyla sürdürülen öğrenciler de divan yazınını içeren bir yapıdaydı, çağdaş uygarlığa ayak uydurabilecek bir ozan. bir yazar yetiştirme olanağı bulunamamıştı. özellikle halk yazını alay konusuydu. sünbülzade vehbi (öl.1809) ünlü “sunan kasidesinde halk şiiriyle, türk diliyle alay etmekten geri kalmıyor, bütün düşünce kurumlarını “osmanlı” diye adlandırıyordu.

    fârisi vü arabiden iki şehbâl gerek

    tâki pervâz-i bülend eyleye anka-yi sühan

    “söz ankasının yükseklere uçup çıkabilmesi için

    farsça ve arapça’dan iki kanat takınması gerekir”

    diyordu, türk dilinin yüksek şiir üretmeye elverişli olamayacağını vurguluyordu. nabi (öl.1712) ise oğluna öğüt vermek amacıyla yazdığı yapıtında

    i’tibar eyleme hiç hendeseye

    düşme ol dâire-i vesveseye

    “geometriye değer vererek

    kuruntu içine düşme sakın”

    diyerek en kesin bilime bile karşı çıkıyordu. oğluna okuması için muhyiddin arabi’nin (öl.1240 dolayları) fusus adlı yapıtını öneriyordu. oysa, bir din bilgini sayılan nabi’nin muhyiddin arabi’nin şeriata karşı çıktığını, kendisine bu tutumu nedeniyle “şeyh-i ekfer/en sapkın şeyh” dendiğini bilmediği söylenemez. muhyiddin arabi, kendi adına oranla kurulan, ekberiye tarikatı’nın öncüsüdür. bu nedenle tarikatçılar ona “en büyük şeyh” anlamında “şeyh-i ekber” derler. şeriatın yerdiğini tasavvuf övmekten kaçınmamıştır, ibrahim hakkı (öl. 1780) ise “marifetname” adlı yapıtında kadınların ıralarını özelliklerini kıl örtüsüne göre açıklamaya koyulur, dölyataklarına göre hangi kadınla, ne yolla sevişebileceğini şiir diliyle anlatır durur. mevlânâ’nın ünlü “mesnevi”si gibi ibrahim hakkı’nın adı geçen yapıtının kimi bölümlerini de utanmadan okuma olanağı yoktur. oysa bu yapıt da, kimi aydınlarımızca. övülüp göklere çıkarılmıştır.

    osmanlı aydını, onun izini süren günümüzün eskiye özlem duyan kara aydını, bu yapıtları okumamıştır, öğrenmemiştir, buna karşın onlar büyük bir değer vermekten kendini alamaz, onların yaşadığı geçmişle övünmeyi büyük bir beceri sayar, önerir. geçmişi, bir bütün olarak yaşatmayı erdem sayanların önce onu bütünüyle öğrenmeleri, anlamaları gerekir. bilinmeyen, anlaşılmayan bir geçmişi övmek, yaşatmaya çalışmak aydın kişinin işi değildir. aydın kişi savunduğunu bilendir, bilmediğini öven değil. aradan sekizyüz yıl geçmesine karşın, geçmişimizi dizgeli bir tutumla inceleyen, açıklamaya çalışan olmamıştır, elimizde öyle bir yapıt yoktur. divan yazınımızı bile yabancı uzmanların yapıtlarından öğrenmeye uğraşan aydınlarımızın sayısı az değildir. sözgelişi şeyh bedreddin (öl. 1418 dolayları) yerilir, kadın ortaklığının anadolu’da öncüsü sayılarak kötülenir. oysa onun yapıtlarında böyle bir olay yoktur, hepsi de islam bilimleriyle (hadis, fıkıh, tefsir bg.) ilgilidir, tasavvuf konularını içeren çalışmaları da vardır. onu yerenlerin yapıtlarını okumadıkları, başkalarının ağzıyla konuştukları anlaşılıyor. oysa şeyh bedreddin’in yapıtlarında utanç verici, yüz kızartıcı en ufak bir bölüm yoktur, vardır diyenler göstersinler, örnekler versinler de görelim, öğrenelim.

    şeyh bedreddin’i yerenlere iran’ın ünlü ozanı molla cami’yi (öl.1492) istanbul üniversitesi kütüphanesindeki yazmalar arasında bulunan havâi divânı’nını okumalarını öneririz. onunla doyuma varamazlarsa divan yazınında geniş bir yer tutan “şehrengiz” adlı yapıtları, bir de nef’i'nin “siham-ı kaza”sını incelesinler. bunları eskiyi kötülemek için söylemiyorum; bilinmeyen, öğrenilmeyen bir geçmişin savunulmasında görülen tutarsızlığı, boşluğu vurgulamak istiyorum. bu tür tutuculukların, bilmeden geçmişi savunmaların, yüceltmelerin yeni olduğu sanılmasın. arap dilinin, şiirinin en büyük ozanlarından biri sayılan maarri (öl. 1057) bile çağının din anlayışından, gericiliğinden yakınıyordu:

    hafeti’l-hanefıyye ve’n-nasara ma’htedet

    ve yehud haret ve1-mecûs mu’dalleleh

    isnani ehu’l-arz zû aklin bilâ

    din ve aher deyyin la akleleh

    “müslüman tökezledi, hristiyan mutsuz

    yahudi şaşakalmış, mecûsî sapkın

    iki tür insan kalmış demek ki bu dünyada

    biri akıllı dinsiz, öteki dinli çılgın.”

    bu dizeler, bizim yazınımızı ilgilendirmez, besbelli bu, ancak onlardan öğrenilecek konular vardır; demek, daha on birinci yüzyılda bile islam ülkelerinde, özellikle de arabistan’da inanç bunalımları doruğa ulaşmıştı. bir ozanın bunları söyleyebilmesi için onda epey olumsuz birikimin bulunması gerekir.

    bu konuda, toplumu bölümlere ayırarak birini tutup ötekine vurmanın uygarlıkla bağdaşır bir yanı yoktur. kişi düşündüğünce inanır, inandığınca yaşar, ona karışılmamalı, tanrının soracağını başkaları üstlenmemeli. nitekim hasan dede (17. yüzyıl) uzunca bir koşuğunda şöyle seslenir:

    erlik midir eri yormak

    ırak yoldan haber sormak

    cennetteki ol dört ırmak

    coşkun akan sel bizdedir

    adem vardır cismi semiz

    abdest alır olmaz temiz

    halkı dahi eylemek nemiz

    bilcümle vebal bizdedir

    arı vardır uçup geçer

    teni tenden seçüp gezer

    canan bizden kaçup gezer

    arı biziz bal bizdedir…

    bu dizeler açıklama gerektirmez, arı bir dille söylenmiş, oysa içerdiği derinlik ilk okuyuşta seziliyor. geçmişi savunan, osmanlı’nın büyüklüğüne, başarılarına inanan çevreler bu tür ürünleri önemsemiyorlar, dahası ekmeğini yedikleri halka üstten bakıyorlar. onların gözünde büyüklük, yücelik, divan yazınındadır. peki divan yazını, bugün onu savunanların görüşlerine uygun bir içerik taşıyordu denebilir mi? kuşkusuz denemez. burada, geçmişten kaynaklandığı söylenen, bir gelenek söz konusudur. bu gelenek geçmişle geleceği birbirine bağlayan, ancak bilimsel verilere aldırış etmeyen, bir süreç niteliğindedir, işte bu anlaşmazlığı içinde taşıyan gelenek, fuzûlî’nin yukarda sunulan şiiriyle halk ozanı (divan şiirine de öykünmüş, ancak ününü halk şiiriyle sağlamıştır) dertli’nin (öl.1845) koşuğunu özdeş odakta buluşturmuştur. fuzûlî bağnazlıktan yakınmıştı, dertli’nin sıkıntısı da başka değil:

    telli sazdır bunun adı

    ne âyet dinler ne kadı

    bunu çalan anlar kendi

    şeytân bunun neresinde

    abdest alsan aldın demez

    namaz kılsan kıldın demez

    müfti gibi haram yemez

    şeytan bunun neresinde

    dut ağacından teknesi

    kirişten bağlı perdesi

    behey insanın teresi

    şeytan bunun neresinde

    dertli gibi çarıksızdır

    ayağı da çarıksızdır

    boynuzu yok kuyruksuzdur

    şeytan bunun neresinde.

    dertli’yi böyle söyleten nedenleri açıklamaya gerek yoktur; şeriat ezgiyi yasaklamıştır; suç saymıştır. şeriat yanlılarına göre çalgı bir şeytan işidir, çalgı denen aracın içinde görünmeyen şeytan vardır. bu olay bir söylenti olsa, köksüz sayılsa bile ülkemizde çok mu çok yaygındır. nitekim islam ülkelerinde ezgi türlerinin hepsi değilse de çoğu hind-iran-bizans kökenlidir, buna eski mısır’ı, babil-sümer-akad toplumlarını da katabiliriz. sevgili okuyucu, bu söylediklerimize inanmazsa, günümüzde çok etkili olan nakşibendi tarikatına bağlı kimselerin düğünlerini, evlenme törenlerini gözlemlesin: oralarda çalgının, ezginin bulunmadığını görecektir.

    imdi, islam ile gelen inançların sınırlandırdığı, değişmez koşullara bağladığı bir ortamda bireysel tepkilerin doğmasını önleyecek bir engel uzun süre dayanabilir mi? bu sorunun yanıtı, bu çalışmanın konusudur: varılan sonuç böyle bir engelin kolayca yıkıldığını, daha açığı bu engelin kılık değiştirerek kendisini yıkanın gölgesinde yaşamaya çabaladığını göstermektedir. bunun da en yaygın örneği süleyman çelebi’nin (öl. 1421 ?) yazdığı “mevlid’tir (mevlid, gerçekte, şeriat ilkelerine aykırıdır, ona dine sonradan sokulan anlamında “bidat” denir). olaya bu açıdan bakılırsa, bütün tarikatlar dinin özüne aykırıdır. peygamberin yaşadığı gibi yaşamak gerekirse, bütün islam toplumlarını 1400 yıl geriye götürmek, bütün çağdaş olanaklardan yoksun bırakmak kaçınılmazdır. özellikle kızların, kadınların okutulmaları, toplum kurumlarında görev almaları, çağdaş ev donatım gereçleri, giyim kuşam biçimleri, yemek yeme gelenekleri, mutfak, sofra, tarım düzeni, ev kurma biçimi, yapı düzenlemeleri, ulaşım iletişim araçları yasaklanmalıdır, sözün kısası çağımızın bulduğu, geliştirdiği, yarattığı ne varsa atılmalıdır.

    bunlar okuyucuya çok gülünç gelebilir, ancak islam dininin yapısı böyledir işte. tarikatların dinle ilgili olmadığı çok açık bir olaydır, ancak toplumsal bakımdan kaçınılmazdır, islam düşüncesinin doğduğu ortam uygarlığın gelişmesine elverişli olmayan verimsiz bir alandı. bu nedenle orada büyük bir tarım atılımı sağlanamamıştır, işte tarıma, üretime elverişli ülkelerde yayılmaya başlayan islam inancı, çok eski uygarlıklarla karşılaşınca isteneni veremedi, yenilgiye uğradı. yeni din, eski inançların beslediği odakları geliştirecek güçten, verimlilikten yoksundu, insanları doyuma ulaştırma olanağı yok denecek oranda azdı. yetersizdi. çin. iran, hind, anadolu. yunan, koma, mezopotamya (babil, asur, sümer, akad), mısır uygarlıkları karşısında bütün gücünü kur’anla gelen buyruklardan alan bir inanç düzeni ne yapabilirdi? hangi uygarca soruna, bilimsel araştırmaya yanıt verebilirdi? işte bütün tarikatlar, mezhepler, inanç kurumları yukarda sergilenen sorulara karşılık bulma gereksiniminden doğmuştur. anadolu şiirinde tanrıyla ilgili sorunların açıklanmasını da bu gereksinimin özünde aramalıyız. kişi. düşündüğü sürece, gereksediğini bulma eğilimindedir, düşünmenin olmadığı yerde doğal gereksinmeleri dışında bir istek bulamayız. bugün islam ülkelerinde verimli, büyük! yeraltı kaynaklarını işleten gelirine gelir katan ortaklıkların hangisi islama yabancı kökenli değildir? bunun en açık örneği yeryağı (petrol) ortaklıklarıdır, hangisinin kurucusu müslümandır, işleticisi kur’an buyruklarına bağlıdır? hangi islam ülkesi kur’ana dayanarak topraklarını, bağımsızlığını savunabilecek savaş araçlarını yapacak durumdadır? bu sorunları şiir alanına aktardığınızda yeni bir çözümün gerektirdiği uygarlık verileriyle yüz yüze gelirsiniz. siz yine bunların yazınla, şiirle ne ilgisi vardır deyip durun. burada eskiyi savunanlara verilebilecek yanıt şudur: eski inançlar, gelenekler çağımızın insanını doyuma ulaştırmıyor, onun toplumsal-bilimsel gereksinimlerini karşılamaya yetmiyor.

    giriş

    2 - insan üstüne

    neler düşünülmemiş, neler yazılmamış insan üstüne, yüzyıllar boyunca. çoğu düşünürler, yazarlar, ozanlar, bilgeler düşünürken insanı değil de insan üstüne olanı, insanla bağlantılı bulunanı düşünmüş insan diye. onu gerçeğinden, olduğu yerden kaynağından ayırmışlar da öyle düşünmüşler, öyle inceleme konusu yapmışlar.

    insana yönelen, daha doğrusu insan diye insan adına yaratılan ilk düşünce ürünlerini eski dinlerde görüyoruz. yahudilik, hristiyanlık, islamlık gibi üç büyük din insanı boşlukta tutan, gerçeğinden koparan birer görüşü içerir.

    puta tapıcı, daha doğrusu insan sever dinler insanı daha iyi anlamış, daha iyi görmüş dersem şaşmamalı. yaşayan, yaratanlar insandır onların düşündüğü. doğa’nın yaratıcı, doğurucu gücü ilk dinlerde insandır. kybele’nin (hititçe kubaba) göğüslerinden emdiği özsu ile beslenen, hitit tanrıları’nın salkım salkım sakallarından üzümü toplayan, buğday başaklı ellerinden ekin deren insanlar daha iyi kavramış, daha iyi sevmişti doğayı, insanla tanrılar el ele. diz dize gelmişti. tanrı insan biçiminde, insan tanrı kılığında olunca yakınlaşmalar, kaynaşmalar daha kolay, daha sıkı oluyordu, insan doğadan, gerçek yerinden koparılmamış, tanrılar’la yaşamaktan bıkmıştı. tanrı’yı insandan, insanı tanrı’dan ayıran,

    araya korkulu uçurumlar, nitelik ayrılıkları, aykırılıkları sokmak düşünce bakımından ilerleme olsa bile insanı yerinden yurdundan etme, yaban ellere salmadır düpedüz. nirvananın kucağında yokluğa ulaşan, gerçek sanılan kuruntu evrenin de yaşayacağı umulan insan kendi kendini yemenin tadını yoklukta bulacak ölçüde özünden ayrılmış demektir. buddha’nın öğretisi insanda dilegelen özden uzaklaşmanın büyülü anlatışından başka ne olabilirdi? buddha kapandığı sesizlik oyuğunda gözlerini güneşin sıcak buğular çıkaran enginliğinde yitirmiş, uzağa baka baka yanındaki şöyle dursun, kendini bile göremez olmuştur, işte insanı evrenden koparmanın, gerçeğinden ayırmanın en açık bir örneğidir buddha’nın öğretisi. buddha aydınlığı değil karanlığı seviyordu. ancak karanlıkta bir değer olduğunu yutturabilecekti çevresine. karanlığın enginliğinde büyülerle donanmış bir büyüklük; kendince. buldu da. bütün iş bilir hırsızlar gibi önce insanlığı aydınlatan ışıkları söndürmenin yolunu aradı sonra götürdü götüreceğini insan usunu yurdundan etmedi değil hani: “nice gün açımları vardı; aydınlığı saçmamış daha.” demekten de kendini alamadı. oysa rig-veda gün açımını değil gecenin karanlığını seviyordu. başka deyimle insanı ürkütüp kaçtığı yerde korkudan bayılıp kalan var mı diye aranıyordu, bu yüzden atıldı karanlıklara, oralarda bulabileceği bir iki baygını gerçek insan diye gösterecek sözüm ona.

    minerva’nın baykuşları batı insanının düşüncesinde bilgeliklerle yüklü yol göstericiler diye alkışlandı. sonunda bu yolgöstericiler uçurumlara, dönülmez yollara, aydınlatılmaz karanlıklara saldı onları. böyle bir aldanışla adadı kendini schopenhauer nirvanaya. buddha öğretisi veda’sı ile. rigveda’sı ile, nirvanası ile. daha açıkçası bütün hint düşüncesinde beslenen, kendinden sonrakileri besleyen kavramlar ile varlıkta yitmişliğin kendini kuruntular içinde unutmuşluğun bir düzensizliğidir.

    büyüye aldanma, kendini kaptırma us ilkeleri ile çevrili yöreden sürülmelidir, düzenden sıyrılmalıdır. insanı insanca olanla düşünmek, onunla eşortamda görmek varken doğanın derinliğine inemiyenler boşlukta sonsuzluğa açılmayı insan -ötesinde aramaya koyulmuş, oysa bu da bir çıkar yol olmamış. önünde duranın derinliğine inemiyenler boşlukta sonsuzluğa açılmayı derinlik sanmışlar. nerede bu bolluk, nerede böyle kolayından yaratıcılık oyunları varsa orada bir insandan uzaklaşma, insanca olmayanda insanı arama sıkıntısı, aradığını bulamadığından büyülü sözlerle “buldum” diye gösterme kıvranışı vardır.

    buddha’nın yerinden koparıp karanlıklara salıverdiği insanı hristiyanlık tanrı ile birleştirme sevincine yöneldi, sonunda o da insanı kendi eli ile yarattığı bir tanrıya üçüzlü anlayışına dayalı sunağında içi sızlamadan insanı adak diye bıçağın altında yatırdı, kanını ekmeğe, içkiye katıp karıştırıp yemek gibi bir çılgınlığa kapıldı, işte size önce düşünceden doğan, sonra düşünceyi kanında boğan ikibin yılın yamyamlığı. bu kanlı davranışların içinde eski dinlerden kalan, roma inançlarından gelen insan bilincinin derinliğinde saklı izler vardır. ne demektir kutlu ekmekle, kutlu içkiyle insanın etini, kanını katık etmek, bu yolla tanrının varlığına katılmak? roma’nın ünlü gladiyatör eğlencelerinde düzenlediği hristiyanlık öncesi kanlı törenler daha yumuşak, daha uyumlu biçimde batı kilisesinin anlayışına sinmiştir. bir de kalkıp insanın başına havva-adem öyküsü ile yığın yığın sıkıntılar, üzüntüler açmak nedir?

    ademin havva’yı sevmesi, yaratılışında gizlenen üretici düşünceyi eylem içinde gerçekleştirmesi unutulmaz bir suç sayılacaksa meryem’in yardımcısı kimler olacak? neden adem-havva suçlu da meryem pırıl pırıl? yoksa önünde duran insanı sevmek kendini gizlilikler içinde nidüğü belirsiz davranışlara kapılmış göstermekten daha mı kötü, daha mı utanç vericidir? adem’le havva suçlu ise bu suç onların değil dişi ile erkeği birbiri için kaçınılmaz durumda gerekli kılan doğa düzenidir. peki doğaya bu düzeninden dolayı başka bir anlatım içinde suç bulan din kendi kurucusunun usunu, anlayış gücünü doğanın üstünde mi sayıyor? doğanın içinde, onun kurallarına, koşullarına bağlanmadan edemeyen, ölen yemek, ekmek, beslenmek isteyen bir doğaüstü varlığın işi ne. gitsin doğaüstü ülkesinde yaşasın ne istiyor bizden?

    bu çelişmeler, bu karşıtlıklar içinde kurulmak istenen düzen insanın özünden dışına çıkması kendini yitirmesidir düpedüz. sen beni insan olarak yarat, başımı sayısız sıkıntılara sok, kanımın sıcaklığınca benimsediğim, sevdiğim, bağlandığım evrenden ayır, çürüt toprak et, tırtıllara, böceklere yem yap, gözümün önünde canını gibi sevdiklerimi al yokluğa sürükle, sonra dön bir de beni suçlu say. bunlar yetmiyormuş gibi alevlerde, yalımlarda yakacağım, tamuya atacağım de. gücenme, darılma da şu soruma karşılık ver: suçlu sen misin ben mi? doğruluk sende mi bende mi? ben sana dilekçemi verdim beni yarat diye? işte böyle bir açıdan bakmış insana us ilkelerine dayalı düşünce hristiyanlığa göre arı duru insan ancak düşüncede vardır, yeryüzünde aramızda yaşayan insan eksiktir, suçludur. suçu elinde olmayan nedenlerden dolayı işleyen, usunu kullanma yeteneğinden yoksun olması dolayısıyla suça elinde olmadan sürüklenen kimsenin yargı giymesi doğruluk olursa eğrilik nedir diye epeyi düşünmek, sonunda nirvananın kucağında varken yokluğun tadını çıkarma kuruntularına kapılıp gitmek gerek.

    hristiyanlıktan sonra insanı başka bir açıdan ele alan islâmlık durumu daha da karanlıklaştırmıştır. insanla tanrı arasında kurulagelen bütün bağlar koparılmış, insan belli bir yörede gizli bağlarla vurulmuş tutsak diye nitelenmiştir. evet insan yaratıktır, usu anlayış gücü. sözde özgürlüğü, bağımsızlığı vardır, yalnız bunları kullanamaz. günü bir bütün olarak, en ince bölümlerine dek önceden belirlenmiş, ne yapacağı, ne edeceği, ne gibi ölçüler içinde davranacağı, ne gibi kurallara ölçülere uyacağı kesinlikle kendisine bildirilmiştir. bu düşünen, düşünme yetisi olan insanın kendinden alınmışlığı demektir. artık insan belirlenmiş, tutumları kara yazılarla açıklanmış bir buyrukları yerine getirme aygıtıdır. onun yaşama yörüngesi üzerinde gidiş-geliş hızı. adımlarının sayısı, aralıkları bellidir… insan bu belli kuralların dışına çıkamaz, çıkınca suç bütün korkunçluğu ile dikiliverir karşısına… öyleyse islamlıkta insan kendisine verilmiş görevlerin sorumluluğunu taşıdığı için gelir yeryüzüne, yaşamaya değil. bu görüş insanın kendinde olmadığı, yalnızca duyurulan yerine getirme varlığı anlayışını içerir. başka deyimle insan yaratmaya değil verilenleri yapmaya gelmiş, o ancak kendisine verilenlerden sorumludur. bu durum karşısında insanın istenç özgürlüğünden sözedilemcz. oysa bu sorumluluk bile önceden açıklanmıştır. bu sorumluluğun tek anlamı yapacaksın buyruğu içinde saklıdır. öyle ise insanın kimliği, kişiliği yoktur. bütün bu nitelikler onun dışında, onun üstünde duran varlığındır. ne türlü yorumlanırsa yorumlansın insan bir yoksunluklar taşıyıcısıdır, istenç boş bir kavramdır.

    oysa doğacı dinlerde insan bütün ilkel, yalınç nitelikleriyle insandır. gene inanıyordu, korku duyuyordu. yalnızca inandığı, korku duyduğu kendi yanındaydı, yaşadığı toplumun, ortamın içindeydi. arada görülen ayrılık inanın inanılandan daha güçsüz oluşuydu, insan bunu dar bilgisi ile kestirebiliyordu. sorumluluklar belli ölçüler içinde belli güçlülere karşı taşınıyordu. daha açıkçası insan inandığı için insandır. dinlerde ise insan buyrukların taşıyıcısı olduğundan, onları yerine getirmek gerekçesiyle yükümlü bulunduğundan dolayı insandı. böyle ilkelerden kurulu bir ortamda hangi görüş açısından bakılırsa bakılsın insan ancak yitmişliğini yaşar, gene kısıtlayıcı bir düşünce örgütü bir buyruk taşıyan varlık olarak yaşayışını sürdürür, insanın bir varlık niteliğinde sakladığı anlam ona doğanın verdikleri ile belirlenmiştir. bu bakımdan insanın gerçek kimlik bildirisini yazan içinde yaşadığı doğadır, toplumsal yönetime egemen soydaşları değil. toplumun yönetiminin güç egemenliğine dayandığı yerde insan dini bir araç olmaktan öte anlam taşımaz. bu araç eskiyi onarıcı bir anlayışa dayanırsa daha tutarsız olur.

    dinler bütün görüşleri, kuralları, koşulları ile insanı bu başkasına verilmişlik içinde değerlendirir. böyle insan dışı bir nitelik onu kendi bütünlüğünü anlama gücünden yoksun kılıp özünü bilmezliğe götürür, götürdü de. işte bu özünü bilmezlik insanı, kendi dışında varsayma gibi bir kuruntuya sürükledi, insan bu çağlar boyunca sürüp gelen, değişmeyen kuruntu ağında saplantılara kapıldı. gitti elinden bağımsızlığı, anlamı sınırlandı, kımıldatılamayan bir yerde oturtulan insanın kimliği, kişiliği, oldu bu anlam. oysa insan durmuyor, gelişiyordu boyuna. bu belirli yerin dışında sürdürüyordu kendini. işte yaşayan insan da buydu. tarihin akışı içinde böyle birbirini kovalayan sınırlayıcı görüşler insanı böldü, ikiye ayırdı.

    insanın böyle ikiye ayrılışı daha çok felsefede görülüyor. sokrates için “tanrıları gökten yere indirdi” derler. doğrudur, tanrıları gökten yere indirirken insanı evinden barkından etti. bölüm bölüm kıldı. onun açıklamaya çalıştığı insan bir usvarlığıdır. duygular, tutkular onun gözünde önemli değildir.

    insanı böylesine usvarlığı, duyguvarlığı diye ayırmak onu daha da karanlık duruma sokmaktır, insan yalnız usla davranmaz, davranamaz da. bütün yaşam süresince usunu değişmez. şaşmaz bir ölçü olarak kullanamaz. doğanın daha ağır basan verileri var insanda. sokrates bütün bu duygu varlıklarını usun buyruğu altına koydu, çağının düşüncesine göre bu yepyeni bir görüştü, bir bakıma yeni bir ilerleme idi. sokrates’in batı düşüncesine getirdiği yenilik de insanı usvarlığı olarak alan ilk bilge oluşudur. bu görüş uzun süre batı düşüncesine egemen olmuş, sonra değişmez bir inanç niteliği kazanmıştır. işte bu değişmez olarak kalma insan bilgisi bakımından bir duraklamadır.

    hristiyanlıkta, islamlıkta tanrının insana yaptığını sokrates’in görüşünde us yaptı. onun sık sık düşüncesine, kanısına başvurduğu daimon’u bir us-tanrıdır. oysa insan böylemidir ya… sokratesin ardından gelen ilk ortaçağ bilgeleri insanı kendi anlayışlarına göre zoon politikon. zoon logikon, zoon mathematikon gibi tanımlamalar altında görmeğe çalıştı. bütün bu bilgelerin üzerinde anlaştıkları tek konu insanın bir “zoon” olduğudur. bunlar insanın açıklanması değil bölünmesidir.

    ilkçağın ünlü plâton’u insanı hızla olduğu yerden gökler şöyle dursun onların da üstüne uçururdu. gerekçe görmek kökünden gelen bir sözle -eideas- insanı büsbütün görülemez duruma getirdi. kendisi ile konuşan, söyleşen insanı bırakıp düşüncesinde yaşayan taslağa döndü. düşünceyi insandan çıkaracak yerde insanı düşünceden kurmaya çalıştı. o erişilmez olgunlukta olan örneklere göre bir insan yontmaya durdu. plâton’un bu insan görüşü insanı anlama, onun gerçek yerini bulma bakımından bir yenilik getirmemiş, üstelik ortaçağ kapalı düşüncesinin doğmasına, evrenin dışında evren arama çabalarına kaynak sağlamıştır. plâton’un ortaçağ düşüncesinde en önemli yeri kaplayan timaios adlı yazısı insanın evren karşısında ne denli yok olduğunu göstermesi dolayısıyla kilisede baş üstünde tutulmuştur. st. augustinus’tan bu yana ortaçağ’ın tanrıbilimcileri kaynağını, dayanağını ya plâton’da. ya aristoteles’de aramıştır. sözün kısası insana yönelmeyi düşünmemiştir. hristiyan ortaçağı da, islâm ortaçağı da bu iki ilk çağ bilgesinin eşelediği toprakta eşkin verdi. bir düşünün böyle görüşün ardından giderek ışıklıkla adam arayan diogenes kendi yitmişliği içinde bunalmamış mı?

    gerek ilkçağın anadolu bilgeleri, gerekse grek-roma bilgeleri insanı usvarlığı olarak görmüş, duygu yönünü bir yana atmış, ya da duygu varlığı olarak anlamış, usa düşünce düzeni içinde ötekilerin verdiği aşkın önemi vermemiştir. stoacı bilgeler ise insanı bütün duygu yönlerinden sıyırıp istencin bağlıklarına vurmuştur. hangisinin görüşü alınırsa alınsın insanın bir bütünlük içinde araştırma konusu yapılmadığı, tek yönlü düşünüldüğü görülür. arada bir ilkçağ bilgelerinin düşüncelerini boyayıp karmaşık yazılarla öne süren ortaçağ aydınları insanı daha çok inanan varlık diye adlandırmıştır. farabi, ibn sina, ibn rüşd, gazali gibi aydınlar bunlar arasındadır. daha doğrusu bu gibi karanlıklardır. onların düşüncelerinde aristoteles’in ya da platon’un , philo’nun görüşlerinden ayrı. yenilik niteliği taşıyan bir yön yoktur. cami ile kilise insanın “yaratılmışlığı” konusunda düşünmeyi insanı işleme biçiminde koymuş ortaya. oysa ne caminin ne de kilisenin düşündüğü gibi bir insan var gerçekte. bu yaratılmışlık başka bir açıdan bakıldığında “belirlenmişlik” olarak karşımıza çıkar.

    renaissence’ın son yıllarında, özellikle italya’da, daha çok yaratı alanında gelişen düşüncenin ele aldığı insanın elle tutulur bir yönü yoktur. bunu anlamak için dante’nin, petrarka’nın yazılarını, öteki sanatçıların resimlerini, yontularını incelemek yeter de artar bile. ortak konu incil’dir, islâm ortaçağ’ında ise kuran’dır, insanın suçluluğu, bu suç yüzünden yeryüzüne atılmışlığıdır. bu iki büyük dinde anlatılan eski ibrani dininden alınma öykülerin en acıklıları, en içlileri insanın yitmişliğini. işlediği, işleyeceği suç yüzünden çekmişliğidir. rafaello’nun en güzel yapıtları bile din duygularının en çok işleyenleridir. michel angollo’nun en ünlü yapıtları konularını incil’den almamış mı? bunu kilisenin sanat koruyuculuğu, sanatçıya kapılarını açık bulunduruculuğu diye yorumlayanlar pek çoktur. yok, kilise sanatı korumadı, sanat kiliseyi ayakta tutuyor dersem ne dersiniz, ne diyebilirsiniz? durum cami için de öyle değil mi? demek doğusu ile batısı ile bütün bir ortaçağ insanın kıyıya itilmişliği dönemdir, insan olduğundan değil, tanrı’nın yaratığı olduğundan, suçlu olduğundan acınacak bir sıkıntı çevrentisinde dört döndüğünden dolayı yüzüne bakılan bir nesnedir. bir bakın kanatlarında barış taşıyan şu kutlu güvercine, bir bakın konduğu yerleri insana yeğ görülmüyor mu?

    dinler insanı tanrıya duyulan, daha doğrusu duyulması gereken saygı yönünden ele almış, renaissance düşünürleri, bilgeleri de doğada bulunduğu için. bu iki düşünce akışı içinde de insana dolayısıyla değinilir. paracelsus’un leonardo’nun galileo’nun, la maitre’nin insanı bağımsız değildir. doğanın bir yanıdır, insana doğrudan doğruya dönülmemiştir.

    tanrı’ya övgüler döktürmeyi insan düşüncesinin doruğunda bulunan başarılardan biri sayan nicolaus cusanus bile özgün değildir bu konuda. hugo grotius, campenella. giordane bruno, thomas morus insanı değil tanrının yarattığını düşünmüş, işlemiştir. descartes ne de kıymış insana, bir elma gibi yarıvermiş ortasından, uçurumlar koymuş tinle gövdenin arasına, sonunda kendi de çıkamamış işin içinden. dönmüş tini tanrıya, gövdeyi doğaya bağlayıvermiş. yaptığına pek kendi de inanmadı sanıyorum. inansa tinle gövdeyi ayıran özlerin birine “yer kaplama” birine “cogito-düşünüyorum” dermi idi, demezdi. bilmez mi descartes “düşünme” eyleminin gövdesiz olamayacağını, bilir, pekiyi bilir de söylemez bilmişliğinden.

    leibnitz daha karanlık işler açmış insanın başına, evren dolayısıyla değinmiş ona. “açık algılar”, “bulanık algılar”la daha da güçleştirmiş işi. monad demiş evrenin en küçük örneğine. sayısız monadlar vardır demiş, bunların birer birer büyük evreni yansıttığını söylemiş üstelik. öte yandan “monadların pencereleri yoktur” diye de eklemiş. oysa monadların öyle çok pencereleri var ki insan nereye bakacağını şaşırıyor. artık anlaşılıyor insanın durumu: insana renaissance’tan sonra bilgi sorunu dolayısıyla da değinmeler başlamış sokratesin, öteki ilk çağ bilgelerinin, sophistler’in yaptıkları gibi.

    insana bilgi sorunları yönünden belli, dar bir açıdan bakma günümüze dek sürüp gelmiştir. bilgisi yüzünden insanı kıyasıya doğrayan bilgelerin en acıma bilmezi kant’tır. bir yandan insanı us varlığı olarak görür, bir yandan da usun çözümleyemeyeceği, çözümleyemediği gibi saldırısından yakasını kurtaramayacağı sorunları yükler ona. artık insan bir çözülmezler taşıyıcısı olmuştur. bu onun “alın yazısı”ymış insan tanrının, tinin, evrenin, nesnelerini görünmeyen yönünü kant’ın diliyle “noumen”i, bunların ne olduğunu kesin olarak bilemez, bu bilemedikleri olmadan da edemez. bunları yalnız düşünür, öteki çözülmez, kaynağına gidilmez dediği sorunlar gibi. darılmak gücenmek olmasın gene ben bilemeyeceğim kaynağına varamayacağım sorunları ne düşünürüm ne de taşırım. bende bir us varsa böyle bulantı çıkılarını taşıması gerekli değildir. gerekli sayan buyursun taşısın.

    kant’ın ardından gelen hegel insanı tanrı’dan bile gizlemiş tepeden tırnağa tin yapıvermiş çıkmış işin içinden. tinler neler yapmazmış üçüzlü aşamaların basamaklarına tırmana tırmana. üstten aşağı yaygın yaygın, evreni kucaklarca açılmış aşağıdan yukarı doğru canını dişine takarak çıkmıştır. gene de ulaşamamış ereğine. ortada gene insanın bölünmüşlüğü var shelling, fichte, herder bu bölme işinde vargüçleriyle çalışmışlar. onlar da ingiliz bilgelerinden david hume, bacon, locke gibi bakmışlar insana, bilgi sorunu bakımından ele almışlar insanı. bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur, insan düşünce tarihi boyunca bağımsız bir konu olarak işlenmemiş, çoğu bilgelerin görüş açısına göre ona bakılmıştır. bu durumda insan gene bölünmeden kurtulamamış.

    bugüne dek sürüp gelen düşünce doğrultusunda anlamak gerekmez insanı. o başka varlıklarla ilgisinden dolayı üzerinde durulacak, ek konu yapılacak bir nesne değildir, insan davranışlarından sökülüp atılamaz. durum böyle olmakla gene de çağımızda insana doğrudan doğruya bir yönelme, onu anlamaya dayanan bir görüşü benimseme çabası olmamıştır. bergson’un “home faber” adını verdiği insan değil. bu anlayış ölçüsü içinde de insan kendi gerçek davranışları dışında yaşayan bir varlıkmış gibi görülüyor. oysa insan kendi bütünlüğünü kuran eylemleriyle birlikte vardır, insan: eylemlerinin dışında, özünden soyutlanmış, kavanoza konmuş bir nesne değildir.

    bundan aşağı yukarı kırk yıl önce max scheler bile insanın gerçek bütünlüğünü göz önünde bulundurmamıştır. insanın evrendeki yerini, ararken kendini unutuvermiş. onun ardı sıra gelen kaynağı düşünürün yorumuna göre sokrates’te kierkegard da bulunduğu söylenen varoluşçuluk akımı da insana sağlam ölçülerle bakan bir çığır değildir. eski hind düşüncesinden alınan nirvana anlayışına benzeyen, insanın taşıdığı varlık niteliğinin karşısına yok oluştan doğan korkuyu koyup görüşünü ileri süren bu akım gene insanı bölmekten, iki çatık durum karşısında bırakmaktan kendini alamıyor, insan gerçek bir yokoluş korkusuyla karşı karşıya mıdır? buna evet diyebilmek için insanın böyle bir korkuyu özünde duyması gerekir açıkça. oysa insanın böyle bir yok oluş korkusuyla karşı karşıya geldiğini, bundan kendini kurtaramayacağını söylemek kant’ın “insan usun çözemeyeceği bir takım sorunlarla yüklüdür, durum böyle iken bunlardan kendini kurtarmak da elinde değildir.” demesinden pek de ayrı bir kanı olmasa gerek. biz alışmışız düşündüğümüzü doğrulamak, yerinde bir davranış diye göstermek için insana yüklenmeye. eski metafiziğin belli konuları vardı, onlar üzerinde durulması bir gerekli görev sayılırdı. bugün bu metafizikle uğraşanlar pek dar bir çevrede kalmış. çağların kendilerine, özelliklerine, evrene bakış açılarına göre anlayışları vardır. bir metafizik yaygın olduğu çağın damgasını taşır; bu bir gerçek. varoluşçuluk ortaya koyduğu yok oluş korkusu ile çağımızın bir metafiziğidir. neden insan sayısız sıkıntılar, acılar çektiği varoluş karşısında varoluşundan dolayı korku duymasın da yok olacağından duysun? peki yok oluş bir korku ise seve seve ölüme gidene ne denir? başkaları için kendini verene ne denir? bunların karşılığını, birtakım yüce başların insanüstü eylemleri olarak göstermekle vermeğe, yönelenler olacak. bu doyurucu, kesin, gerçek bir karşılık değildir. konuyu açıklamaktan da uzaktır, insan bir yok oluş korkusu içinde değildir. o, yok olacağını düşünmez bile. ölümü bir korku doğurucu olay diye nitelemek değişmeye göz yummaktır. varoluşçuların kendilerine kaynak saydıkları kimseler ölümden korkmak şöyle dursun onu seviyordu bile. ölüm korkusu gerçek oluşlar içinde yaşayan insanda değil bir kıyıya çekilip düşünceye dalan insanda vardır.

    j.p. sartre bir yazısında varoluşçuluğun insancılık olduğunu söylemekten geri durmadı. evet bir insancılık, yalnız insanı korkan bir varlık olarak alan bir insancılık. oysa insanın en köklü sorunu korku değil , yaşamadır, “insan eylemde bulunurken vardır” diyen bir düşünür eylemin sınırlarını belirlemiyor. evet, insan eylemde bulunur; ancak eyleme iten nedenler bu eylemlerle eş ortamda değildir. başka deyimle: insan kendini eylemde bulunmaya iten dışındaki nedenlerle de vardır denemez mi? güneşin aşırı sıcağında insan da yanar bitki de, şimdi bitki sıcaklık karşısında istençli bir eylemde bulunmuyor diye yok mu? varsa istençli eylemde bulunmak bir varoluş nedeni değil demektir, insan çevresiyle vardır, daha açıkçası insan evrenle vardır. birtakım aydınlar varoluşla eylemi ayrı sayıyor, oysa oluşun kendisi bir eylemdir, insanı akışı içinde sürükleyip götüren bir eylem. öyle ise insan oluş içinde vardır, kendisi bir oluştur, oluş içinde gerçek yeri olan bir oluş. davranışlar insanın açılışlarıdır, insan davranışlarıyla kendini sürekli oluş akışının ortamında açar. bu davranışlar istençle, istemle korku ile istekle sınırlı değildir, insan davranışlarla, davranışlar insanla açılır. bu karşılıklı bağlantılar içinde insanın açılışı kendini ortaya koymasıdır.

    varoluşçuluğun ileri sürdüğü yokoluş korkusu istenç taşıyan varlığa yergi ise, bütün insanların bu yok oluş korkusunu duyması gerekir. oysa birçok yiğitler, aşırı dinciler bunu duymuyor. yok. yok oluş korkusu istence bağlı değilse bütün yaşayanların bu korkuyu çekmesi gerekir. böyle bir gerçekle de karşı karşıya değiliz. varoluşçular buna bilinçli korku adını da vermektedirler. onlara göre bu korku insan varlığına eğilmenin, insanı kavramanın doğurduğu korkudur. ne yandan bakılırsa bakılsın varoluşçuluk çığırı da bir çağdaş metafizik olmaktan kendini kurtaramıyor. nitekim martin heidegger’in böyle korkuyu içeren tutumu onu ister istemez günümüzün metafiziği üstüne düşünmeye doğru itmiştir.

    max scheler’e göre insan kendini bütün öteki dirilerden ayıran “geist”in taşıyıcısıdır. ne var ki insanın taşıdığı bu tinin insanüstü bir bağımsızlığı vardır. onun bulunduğu yer bilinmez, yalnız taşınır, insan için taşıdığı nesnenin nerede olduğunu bilmemek, onu beş duyunun dışında olduğundan yalnız düşünebilmek insanı açıklamak değil, karanlıklaştırmaktır. tin özgürdür, bağımsızdır, deniyor peki bu özgürlük, bu bağımsızlık nerede kiminle, hangi koşullar, hangi kurallardır, bunu bilemeyiz. hristiyanlığın kurucusu da. islamlığın yayıcısı da tin için böyle düşünüyordu. burada ortaya çıkan açık gerçek şudur: insan da insanca bilinmeyen, görülmeyen, ancak kendisi ile düşünülebilen insanüstü varlığın özgürlüğü bağımsızlığı. bağımsız olmayanda bağımsız olanın var sayılması, inanamıyoruz buna. bağımsızlık yalnız düşüncede değil davranışlarda olursa bir değer taşır. yoksa bir kimseyi on yerinden bağlasanız bile başının içinde bir bozulma bir yıkım olmayınca düşünür gene. insanın bağımsızlığı konusunda ilkçağla, dinlerle sıkı bir eş düşünce ortamında bulunma anlayışı var renaissance’la gelişen yeni batı görüşünde. bağımsızlık, özgürlük ancak düşünülen eyleme dönüştürülmesinde, uygulama alanına konuşunda ortaya çıkar.

    insan üç yönden bağımlılık içindedir. birincisi tüzelerin koyduğu kurallara uyma gerekliliğinden doğan bağımlılık, seçkinlerin, ya da seçilmişlerin anlayışlarına göre konan yasaların yarattığı bağımlılık, ikincisi gelenek, görenek, tutumların çağlar boyu sürüp gelmesinden çıkan bağımlılık. üçüncüsü de en az sezilen gerçekte pek köklü olan bir bağımlılıktır. bunu ancak üzerinde duran, onu bir sorun olarak işleyenler duyar. dilin bağımlılığıdır bu. konuşmanın, yazmanın, düşünceleri açıklamanın uyması gerektiği söylenen kurallar, koşullar sağlar bu bağımlılığı. şu bildiğimiz boyuna tartışmasını yaptığımız dil kuralları, dilbilgisi, yazı kuralları. yok özne başta gelirmiş, yok ek sonda olurmuş, eylemi bildiren söz özneden önce gelmezmiş gibi birtakım alışkanlıklarla kazanılan kurallardan gelen, değişmez sanılan tutumlar bunlar.

    bu adı geçen üç bağımlılık kaynağı ile düşünürlerin görüşleri arasında sıkı bir yakınlık vardır. bunları derli toplu olarak ileri süren, uzun uzun yazılarla açıklayan ilk bilge aristoteles’tir gene. “organon” adını verdiği uzun yazısı ile koymuş bunları ortaya. düşünce bilgisinin (logik) kurallarını düzenlerken belli bir alanda kalmaya doğru itmiş kişiyi. düşünce bilgisinin üç ana kuralı olan özdeşlik, çelişmezlik, nedensellik ilkeleri uzun süren bir dil alışkanlığının ilkeleşmiş verileridir. oysa doğa’da bunların bir teki bile yoktur, yalnız düşüncede vardır.

    ister ilke olsun, ister kural olsun insanın bölünmüşlüğü sonunda elde edilmiştir. düşünce gücü. düşünce bilgisi insandan ayrı varlıklarmış gibi göründüğündendir bunlar başka değil. bunlar insanda insan dışı olan nesnelerdir. bilgeler kullandıkları görüş bıçaklarının keskinliğine göre kişiyi doğradıklarından dolayı çıkmış ortaya bunlar. oysa kişi kendini davranışlarının bütünlüğü içinde ortaya koyarken uymaz bunlara çokluk. kişi yaşamında yiyip içerken, severken, sevişirken, kızıp gücenirken, sevinirken, üzülürken hangi kurallara uyar dersiniz? bütün kurallar, yasalar, ilkeler kişiyi beli bir yönü ile incelemenin, bütün olarak görememenin ürünleridir düpedüz, insan varlığının derinliklerinde saklı oluş gerçeklerini kavramak için onu davranışlarından sıyırmamak gerekir. davranışlar insanın bütünlüğünü ortaya koyan oluşlardır. onların insan varlığı dışında ayrı ayrı incelenmesi, insanın onlardan, onların insandan koparılması insanın bölünmesidir.

    bütün uluslarca, az çok değişik açıklamalar altında, benimsenen birtakım davranışların kural niteliğini kazanması değerleri doğurmuştur. aradan geçen uzun çağlar gerçekte birer davranış biçimi olan bu değerlerin apayrı, değişmez birer bütünlük kazanmasını sağlamıştır. sözgelişi erdem bir değerdir. bu sözün nereden geldiğini araştırınca karşımıza bir erkeğin çıktığını görürüz. sözün kökü “er” dir. erdem erkek olana vergi, ona yaraşır anlamına gelir. latince’de de böyledir. “virtus” sözünün kökü erkek anlamına gelen “vir”dir, “tuş” ektir. erdem’in “dem”i gibi. oysa biz, bugün “erdem” sözünü bambaşka bir anlam da kullanıyoruz. güzellik de öyledir, kökü “göz” dür. demek ki geçen sürenin pek uzun oluşu yüzünden kural niteliğini kazanan birtakım davranışlar elde olmadan insanı egemenlikleri altına alıyor. biz insan olarak, uymak gereğinde kaldığımız bu kuralların başlangıçlarda böyle olmadıklarını, bizim anladığımız apayrı bir anlam taşıdıklarını eylemde bulunurken düşünmüyoruz bile. grekçe “momos” sözcüğü “yasa” anlamına gelir. arap bunu “namus” olarak aldı. bu günkü “namus”la, dünkü “nomos” arasında ne gibi bir anlam yakınlığı var dersiniz? “kanun” sözü de böyle değil mi? “araç” anlamına gelen grekçe “organon” sözünden gelmedi mi? bunun gibi “akıl” devenin ayaklarına vurulan “bağ”, “istiklâl” bir kıyıda yalnız başına oturma anlamına gelen “kille”. “kıble” eski anadolu bolluk tanrıçası “kübele”. işte bunlar, bunların benzerleri çağlar boyunca insan istenci dışında işlene işlene birer kural niteliği kazanıyor, sonra insanın bunlara düşünmeden uyması, bağlanması isteniyor. bunları kim istiyor, kim yapıyor? işte kişinin bağımlılığını doğuran kaynakla ilgili bir soru.

    rousseau, doğal durumdan yavaş yavaş, bir “toplum sözleşmesi” ne gidildiğini söylerken insanın bağımlılığa kaydığını açıklamak istiyordu. oysa onlarda böyle bir toplum sözleşmesi yoktu, sayısız yılların doğurduğu alışkanlıkların, yakınlaşmaların “kurallaşması” vardır. “toplum sözleşmesi” bu olabilir ancak. rousseau’nun üzerinde durduğu konu gerçekten pek önemlidir, bağımsızlaşmağa giden çizgi üzerindedir. onun tartışma götüren görüşü bu “toplum sözleşmesi”ni insan istencine dayamasıdır. oysa alışkanlıklar istençle bağlantılı değil, başlangıçta istekle, birtakım geçici gereksemelerle bağlaşımlıdır.

    insan, kendisini, davranışlarının bütünlüğü içinde, ortaya koyarken taşıdığı anlam onun varlık kuralıdır. bu yüzden kişinin anlamı onu sürekli bir devinme içinde bulunduran iç davranışları ile dış davranışları arasındaki uyuma dayalı bütünlüğün niteliğini taşır. kişiyi anlamı ortaya koyar. bu anlamı ona veren biz değiliz. bizim yaptığımız, ya da yapacağımız bu anlamın bütünlüğünü gözden uzak tutmaksızın kavramaktır, insanın anlaşılması anlamın kavranmasına bağlıdır, insana anlam vereceğini sanan, böyle bir kanıda bulunup türlü savlar ortaya atan bütün çığırlar ona kendi düşüncelerinde yaşayan, gerçekliklerinden soyulmuş “nesne” olarak bakarak ancak. böyle bir kanı ile ortaya atılan bir görüş insanın yanından geçer, insanı anlamak onun davranışlarını içinde yer alma, onu çevreleyen akışa kapılma gereğindedir. yoksa dıştan bakıcı bir tutumu davranış biçimi diye alarak işe koyulan kimse insanı ancak dış görünüşü ile anlatmaya çalışır, insanı anlamak onu kendince yaşamaya bağlıdır. sözgelişi bir sanat yapıtını anlamak için ona dıştan bakmak yetmez. onun oluş akışı içinde doğru yeri almak gerekir. bakış bir bakıma fotoğraf çekmektir, insan fotoğrafı çekilerek anlaşılabilecek bir varlık değildir. böyle bir düşünür fotoğrafın verdiği olanaklardan yararlanarak insan tablosu yapmaya kalkışan ressama benzer; bir yenilik koyamaz ortaya insanı kendinde yaşamadıktan sonra. nitekim homeros’un yazıları içinde en önemli, en başarılı olanları türlü türlü benzetişlerle süslenen kuru anlatışlarla dolu olanları değil, azda olsa insanı kendisince yaşadığını gösterenleridir. insan duygularını, insan eylemlerini, insanla birlik içinde aldıklarıdır. baudelaire’nin gücü insanı yaşamayı bilmesindedir. hölderlin’in başarısı insanı bütünlüğü ile şiir evreninde kavramaya çalışmasıdır. van gogh yaşayan gerçek insandı gauguin’de öyleydi. büyük sanatçılara bu “büyüklük” damgasını vuran insana bakmaları değil onu yaşamalarıdır. bir savaşta en başarılı bulunduğunu doğrayan, çoluğu çocuğu bıçaktan geçiren değil, yendiği savaşçıların ülkesini ele geçirdiğinde yenilenlere karşı saygı duymasını bilendir. bir bomba ile yüz binlerce suçsuz yoksul, yaşama kaygısı içinde çırpınan kimseleri içi sızlamadan öldürmek insanın taşıdığı varlık değerini bilemiyecek ölçüde çılgınlık, kan dökücülük, aşağılıktır. bir bakın tarihe onbinlerce suçsuzu öldürmeyi başarı sayanların, düşünce alanında insanlığa ışık tutacak başarıları yoktur. bunları söylerken yapılan öldürücü araçları insan soyunun yıkımı yolunda kullanan pek sayılı başları anlatmak istiyorum. yoksa atomu bulan bilginlerin tükenmez çalışmalarını insan soyunu ortadan kaldırma amacı ile yaptıklarına inanamıyorum, dersem yanıldığımı sanmıyorum doğrusu. öldürmek bilginin hangi aşamasında alınırsa alınsın bir başarı değildir, öyleki en ilkel araçlarla da, alıp atılan bir taşla da insan öldürülebilir, öldürülüyor da.

    insana boyuna dıştan bakan düşünce tutumu çağın anlayışına göre birtakım yeni görüşlerin doğmasına yol açmış insan başını yeni sıkıntılara sokmuştur. bunların en acısı kişinin bağımsızlığını ortadan kaldıran, onu kendi dışında yaşadığı sanılan birtakım kurallara bağlayan görüştür. bu görüş kişiyi belli bir açık çevrede tutsak yapmıştır. doğada alabildiğine yaşayan insan birtakım yasalara bağlı kılınmış gitgide bu yasalar birer gerçek varlık diye benimseme gerekliliği ile karşı karşıya bırakılmıştır. yasa diyoruz, nedir bu yasalar, insanı bağlayan gizli bağlar değil mi? yasaların en iyileri bile insan davranışlarını kısıtlamıyor mu? toplum adı verilen, kişinin dışında kişiye egemen olduğu ileri sürülen bir nesne çıkarmışlar ortaya. bir de toplum kuralları, toplum koşulları uydurmuşlar üstelik.

    yasaları kimler yapıyor, kimler için yapılıyor bir düşünelim. bir ülkede yaşayan kişilerin toplumca bir konu üzerinde birleşerek koyduğu yasa var mıdır? yoktur yasaları belli kurullar yapar, topluma uygular. en büyük, en yoğun toplumlar bile birkaç yüzü geçmeyen seçilmişlerin tutsağıdır. yeryüzünün bilmem hangi çağında, bilmem hangi yöresinde geçici olayların sağladığı kolaylıklarla bir araya gelen seçkinler yapmamış mı yasa denen nesneleri? gene yeryüzünde toplum denen varlığın alışkanlıklarını, göreneklerini binektaşı olarak almış bir yasa koyma kurulu var mıdır? yoktur. roma tüzesi bunun en korkunç bir örneğidir. bu gün bir çok yasa ona dayanır, kaynağını onda bulur. bunu övüne övüne söylemekten

    de geri durmaz. peki, bu koşullar altında roma tüzesi, güçlülerin (buna seçilmişler de diyebilirsiniz) güçsüzlerden yana görülüp, baskı ile benimsetilmek istenen bir güçsüzden başka ne olabilir?

    hangi ulus tek tek üyelerinin yaşama koşullarını, birey bağımsızlığını, göz önünde tutarak kurmuş yasalarını, ya da roma tüzesini almış dersiniz? bu yasacı tutum insanı düzen düşüncesi adı altında bilincine varamadığı bir tutsaklığa doğru itmiştir. işte budur işin gerçeği: insan kendi eliyle bilmeden kendi canına kıymış, doğa içinde yaşamayı belli kurallarla kısıtlamış, işin içyüzünü bilmeden. uygarlıkların en kötü buluşlarından biri bir bakıma en yıkıcısı belli yerlere belli kazıklar dikmek oldu. öyleki yüzyıllar boyunca bu bağlılıklara bilmeden inanan kişi bağlılık içinde sınırlı yaşamayı özgürlük sandı, ne acıklı bir sonuç.

    kant’ın ortaya attığı, hegel’in başka bir doğrultuda geliştirdiği, max scheler’in beslediği özgürlük anlayışı yaşayan insanın yanından bile geçmemiştik. insanı didik didik ettikten sonra onda yer-kaplamayan. yalnız düşünülebilen bir varlık türünün bulunduğunu söyleyen, adı geçen, bilgeler, bağımsızlığı yaşayan kişinin kendi dillerince göbek adını koydukları nesne dışı olana uygun görmüş, öyleki kişide kişi-üstü bir varlığın bulunduğunu ileri sürmekten kaçınmamışlar. kişinin yer kaplayan gücünü ortadan kaldıran yaşatan, geliştiren o insanda kişi-üstü olan yetiye bakalım, insan başını, ya da beyninin gelişigüzel bir yerine batırın iğneyi. kişi-üstü varlık ne yapacak? beyindeki sinir ilmiklerinden biri kopunca ne duruma gelindiği ortada.

    bergson, özgürlük deyince belli bir doğrultuda engellerle karşılaşmadan yürüyen gelişme sürecini anlıyor. özgürlüğü çok gizli bir yerde anlatışın durumuna göre “ben” de “bilinç” de öyle bağlıyor ki en sağlam ölçülerle ben’in karşısında düşünmeye dalan bir aydın bile nereye vardığını, varacağını, pek kestiremez. bergson’un düşüncesinde pek açık olmayan bir “birikme” vardır, insan belleğini bununla açıklıyor. sonra dönüyor bellekle ben’in, ben’le bilinç’in, bilinç’le, ben’in açıklanmasına girişiyor. başka deyimle insana gelişim doğrultusu üzerinde görünenden değil de görünmeyenden bakıyor.

    böylece roma tüzesinin aktarılan yasaları içinde dıştan bağlanan insan o tüzeyi geliştiren görüş çizgisi üzerinde içten bağlanıyor. roma tüzesinin ortamını değiştiren kant-hegel- scheler-bergson gibi duraklardan geçen, bir iç-insanda yürüdüğünü başka deyimle davranışları, eylemleri kısıtlayan, yasaların düşünceye uygulandığını görürsünüz. durum açıktır, tüzenin dıştan kurallaşan düşüncenin içten uygulandığını belirleyen bir odak olduğunu anlarsınız. burada, tüze dıştan, kurallaşan düşünce içten insanın özgürlüğünü elinden aldılar. bu yarışmada yasa koyucularla bilgeler dizlerinin ilmiklerini koparırcasına koşuyorlar, ister yasa koyucular olsun, ister bilgeler, bilginler olsun insanı incelerken bütünlüğünü gözönünde bulundurmadılar, ona kabuğu soyulmuş, topraktan aldığı besini en uzak dallarına değin ulaştıracak güçten yoksun bırakılmış bir ağaca bakar gibi baktılar.

    insanı yanlış görmenin bir başka türü de insanca olanı insan dışında olana aktarmakla yeni bir açıklama yoluna gitmedir. bizim ziya gökalp’ın “maşerî vicdan”, “maşarî şuur” dediği, gerçekte batı’dan aldığı birtakım kavramlara dayanarak insanca olanla bir başka nesneyi açıklamaya kalkmanın en görülür örnekleridir. şimdi bir düşünelim eskiden “içtimaî şuur” şimdi “toplumsal bilinç” dediğimiz nedir, bize ne söylüyor, bunu pek açık ölçüler içinde anlamaya kalkarsak neye varırız, ne elde ederiz? önce kişinin dışında bir bilinç bir bellek bir anlayış var mıdır? varsa nerede, ne ile, ne gibi koşullar altında vardır? daha açıkçası, toplum bilinci tek tek kişilerin dışında mıdır? dışında ise bilincin var olması için gereken yetenekler, kurallar, koşullar nerede ne yolla bulunuyor? bu konuya başka bir açıdan bakalım. anadolu’da sünniler, aleviler vardır. anadolu bir topluluktur: türk topluluğu, bundan birer gerçek. şimdi toplumsal bilinç, toplumsal şu bu varsa alevi’lerle sünni’lerin bir kamu üzerinde eş duygulanmayı, eş ilgiyi göstermesi gerekmez mi? gösterilirse anadolu’nun da toplum bilinci istanbul’dan sürülmüş müydü? padişah, padişahçılar bu toplum bilincinin dışında neden kaldı? bu soruların inandırıcı, kuşkudan uzak, ikinci bir soruya yolaçmayacak ölçüde kesin karşılığı yoktur. bunların karşılıksız kalışı insanca olanla, insan dışı olanı açıklamaya kalkmanın bize olumlu bir davranışta bulunmak gibi gelmesindendir.

    görülüyor ki insana en yakın olduğunu sandığımız bir açıklama yolu gerçekte insandan pek uzaktır. bu yanılma ikisini ortak bir kavramla bağdaştırmaya çalışmadan geliyor. özellikle renaissance’tan sonra birtakım diri varlıklar üzerinde yapılan denemeler, incelemeler benzetim (analogie) yolu ile insana aktarılmış (maymunlar, fareler, tavşanlar üzerinde yapılan aşı ile ilgili denemeler gibi), insan gövdesinin doku-çalışmaları ile öteki dirilerinkiler arasında bir bağlantı kurmaya gidilmişti. bunun yanıbaşında insanüstüne geniş ölçüde deneylere girişilmişti. ölü ile, dirinin açıklanması, insanı anlama yolu olamaz, olmadı da. ölü bir kalıntıdır, bütünlüğünü, kimliğini yitirmiştir düpedüz. bu bakımdan ölüden kalkarak kişiyi anlamaya yönelen görüş apaçık bir soyutlamadır. avrupa’da doğan, gelişen özdekçilik insana böyle bir açıdan bakmış işte. oysa o, insanı değil insan ölüsünü açıklayan, ya da anlamaya çalışan gerçek soyutlayıcı bir çığır olmadan öteye geçemedi. özdekçiliğin anladığı kişi ile kant’ın, hegel’in düşündüğü arasında insanı gerçekten ortamından ayırma bakımından büyük bir ayrılık yoktur. ayrılık ancak açıklama görüşlerindedir. biri insanı yerde, öteki gökte görüyor. oysa insanı anlama onu “yerinde” görmeye bağlıdır dosdoğru.

    insanın, bir varlık olarak, anlamı belirtilmeye çalışılırken değişmez kurallara bağlamak istemişler onu. insan yeryüzünün hangi bucağında, hangi çağında olursa olsun bunlara uyma gereğindeymiş. sanmıyorum böyle kuralların gerçek olacağını, önceleyin aktörenin koyduğu kurallar genel geçerlikten yoksundur, insan, davranışları ile, aktörenin sınırlarını çizer. bir kişinin aktöresi davranışlarının eylemlerinin yarattığından başkası olamaz. kişi soyunun uyması gereken kimi değişmez kurallar olsa bile bunların kaynağı eylemler, davranışlardır, insanda değişmeyen davranış aramak yaşamda değişmeyen olduğu gibi kalan, kişiyi sınırlayan ilkelerin bulunduğunu söylemektir, insan yaşamı boyunca ne gibi davranışlarla, olaylarla karşı karşıya geleceğini önceden kestiremez boyuna. bu yüzden ortaya çıkan yeni bir olay ister istemez kişiyi yeni bir davranışa, yeni bir tutuma iter. bir önceki olay bir gün sonraki olayın özdeşi olamayacağı gibi bir gün önceki olay karşısında gerekli olan bir gün sonraki karşısında gerekli olamaz. buna kişinin geçirdiği yaş çağları bile uygun değildir. kişinin birbirine uymayan yaş süreleri bunun en açık belirtileridir.

    birtakım değerlerin değişmediği söylenir boyuna. doğruluk, iyilik, erdem, ölçülülük b,g. niceleri. değerler değişmez de yorumlar, onlarla ilgili tutumlar değişir. böyle bir durumda karşıt sorularda gündeme gelir! değer olduğu gibi kalır da yorumlar, tutumlar, davranışlar boyuna değişirse değer ne ile ortaya çıkar, başka deyimle değerin varoluş ilkesi nedir? değer hangi davranışın değişmeyen ilkesidir öyleyse? doğruluk diyoruz, bunun yapısı, özü nedir? doğruluğun özünü, değişmez bir değer olduğunu hangi eylemler akışı içinde görebiliriz. yanıltıcı olsa bile böyle soruların ardı gelmez.

    bu sorulara karşı değerler davranışların dışında kendi başlarına birer varlıktır denecekse, bende: davranışın dışında kendi başına olanın davranışla bağlantısı hangi nedenle olabilir derim. konu görüldüğü gibi kolay değil pek. insanın yarattığı düşünceler insan davranışlarını düzenleyici birer nitelik kazandı. bizim değer adını verdiklerimiz bunlardır işte. insanın ikinci yitmişliği bir aktöre, bir tüze varlığı olarak alınması ile başladı, insan değişmez kurallar ortamında bir sonsuz ölçü niteliğinde alındı. gerçekte böyle değişmeyen aktöre, tüze kuralları var mıydı? vardı denemez. kural insanın istemine bağlıdır. böyle olunca da onda bir değişmezlik düşünmeli. sonra bu değişmez denen kuralların değişmezliğini kim koymuş ortaya dersiniz? değişmezlik olsa olsa doğayı yöneten ilkelerde, ilkelerle kurulu düzende bulunabilir. doğanın varlığı, kendisini bir bütün olarak sürdürmesi değişmezlere bağlıdır da ondan. insanda değişmezliklerin bulunduğunu gösteren kurallar, koşullar olursa da yaşam tekdüzelidir, çekilmez katlanılmazdır demek, insan için değişmezlik kimi yaratmalarının kurallaşmasından doğuyor. bu kurallaşmada sürenin etkisi büyüktür.

    insan üstüne olan bu genel açıklamadan sonra, türk şiirinde, özellikle tanrı karşısında, insanın, durumunu, insana hangi açıdan, bakıldığını görmek daha yararlı olur sanınm.

    genellikle divan şiiri dışında kalan ozanlardır. türk şiirinde insanı ele alan. öte ozanlarda insan bir bölünmüşlük, darmadağınıklık içindedir. burada incelenen ozanlarda ise, insan bir varlık olarak, kendini tanrı karşısında tutabiliyor. ben de “varım” diyebiliyor. bölünmüşlükten kurtuluyor. tanrı karşısında bir bütün olarak duyuyor kendini. özünde tanrılık bir gücün yaşadığına inanıyor. kimliğinin, kişiliğinin genel sınır çizgilerini belirlemenin bilincine varıyor. ozan, benimsediği, inandığı tanrıyı kendi özünden yaratmış, onun soluğunu soluğunda, sıcaklığını sıcaklığında duymuştu. bu şiirin tanrısı insan bakışlı, ışık gülüşlü bir tanrı’dır. boşlukların ötesinden insan yüreklerine korku salan gözü kanlı, eli bıçaklı tanrı değil…

    bu ozanlar bilinçlidir, ne yaptıkların, ne söylediklerini çok iyi biliyorlar. tanrıdan daha çok insanın gerçek olduğunu söyleme gücünü yüreklerinde buluyorlar. kaynağı nere olursa olsun, etki nereden gelirse gelsin türk şiirinde insanı bir değerler varlığı olarak tanrı karşısına koyan işte bu yazıda incelenen erkişilerdir.

    bunlar ne yazık ki üniversitelerimizde okutulmazlar. görevi “edebiyat memuru” olmaktan öteye geçemeyen birtakım yüksek öğretim üyeleri, bunları anlayacak, anlatacak olgunluğa, bilim bilincine varamamış daha. özellikle felsefe konusunda en yalın bilgilerden bile yoksun olan bu öğretim üyelerinde sorunlaştırma bilinci gelişmemiştir. edebiyatı, ayakları yerden kesilmiş, insan eylemleri dışında tükenmez gevezelik diye anlayan, öğrencilerin çalışmalarını adlarını bile anma inceliğini göstermeden, kendi emeğinin ürünü imiş gibi bastıran, bastırdıklarını gene öğrencilerine satan, onların sırtından geçinen “tüccar edebiyat memurları” türk şiirinin niteliklerini, ana kaynaklarını, temel sorunlarını bilmekten, bildirmekten yoksun birer yaratıktır. onlar bilgiyi bir sümüklü böceğin sırtında taşıdığı kabuk gibi yüklenip gezmeyi bilimcilik sayarlar.

    eskileri, işlerine geldiği gibi okutan, öğrencilerin pırıl pırıl gözlerini karartan bu düzmece bilginlerden geleceğe ne kalacak. bu “kavanoz uleması” bir gün yaptığının üzüntüsünü duyar, acısını çeker.

    öğrencilere ışık diye karanlıkların yoğun bulanıklığını veren, gerçeğin dışında bir salyangoz duygusuzluğu ile yaşamayı beceriklilik sayan bu bilinçsiz sürü birgün ettiğinden bulur.

    3 - tanrıya kafa tutuşun anlamı

    türk şiirinde tanrıya kafa tutuş deyimi, onun varlığını tanımamak, yok olduğunu ileri sürmek, ya da yokluğuna inanmak anlamına gelmez. sözcüklerin ürkütü anlamı karşısında soğukkanlı davranmayı unutup konuya yüzeysel bir inanç tabanına oturtarak yozlaştırmanın, saptırmanın gereği yoktur.

    tanrıya kafa tutuşu, onun varlığı karşısında ozanın çekinmeden birtakım iç ürpertilere kapılmadan kendi varlığını ileri sürmesi tanrıya “senin gibi ben de varım” diyebilmesidir.

    islâm dininin doğuşundan sonra. doğu düşüncesinde insan, tanrı karşısında bütün kimliğini, kişiliğini yitirmiş, gölge-varlık durumuna düşmüştür. bu din, insanı bütün yetenekleri elinden alınmış, bağımsızlığı, özgürlüğü sınırlandırılmış, yapması gerekenler daha önceden “kitab” ile kendisine verilmiş, bir durumda düşünür, ortaya koyar.

    doğu insanı ne yapması gerekirse önceden kendisine verilmiştir. insan kendi sınırları içinde, varlığı birtakım koşullara bağlanmış bir “nesne” olmaktan öteye geçemez, insan bir “kul”dur. özünden, gerçeğinden, “kopmuş”tur, öz yurdundan ayrılmıştır.

    doğu düşüncesine göre insanın öz-yurdu içinde yaşadığımız bu evren değildir, insan burada bir sonu bilinmez konuktur, geçicidir. gerçek olan tanrıdır, insan tanrının kendi gönlünün uyarınca, bir bakıma canının sıkıntısını gidermek için yarattığı, ortaya koyduğu bir “suçlu” varlıktır. dine göre “yaratılmış”tır. tanrı, bütün yaratılmışların üstünde, onlara bütün alanlarda buyrultular salan, “lehv’i mahfuz” denen yerde yapacakları işleri, başlarına gelecek olanları, belirlemiş, yüce bir varlıktır, onun varlığı karşısında ne varsa birer gölge olmaktan öteye geçemez. dahası, tanrısal varlık karşısında “insan varlığı” söz konusu edilmez.

    bir insan, kendi varlık sınırları içinde bulunduğu sürece, bütünlüğü ile tanrıya bağlıdır, insanın tanrı karşısında en önemli görevi, ona tapınmak, yalvarmak, övgüler, yakınmalar döktürmek, bütün başına gelenler yüzünden tanrıya “şükür” etmekten, aşırı bir “tevekkül” içinde tanrı’nın buyurduklarına gönülden “rıza” göstermektir. öyle ki: “hayrihi min-allah-utâlâ” -bütün iyilikler tanrıdan gelir- der insan da kötülüğe sıra gelince: “şerrini minel-insan, ya da minel-nefs” demek geriliğini duyar. bunun anlamı: iyilikler tanrıdan, kötülükler insandan gelir demektir. öte yandan iyiliklerin de, kötülüklerin de tanrıdan geldiğini ileri süren kaynaklar vardır.

    insan, bütün varlığı ile tanrıya bağlanmışken, bütün tutumları ile kendini onun isteğine, dileğine adamışken, kötü kavramı altına girebilecek eylemlerin kendisine yükletilmesi karşısında da köklü bir “rıza gösterme” anlayışı, inancı içinde bulunması yüzünden, özünün dışına çıkmış demektir. bu durumda insan sorumsuzdur. bütün eylemlerin yaratıcısı, ortaya koyucusu tanrı ise, insanın “ceza” görmesi, dinin yapısına sokulmuş bir “haksızlık”tır. bağlılıklara vurulmuş bir kimsenin davranıştan karşısında özgür düşünce gücünün bulunduğunu söylemek, insan kavramı ile, insan bağımsızlığı ile pek de bağdaştırılamaz.

    insan, yaratılmış ise, kendi elinde olmadan, kendini bilmeden, başka bir gücün isteği, eylemi ile bu evrene gelmişse, yapacağı işler, gene onu yaratan, sınırsız bilgili, sonsuz görüşlü yüce varlık eliyle önceden belirlenmişse, sorumluluk düşüncesinden suçluluk duygusundan yoksundur, insana gelecekte ceza vermek doğru değildir.

    insan ya yaratılmamıştır, bütün eylemlerinin, davranışlarının yapıcısı kendisidir, kimsenin onun işine karıştığı marıştığı yoktur. yaptıklarından sorumludur. ya da yaratılmıştır, yüce bir gücün buyruğu altındadır, yapacağı, yaptığı bütün işler daha önceden belirlenmiştir, kendisine “verilmiştir” öyleyse sorumlu değildir. insanın yarısı ile tanrıya yarısı ile evrene, ya da kendi elle tutulur, yer kaplayıcı varlığının niteliklerine bağlanışı, onun ortasından bir karpuz gibi bölünmesidir. yeryüzünde böyle bir insan yoktur, insan kendi eylemleri içinde bölünmez bir bütündür.

    doğu düşüncesi, insanı bir bütün olarak tanımaz, benimsemez. ona göre insan “bölünmüş”, kendi elinde olmayan nedenlerden dolayı, bağışlanmaz bir “suç” işlemiş, cennetten kovulmuştur. ibrani dininden gelen, kur’ânın özüne değin işleyen, bu görüş insanı açıklamaktan uzaktır.

    islâm dini, insanın varlığını açıklama bakımından ileri sayılacak bir düşünce, bir görüş, bir anlayış getirmemiştir. bir bakıma bütün dinler içinde, insanı en çok sınırlandıran, belli koşullar, sayılı kurallar altında -bağımsızlıktan, düşüne -davranış özgürlüğünden yoksun olarak, yaşamaya doğru iten, onu sıkı bağlılıklara vuran, en çok ezen, baskıya alan da gene islâm dini olmuştur. bu da dinin yapısını biçimlendiren doğuş yerinin doğal durumundan dolayıdır.

    şeriatın dediklerini tıpatıp yerine getirmeyi görev edinen, bir insanın yirmi dört saati içinde, kendinin olan, kendi isteği ile, kendi gönlünün uyarınca yapabileceği bir iş yoktur, insan denen varlık islâm dinine göre “mücâzat-mükafat” (cezalandırmalar-ödüller) arasında, bırakılmış bir nesnedir, daha doğrusu bir araçtır.

    insan toplum içinde özgür bir varlık olmaktan çıkarılmış, daha çok bağlantılar varlığı durumuna sokulmuştur. tanrı karşısında insanın bir “söz hakkı” yoktur. ortaçağ’ın birtakım düşünürleri, dinin getirdiği bu boşluğu “tefsir”, “şerh” gibi bilim-dışı açıklamalarla doldurmaya çalışmışsa da başarılı ürünler ortaya koyamamışlardır. islâm bilgeleri, özellikle fârâbi, ibn sina, ibn rüşd, gazali, gibilerin ileri sürdüğü görüşler insanı açıklamaktan, özgürlüğe kavuşturmaktan pek uzaktır. gerçekte açma, yazma, açıklama, genişletme gibi anlamları içeren “şerh”, “tefsir” sözcükleri soyuttur, öğretici değildir.

    dinlerin, us ilkelerine karşı çıkarak, insana uyguladığı bu ağır baskılar, bu ezici yükler çağların akışı içinde daha da ağırlaşmış, insan bunların altında bir “ezilmiş varlık” durumuna düşürülmüştür.

    işte bu ağırlıklar, baskılar ortamında birtakım ozanlar, kendilerini tanrı karşısında, bir atılım yapma gereği ile, sorumlu duymuşlardır. insanın kendini bağımsız bir varlık olarak anlaması, varlığının bilincine varması ile başlamıştır.

    doğu insanı için “ben varım” demek, tanrıya karşı bir direniş anlamı taşır. eski doğu insanına göre (islâm doğu) ancak tanrı vardır insanın varlığı onun yanında bir yokluk kimliği, niteliği taşır.

    öyle ozanlar çıkmıştır ki, kendi varlıklarının bir “yokluk” olduğunu ancak görünen-görünmeyen bütün alanlarda bir “tanrı’nın bulunduğunu söylemeyi ileri ölçüde bir başarı diye anlamışlardır.

    ben bilmez idim gizli iyan hep sen imişsin

    tenlerde ve canlarda nihân hep sen imişsin

    senden bu cihan içre’nişân ister idim ben

    ahir bunu bildim ki cîhan hep sen imişsin

    bir insan için bundan daha küçültücü, bundan daha yüz kızartıcı düşünce olamaz. peki, ortada insan yok da, bütünlük içinde evrene yayılmış yalnız bir tanrı varsa, böyle bir ortamda insanın işi ne? insanın taşıdığı sorumluluk ne olabilir? insan istencinin sınırları nereye değin uzar? bu gibi sorunların karşılığını doğu düşüncesinde bulmak, aramak çocukça bir iş. doğu düşüncesi bu niteliği ile insanın yaşayış ortamında, onun yokluğunu dile getirmeyi bir başarı saymıştır, bindiği dalı kesmiştir doğrusu aranırsa.

    tasavvuf kavramı altında doğu düşüncesine giren, onun bütün bucaklarını kaplayan, ona yeni bir nitelik kazandıran ilkçağ yeni-platonculuk’u bile zamanla özünden uzaklaşmış, yoğun bir insan-tanrı anlamı kazanmıştır.

    insan, tanrı karşısında geç de olsa uyanmaya, onun varlığı ile eş ortamda, yanyana giden bir doğrultuda bulunduğunu ileri sürme gücünü kendinde bulmaya başlamıştı.

    ol sana senden yakındır sen ana olma ırağ

    kesreti ko vahtedi bul mâ’nî-î irfanı gör.

    diyen kaygusuz. insanla tanrı arasındaki varlık birliğini belirtmekten başka bir nesne düşünmüyordu.

    birtakım ozanlar insanla tanrı arasında görülen birliği, insanın tanrıya yaklaşması ile, ya da insanın tanrıyı kendi varlığında yansıtması ile ortaya çıktığını ileri sürmüştür. kaygusuz abdal böyle düşünen bir ozandır.

    türk şiirinde tanrıya karşı “ben de varım” diyen düşünce divan şiiri dışında gelişen şiirde görülür. divan şiirinde böyle yiğitçe bir çıkış yoktur. gerçi divan yazmış birtakım tekke ozanlarında koyu bir tasavvuf anlayışı, aşırı ölçüde tarikata bağlılık bulmaktayız. ancak bunların da gene tarikat içinde şeriata benzer kurallar yaratma düşüncesinden doğduğu sezilmektedir. özellikle sünni tarikatlarda batıllık ağır basar.

    divan şiirinin doğduğu ortam, ozanlarının yaşadıkları çevre, toplum bağlantıları böyle bir kavrayışın gelişmesine elverişli değildi… divan ozanı övgüler sunacağı kişinin inancını benimseme gereği ile, az da olsa, gene karşı karşıya kalma durumunda idi. bu bakımdan kendine vergi bir görüşün taşıyıcısı olmaktan da uzak kalmıştır divan ozanı. oysa divan şiiri dışında kalan şiirde tanrının insanda eridiğini görüyoruz..!

    bu erime insanın kişiliği yararına doğan bir gelişmenin sonucudur, insanın kimliği, nitelikleri, öz-kişiliği bu tanrıyı eritme duygusunun içindedir… buna karşılık birtakım divan ozanlarında insanın tanrı karşısında yok olduğunu, silinip gittiğini görürüz. baki, fuzûli, yahya, nev’i, nazım gibiler.

    insanla tanrı arasında görülen çatışma en güçlü örneklerini bizim şiirimizde ancak, divan yazını dışında, verebilmiştir. bu şiir daha köklü, daha sağlam bir bilgi ortamında, az da olsa, beslenmesini bilmiştir. özellikle tasavvufçu olan bu ozanlar, ilkçağ’dan gelen bir şiir geleneğinin ürünleriyle yetişmiştir. bu ürünleri onlar dolaylı olarak almış besbelli, doğrudan doğruya ilkçağ ekinini inceleyecek olanakları yoktu. o dilleri, o düşünce çığırlarını bilemiyorlardı. gelenek, içinde yaşadıkları köklü ortam, onlara birçok bilgi vermiş, yetiştikleri evrene açık: çevre gelişmelerini kolaylaştırmıştır.

    ilkçağ’ın geliştirdiği yeni-platonculuk’un ürünleri, dine de işlemiş, tarikatlarda kendine elverişli bir yaşama ortama bulmuş, böylece çağdan çağa, kulaktan kulağa, dilden dile, telden tele kendini sürdürmüştür. saz ozanlarının tellerinde dile gelen düşünceler daha çok bu ilkçağ kokulu görüşlerinin izlerini taşımaktadır.

    özellikle halk şiirinde görülen özlülük, düşünce bakımından köklülük, yaşama gerçeklerine yakınlık, bu eski uygarlık çevresinin sindirilmiş ürünleri sonucudur, ilkçağ bilgisi anadolu uluslarının iliğine değin işlemiş, birçok tarikatların doğmasında besleyici, büyütücü, geliştirici işler görmüştür.

    yunus emre’den edip harâbî’ye değin gelen uzun çizgi üzerinde yürüdüklerini gördüğümüz bütün ozanlarda bu eski bilgi varlıklarının derin izlerini kolayca seziyoruz, insan ile tanrı arasında kurulagelen ilişkilerin kaynağı ilkçağ düşüncesidir.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    [4., 5. ve 6. bölümler]

    .

    4 - islam dininde tanrı kavramı

    islâm dininin temel kitabı olan kur’ân’a göre, tanrı bütün varlıkların yaratıcısıdır. yerde, gökte ne varsa onundur. tanrı dışında kalan bütün varlık türleri, ister canlı, ister cansız, isterse bitki olsun, yaratılmıştır. tanrıdan başka ne varsa er geç yok olacaktır. tanrı sonsuzdur, doğmamıştır, doğurmamıştır, bir eşi, bir benzeri daha yoktur. tektir. bütün olup bitenleri görür, bilir, duyar, tanır, kavrar, tanrının varlığı ilksiz-sonsuzdur. onun başlangıcı olmadığı gibi, sonu da yoktur. tanrı, bütün bilimlerin, bilgilerin üstünde bir gücün taşıyıcısıdır. o. salt güçtür, salt ustur, salt anlayıştır, salt bilinçtir, salt ışıktır. bütün varlıklar ondan gelmiş, gene o’na gidecektir.

    tanrı bilgeler bilgesidir, bilginler bilginidir, yargıçlar yargıcıdır. onu anlatacak deyim, niteleyecek söz. düşünce akımı içinde bütünlüğü ile kavrayacak bir anlayış gücü yoktur. tanrı varlığı dışında tek olan bir nesne daha yoktur. tanrı. bütün karşıtların, eksikliklerin dışında, dışında değil üstündedir. olgunluk bakımından en olgun, en yetkin, en yüce, en üstün olandır. belli bir yeri, belli bir zaman akışı içinde oluşu yoktur tanrı, zaman-yer gibi sınırlayıcı ilkelerin üstündedir. yer kaplama, zaman içinde bulunma, yaratıcı olan için değil, yaratılmış olan içindir.

    tanrının görüş gücü bütün varlıkları kaplar. evren düzeni içinde olmuş, olmakta olan, olacak olan ne varsa tanrı’nın isteğine, dileğine bağlıdır. tanrının gücü bütün varlık türlerini kaplar. onun gücünün yetmeyeceği bir nesne düşünülemez bile. tanrı için, erkek-dişi, gibi soy ayrılıkları düşünülemez. onun insana, yaratılmış öteki varlıklara özgü olan bu niteliklerle en küçük bir ilgisi, bağlantısı yoktur.

    yaratılmış varlıklara bağlı bütün sınırlandırıcı nitelikler, tanrı için, birer eksiklik gösterir. tanrı, insanı anlayış gücünün düşünebileceği bütün niteliklerin ötesinde, üstündedir. tanrının doksan dokuz yüce niteliği vardır, insanda görülen bütün niteliklerin en yetkinleri tanrı için düşünülebilir ancak. tanrının insana vergi davranışlarla, eylemlerle yapı bakımından bir ilgisi yoktur. başta deyimle, tanrı insan gibi davranma, insan gibi sınırlı eylemlerde bulunmaz.

    kıyamet denen, bütün insanların, öteki yaratılmış dirilerin ölümünden sonra yargılanmak için dirilecekleri günde, tanrı en yüce yargıçtır, işlenen suçların karşılığını yapılan iyiliklerin karşılığı verecektir. tanrı, kendi bağımsız isteğine, dileğine göre istediğine ceza verir, istediğini bağışlar. eskilerin deyimi ile tanrı, mükâfat-mücazat, (ödüllendirme-cezalandırma) vericidir.

    hanefi mezhebine göre, tanrı bütün eylemlerin, davranışların eşsiz, benzersiz bir yaratıcısıdır. sözün kısası, varlık kavramı altında toplanan, toplanabilecek olan ne varsa, tanrının birer yaratığıdır.

    insan, tanrının bir kuludur. tanrı, insanların benzersiz, eşsiz bir sultanıdır, rabbidir (efendisidir), egemenidir.

    ibrani dininde görülen bütün niteliklerin, islâm dininde de bulunduğunu biliyoruz. öyle ki. islâm dininde kullanılan “allah” deyimi bile ibrani dilinde kullanılan “eloah” sözünden alınmıştır. bunun gibi, ka’be, kıble, miraç, melek türünden sözler de islâm dinine bergama, habeş, ibrani dillerinden geçmiştir. kıble sözünün kaynağı bergama dilindeki cybele, hititçe kubaba, ibrani dilindeki kabaldır.

    islâm dini bir bütün olarak yeni değildir, islâm dininde görülen buyruklar da urukagina-hammurabi yasalarından gelmektedir gene. islâm dininde görülen hac, kurban, namaz gibi tapınmalar, din eylemleri sünnet kurumu eski ibrani dininden olduğu gibi alınmıştır. tanrının bir oluşu, eşsiz, benzersiz oluşu düşüncesi de gene çok eski dinlerde olduğu gibi vardır. bir örnek vermek için iö. beşinci yüzyılda yaşamış bir bilge olan ksenophanes’in şu şiirini birlikte okuyalım:

    eis theos en te theoisi kai anthropoisi megistos

    oute demas thnetoisin omoiios oute noema

    oulos ora oulos de noei oulos de t’akouei

    all’apaneuthe ponoio noou freni panta kradainei

    aiei d’en tauto te menein knoumenon ouden

    oude metekhestai min epiprepei allote alle.

    türkçesi:

    tek bir yüce tanrı vardır, insanlarla tanrılar arasında

    ne düşünce bakımından benzer ölümlülere ne de gövdece

    görür, duyar, düşünür bütün varlıkları, bütünce.

    yönetir ne varsa düşüncesi bilmeden yorulmak nedir,

    kımıldamaz bile, kalır olduğu gibi boyuna,

    başka bir yere gitmek de pek yakışmaz ona…

    aşağı yukarı bütün felsefe tarihlerinde görülen bu yazılar, ilkçağ’ın tek tanrıcı düşüncesine bir örnek olmuştur. (bunları waller kranz’ın “antik felsefe” adlı kitabını suat y. baydur eliyle yapılan çevirisinden alıp. a. weber’in “felsefe tarihi”ndeki grekçesi ile karşılaştırdım). şiir epey uzundur, aşağı yukarı, islâm dinindeki tanrı anlayışına uygun gelen niteliklerinden söz etmektedir.

    bu görüş, çağların akışı içinden süzüle süzüle bütün tek tanrıcı doğu dinlerine geçmiş olabilir. tektanrıcılık kavramını, eski mısır dinlerinde de görmekteyiz. bunlar dinler tarihi bakımından oldukça ilginç, üzerinde genişçe durulması gereken konulardır. dinler tarihi bakımından yapılacak böylesi incelemeler sonunda, insan düşüncesinin, bir birinden çok ayrı, çok uzak ülkelerde bile, tektanrıcı anlayışına doğru kaydığı ortaya çıkar.

    çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa kayan insan düşüncesinin, son inanç düzeni olan, tektanrıcı anlayış üzerinde donup kalacağı ileri sürülemez. böyle bir görüş, insan düşüncesinin, varlık anlayışının gelişmesine de, yapısına da oldukça aykırıdır.

    işte, tarih çağları içinde bütün evrene tanrı yaratan anadolu toprakları üzerinde, yeni bir anlayışın doğmasını görmek, tanrı ile insan arasına konan derin uçurumu insanın yararına ortadan kaldırmaya doğru giden görüşü kavramak, yaşadığımız toprakların yerlileri bulunmamız bakımından bize gelmiş bir sevinç vermektedir. tanrılar insan anlayış gücünün, insan yaratıcı davranışının birer ürünüdür. aradan geçen uzun süre insanı evirmiş çevirmiş kendi yarattıklarının tutsağı yapmıştır? anadolu düşüncesi bu tutsaklığı ortadan kaldırmaya çalışan en atılgan, en yürekli bir bilgi ürünüdür, verimidir. bugün yüzünün en uygar bucaklarında bile tanrı ile insan arasındaki yapı, görünüş-birliğini eski anadolu-ozanlarınca ileri süren olmamıştır. bu yolda nice yiğitlerin başlarını seve seve verdiklerini ilerde bir bir göreceğiz. anadolu ozanlarının, en büyük başarısı da bu olmuştur, denebilir kanısındayız.

    insanın, tanrıya kafa tutuşu bu görüşün, uygarca bir anlayışın sözle dile getirilmesidir.

    bir ben vardır bende benden içeru

    diyen yunus emre, türk şiirine en güzel insan buluşunu bağışlamıştır bizce.

    gene yunus emre, batı düşüncesinin özgürlüğe kavuşmaya başlamasından çağlarca önceden şunları söyleyebilmenin tadına varmıştır:

    ister idüm allahı bildüm ise ne oldı

    ağlarıdum dün-ü gün güldüm ise ne oldı

    irenler meydanında yuvarlanur top idüm

    pâdişâh çevgânında kaldum ise ne oldı

    irenler sohbetünde deste kızıl gül idüm

    açıldum ele geldüm soldum ise ne oldı

    alimler ulemâlar medresede buldısa

    ben harabat içünde buldum ise ne oldı

    işit yunus’ı işit yine delü oldı hoş

    irenler ma’nisine taldum ise ne oldı

    bu şiir, insan düşüncesinin en olgun bir yemişidir, insanla tanrı arasına konan katı uçurum ortadan kalkıyor, insan kendinde buluyor aradığı tanrıyı dışa çıkma, varlığının sınırlarını, aşma gereğini duymuyor bile. burada, beni çok duygulandıran, bayan öğrencinin “yunus tanrıda eridi” biçiminde dilegetirilen düşüncesi yoktur. tanrı, yunus emre’nin yüreğinde erimiş, onun özüne karışmıştır.

    yunus emre’nin dilinde yeni bir nitelik kazanan tanrı, ondan yüzlerce yıl önce yaşayan, ksenophanes’inkine benzemez, ondan daha insan, daha sevimli bir tanrıdır. tanrı’nın insanın içinde olması, insanın özüne girmesi, görüş bakımından en ileri bir durumdur. doğaya dönüştür.

    yunus emre, şiirini yoğururken inandığı, bütün gönlü ile, gözü ile bağlandığı tanrıyı da birlikte yoğurmuştur. bizimle bir olan, soluğumuza karışan sıcaklığımızda sıcaklığını duyduğumuz bir tanrı getirmiş bize. tanrılar, insanlardan uzaklaştıkça kendi özlerinden uzaklaşırlar, güçlerini yitirirler

    yunus emre’nin şiirinde görülen bu açıklığı, bu seçik tanrı anlayışını divan şiirinde bulamıyoruz. divan şiirinin tanrısı da ozanı gibi, gerçeklerin dışında, içiboş kavramların özündedir. ne büyük mutluluktur bir insanın tanrısını içtiği su ile içmek, yediği ekmek kokuşlu ekmekle yemek.

    tanrı ile insan arasındaki yakınlık ilişkileri günümüze değin sürüp gelmiştir. ancak bu geliş divan şiiri yolu ile olmamıştır. divan şiiri dışında kalan, boyuna küçümsenen, iri başlı divan ozanlarınca alay, konusu olan halk şiiri içinde olmuş bu sıcak yolculuk.

    şimdi aradaki ayrılığı göstermek için bir de yunus’tan yüzlerce yıl sonra gelen on altıncı yüzyıl ozanlarından hakani’nin tanrı anlayışını gösteren şiirini okuyalım:

    hamd ol allahaki yektadır ol

    dahi tûvânâ ve danadır ol

    ana mahsûs-u müsellemdir hem

    mû-be-mû cümle umûr-i alem

    mutasarrıf odur eşyaya tamâm

    ne has arada hergiz ne avam

    kemter ihsani sadet tacı

    tâcdaran-ı cihan muhtacı

    bir olur eyleyecek adli zuhur

    der-i lütfunda süleyman ile mûr

    nutk-i hâl ile rumûz-i eşya

    zülcelâl oldığın eyler ima

    feyz-i in’amı komaz kimseye aç

    ol müberrâ ana dünya muhtaç

    bu şiiri, hakani’nin pek ünlü bir kitabı olan, peygamberin niteliklerini, özelliklerini, yaşayışı ile ilgili yönleri -az da olsa- konu edinen, “hilye-i hakani” den aldım. şiir epeyce uzundur.

    şimdi, yunus emre’nin daha önce okunan şiiri ile bu karşılaştırılınca, tanrıyı kendi özünde bulanla, dışta, insan elinin uzanamayacağı, gözünün göremeyeceği yerlerde arayan hakani arasındaki köklü ayrılık kolayca gösteriyor kendini. açıklama bile gereksiz bunları. hakani bize çok daha yakın bir çağda yaşamış, dili, düşüncesi bizim değil. yunus emre zaman bakımından bize çok uzak. oysa kendi de, görüşleri de içimizde duyuluyor sıcağı sıcağına. oysa, o, bu özlü tutumundan dolayı yerilmiş, kınanmış, şiirleri yasaklanmıştır.

    5 - tanrı karşısında insanın direnişi

    türk şiir dilinin kurucusu, anadolu türkçesinin ilk şiirlerini yazan bir ozan olarak bildiğimiz yunus emre, dilinin yumuşaklığı, duygularının arı-duruluğu içinde kendini gösteren kendi varlığının bilincine varan ilk aydınımızdır.

    yunus emre, şiirinin bütünü ile dinine, geleneklerine, inançlarına bağlı bir ozandır. tanrı karşısında silinmiş, kendi özünden uzaklaşmış, tasavvufçuların deyimi ile tanrıda yok olmuş bir ozan değildir. tanrıya inanmış bir kimse olarak, soru sormasını bilen, soracağı soruların ölçüsünü kavrayan bir ozandır yunus emre.

    yâ ilâhi ger suâl itsen bana

    cevabum işbudurur anda sana

    ben bana zulmeyledüm itdüm günâh

    neyledüm nitdüm sana ey pâdişâh

    gelmedin didün hakuma kem deyü

    toğmadın didün asa adem deyü

    sen ezelde beni âsi yazasın

    toldurasın âleme âvâzesin

    ben mi düzdüm beni sen düzdün beni

    pür ayıb nişe getürdün ey gani

    gözüm açub gördüğüm zindan işi

    nefs-ü heva pür dolu şeytan işi

    habs içinde ölmeyeyin diyü aç

    mısmıl-u murdar yidüm bir iki kaç

    nesne eksildi mi mülkünden senün

    geçdi mi hükmüm ve hükmünden senün

    rızkunı yiyüb seni aç mı kodum

    ye yiyüb öynuni muhtaç mı kodum

    kıl gibi köpri gerersin geç diyü

    gel seni sen tuzağumdan seç diyü

    kıl gibi köpriden adem mi geçer

    ya düşer ya tayanur yahut uçar

    kulların köpri yaparlar hayr içün

    hayrı budur kim geçerler seyr içün

    tâ gerek bünyadı muhkem ola ol

    ol geçenler ayıda üş toğrı yol

    terazi korsun hevaset dartmağa

    kasd idersin beni oda atmağa

    terezi ana gerek bakkal ola

    ya bazergan tâcir-ü attar ola

    çün günah murdarların murdarıdır

    hazretinde yaramazlar kârıdır

    sen gerek lütf ile. anı örtesin

    pes ne hacet murdar açup darlasın

    ayıdursun kim sen oda urayum

    şirkünü bir denk artuk ise göreyim

    şerri azatmak elünde hayrı çok

    hayr içün itmek değül mi hayrı çok

    sen temaşa kılasın ben hoş yanam

    haşa lillah senden ey rabb-ül-enâm

    sen basirsin hod bilürsin halümi

    pes ne hacet darlasın a’malümi

    geçmedi mi intikamun öldürüb

    çürüdüb gözüme toprağ toldurub

    hiç yunus’tan değdi mi sana ziyan

    sen bilürsin âşikârâ vü-nihan

    bir avuç toprağa bunca kıyl-ü kal

    neye gerek ey kerimi zülcelâl

    yunus emre bu şiirinde tanrıya şu soruları soruyor:

    “ey tanrım, ben kendime acı çektirdim, tatlı canımı sıkıntılara soktum, bunlardan sana ne, neden bana bir de sen ceza vereceksin, beni acılara atacaksın? sen, bana iyi adam olamadın, benim karşıma suçlardan sıyrılmış. pırıl pırıl bir kimse olarak gelmedin. diye beni suçlarsın. oysa beni suçlu yaratan, alınyazımı daha önceden belirleyen, beni sana karşı koyucu bir nitelikle var eden gene sen değil misin, senin yarattığın insanın sence suçlu olması nedendir? benim yaptığım işler içinde utanılacaklar varsa, beni onları yapacak nitelikte yaratan gene sen değil misin? gözümü kapkaranlık, içinde şeytanlıklar, uygunsuzluklar, kötülükler dolu bir dünyaya açtığımda, kendimi günahları biçilmiş kaftan olarak buldum, bunları da yaratan sensin de beni niçin suçlu tutuyorsun kendi yarattığın eylemlerden dolayı? sen, kıyamet günü bütün kötülükleri ortaya koyup tartacaksın, onlara göre suçlar vereceksin. kötülükleri ortaya koymak senin büyüklüğüne yakışmaz, bunları bırakman gerekir. ben. senin varlıklarından ne aldım, neni eksilttim, egemenliğini mi elinden aldım, sözünü mü geçtim sözümle? seni aç mı, susuz mu bıraktım? kıldan ince köprü yapar da dersin ki: ey kullarım gelin geçin. oysa kıl gibi köprüden insan geçemez. uçması, ya da düşmesi gerekir. sonra köprü başkalarının kötülüğü için değil, iyiliği için yapılır. senin köprün iyi bir köprü olmasa gerek. bir de kötülükleri tartmak için ölçeğin varmış. bunu ancak bakkallar, bir de alış-verişle uğraşanlar yapar, sana yaraşmaz bunlar. senin büyüklüğüne bütün suçları bağışlamak, görmemek yaraşır. ben, bu yaptıklarının bir tekini bile, senin bir tanrı olarak, yüceliğine yakıştıramıyorum doğrusu.”

    yunus emre’nin sözleri, düşündükleri, soruları bu ölçüler içinde sürüp gidiyor. buna birtakım yarı aşırı softalığa karşı yapılmış, ileri atılmış bir düşüncedir diyenler olacaktır. oysa burada sıralananların çoğu kur’anda geçen, ileri sürülen görüşlerdir. softalık bunları aşırı ölçüde ileri götürmüş, çekilmez duruma düşürmüştür. yoksa kur’anda olmayan düşünceler ortaya atılmamıştır. kur’an’da ne varsa softa onu söylemiş aşırılığa vardırmıştır.

    kalkım günü, sırat, günahların hesabını vermek, cennet, cehennem gibi nesneler kur’anın birçok yerinde geçmektedir.

    yunus’un buradaki tutumu, davranışı iyiden iyiye tanrıya karşıdır, tanrıda görülen, tanrıya yakışmaz tutumların ortaya konuşudur.

    yunus emre’nin şiirinde dile gelen ana düşünce, bütün eylemleri tanrı eliyle yaratılmış bir insanın sorumlu tutulmayacağıdır, insan, ancak bağımsız davranışlarından, özgür eylemlerinden dolayı sorumlu tutulabilir. bütün devinmeleri daha önceden, yaratıcı yüce bir güç eliyle belirlenmiş, sınırlanmış bir insan için suç sözünün kullanılması da yersizdir, anlamsızdır.

    insanı tanrı yaratmış, ona bütün yetenekleri vermiş, sonra özgürlüğünü elinden almış. bunun arkasından da insanı eylemlerinden sorumlu tutmuş. burada görülen “insanın suçluluğu” düşüncesi, anlayışlı bir kimseyi enikonu düşünmeye, suçun, sorumluluğun kaynaklarını araştırmaya değin itecektir.

    düşünen bir baş için gözü kapalı yaşamak, sırtına yükletilen yükün ne olduğunu sonradan taşıyıcısı olmak gibi insana yakışmayan bir durum benimsenemez, insan, soru soran, soru sormayı bilen, sorularına doyurucu yanıtlar, inandırıcı açıklamalar isteyen bir varlıktır.

    soru sorma, düşünen, araştıran, irdeleyen insanın kişiliğiyle, kimliğiyle sıkı bir bağlantı içindedir, insan sorduğu sürece vardır, kendi varlık bilincinin aydınlığında davranışlarını ölçecek durumdadır. soru yetkisi elinden alınmış bir insan için yaşamak başkalarının bindiği arabayı çekmekten daha küçültücüdür. yunus emre’de bu soru sorma bilincinin varlığını buluyoruz. o, tanrıyı kendi içinde aradığı gibi, karşısına alıp sorguya çekmenin tadına da varıyor. tanrıya soru sormak onunla eş-varlık ortamında bulunmak demektir. soru, tanrı ile insan arasında korkutucu uçurumu ortadan kaldırır. tanrı ile insanın birbirine yaklaşmasını, kaynaşmasını sağlar. böyle bir kaynaşma ortamında tanrı, dinlerin bildirdiği korkunç kıtlıktan sıyrılır, gerçekten sevilmesi gereken yüce bir varlık niteliği kazanır.

    insan, tanrıyı, kendi başını sıkıntıya sokmak, bağımsızlığını ortadan kaldırmak için yaratmıştır. yunus emre’nin dilinde tanrı, bilinçli varlığın derinliğinde ışıyan yaratıcı bir güçtür. sevilmesi gereken bir yaşama-erkidir.

    tanrının taşıdığı korkutucu nitelikler daha çok insan soyunun, düşünce bakımından karanlık çağların ürünleridir.

    yunus emre. bu şiirinde, tanrı ile konuşan, ona yakınlaştıramadığı niteliklerden sıyrılması gerektiğini açıklamaya çalışan bir tutumu ortaya koymaktadır.

    tanrı karşısında insanın “ben de varım” demesi tanrıtanımazlık değildir. gerçek tanrıtanımazlık bütün kötülüklerin tanrıdan geldiğini söylemek, insanı tanrının sımsıkı bağlara vurduğunu, asıp keseceğini, bütün eylemlerine karıştığını ileri sürmektir. yunus emre, bu ikiliği, bu köklü ayrılığı bir çırpıda ortadan kaldırıyor, tanrı karşısında kendi kişiliğin ortaya koymasını biliyor.

    canlar canını buldum bu canım yağma olsun

    derken, kendi özünde yaşayan gerçeği dilegetirmektedir. yunus. tanrı, insanın düşünce gücü karşısında bir soru yağmuruna tutulunca, ister istemez eylemlerinin sınırlarını ortaya koyar. yunus, şiirinde bu anlayış açısından kalkarak, tanrıyı sorguya çekiyor.

    sen ezelde beni âsi yazasın

    toldurasın âleme âvâzesin

    derken, insanın kendisine elinde olmadan yükletildiği ileri sürülen eylemlerden dolayı suçlu olamayacağını, suçun alınyazısında olduğunu ileri sürüyor, insan, ona göre suçlu değildir. suç. bağımsız düşüncenin sonucudur. bağımsız olmayan insan için suç düşünülemez. işte yunus emre’nin sorusu bu güçlü gerçeği içeriyor, kişiyi bir istenç varlığı diye görüyor. yunus emre’ye gelinceye değin türk şiirinde böyle ağır basan bir soru ile tanrı karşısına çıkan olmamıştır.

    rızkunu yiyup seni aç mı kodum

    ya yiyup öynüni muhtaç mı kodum

    burada, insana yapılan kötülüklerden, yersiz suçlamalardan dolayı tanrıya yöneltilmiş özlü bir soru, sorunun arkasında yürek sıcaklığı taşıyan bir kınama vardır, insan bunun bilincine varmadan gerçeğini kavrayamıyor. yunus’un ortaya attığı soru bir bakıma, tanrıya yükletilen eylemlerden dolayı kişinin suçlanmaması gereğini sergilemedir.

    geçmedi mi intikamun öldürüp

    çürütüp gözüme toprak doldurub

    burada, dinin kötüler elinde nereye değin götürüldüğünü, tanrıya ne gibi kötü eylemlerin yükletildiği dile getiren anlamın yanında, birde tanrıdan yaptığı işlerin nedenli yakışıksız olduğunu sorma vardır. yarattığın bir insanı kendi suçu olmadan öldür, dön gözüne toprak doldur, canına oku, ölüsünü de yattığı yerde bırakma. çürüt, yak, acılara boğ, süründür. bütün bunlar bilinçsiz bir hıncın, azgın bir öfkenin belirtisidir. bir tanrı için bunlar yücelik değil açıkça küçüklüktür. tanrı öç almaz, öç almak güçsüz kimselerin işidir. bütün varlıklara, olaylara, eylemlere, davranışlara, düşüncelere egemen olan yüce bir tanrının bunları yapması insanın kolay kolay benimseyeceği nesne değildir. tanrı bunları yaparsa bizim de ona sormamız, kaynaklarında yatan ilkeleri, nedenleri -suçların, suçlamaların-araştırmamız gereklidir.

    hak cihâna doludur kimsene hak’kı bilmez

    anı sen senden iste o senden ayru olmaz

    diyerek, tanrının evrende, insanın özünde olduğunu ileri sürmekten kendini alamaz. bu düşüncelerin kökeninde, eski dinlerin insan-tanrı anlayışı saklıdır.

    tanrı, gerçek bir varlık olarak insanın dışında değildir. arada gösterilen uçurum uydurmadır.

    yunus emre’de tanrıya dönüş, insana varışla başlar, insanın kendini bulunca tanrıyı da bulmuş oluyor, insan tanrıda yok olmuş, bir varlık değildir.

    tanrı, kendi gerçeğini insanda bulmuştur düpedüz.

    yunus emre’nin çağdaşı olan mevlânâ’da ise durum başkadır. mevlânâ bütün varlık düzenini tanrıda bulur, insanın dışına çıkar. insan özünü ayrı düştüğü yurduna kavuşmanın tükenmez özlemi içinde görür, duyar. mesnevi’nin ilk düzenleri bu özlemi içli bir deyişle dile getirir.

    kez neyistan ta mera bebrîde end

    ez nefirem merd-ü zen nalîde end

    beni kamışlıktan (yorumculara göre tini gerçek yurdundan. tanrı ülkesinden) ayırdılar, bu yüzden iniltimden kadın-erkek ağlayıp durmaktadır.

    açıklamalarla mesnevi’yi anlatmaya çalışanlar, burada “ney” sözünden “insan tini”ni “kamışlıktan da “tin ülkesini” anladıklarını söylerler.

    mevlânâ’nın bu görüşü yeni değildir, özünde yeni platoncu düşünce vardır.

    ortaçağ insanının inancı kendini kimlikten, kişilikten yoksun kılan bir ortamda doğmuş, gelişmiştir. bir ozanın, bir düşünürün tanrı karşısında, kendi-varlığını ileri sürmesi, “ben de varım” demesi, çokluk bağışlanmaz bir suç sayılmıştır. bu durum yalnız islamda değil avrupa’da da vardır.

    yaşadığı toplumun, yetiştiği ortama: çok ilerisinde bir varlık görüşü olan hallacı mansur’un öldürülmesi, çağını aşmasından dolayıdır. mansur’un düşüncesine göre insanla tanrı eş-varlık ortamında bulunur, arada önemli sayılabilecek bir ayrılık yoktur, insan tanrı ile, tanrı insan ile birdir, özdeştir, yan yana, iç içedir. onun:

    beni öldürün beni öldürün

    yaşamım ölümümdedir

    ölümüm yaşamımdadır

    yaşamımda ölüm, ölümümde yaşam vardır

    diye türçeye çevirebileceğimiz bir dörtlüğünde sergilenen inancı tanrıyla insan arasındaki ayrılığı ortadan kaldırıyor. onun, yaşadığı çağın anlayışına göre, bu düşünce çok ileri aşamaya varmıştır.

    doğu düşüncesinde dile getirilen “dost” sözü insanla tanrı arasındaki birliğin, yakınlığın en açık belirtisidir, insan, tanrı ile birleşince, kendi yer kaplayıcı varlığı içinde tanrıyı bulunca, ereğine ulaşmış sayılır.

    tanrı ile insanı birleştiren en güçlü eylem “sevgi”dir. sevgi insanı “dost” ile eş ortama, eşit yaşama düzeyine getirir.

    cümle alem terkin urub ben dost terkin unmazam

    andan aynı buçuk sat ben ansızın durmazam

    diyen yunus, kendi varlığında bulduğu bölünmez, ayrılmaz özün ne olduğunu, ne güçte bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor.

    dost elinden ölür isem hiç gümansız gerü gelem

    dosta ulaşmakla ölümsüzlüğe kavuşmanın açık bir anlatımıdır.

    bu cihana gelmedin m’aşuk ile bir idüm

    kulhuvallah şifatlu bir bî-nişan nur idüm

    “bu evrene gelmeden önce sevilenle birdim, özümüz birdi, “söyle tanrı birdir” niteliğini taşıyanla görülmez, anlatılmaz bir ışıktım ben”…

    bu sözlerde insanın ister evrene gelmeden önce. ister evrene geldikten sonra olsun, tanrı ile birliği, eş yapıda olduğunu dile getirmektedir.

    dost, insanın bütün varlığı ile bağlandığı bir başka varlıktır, insan kendini onda, onu kendinde bulmanın sevinci içindedir. daha doğrusu, dost insanın yarısıdır, varlığından ayrılmaz bir yanıdır. dost, sevgili, canan, yâr gibi deyimler türk şiirinde tanrı ile birlikte olmanın birer belirtisidir çokluk.

    kimi edebiyat tarihçilerine göre, on dördüncü yüzyılda yaşamış bir ozan olan kaygusuz abdal, şöyle diyor:

    yücelerden yüce gördüm

    erbabısın sen koca tanrı

    alem okur kelam ile

    sen okursun hece tanrım

    asi kullar yaratmışsın

    varsun şöyle dursun deyu

    anları koymuş orada

    sen çıkmışsın uca tanrı

    kıldan köpri yaratmışsın

    gelsün kullar geçsün deyü

    hele biz şöyle duralım

    yiğit isen geç a tanrı

    bu şiirde derin bir içlilik vardır. bu içliliğin arkasında insanı özünden vuran bir de direnme var ayrıca. ozan, dinlerin insanlar için varlığını ileri sürdüğü birtakım öbür dünya suçlamalarını dile getiriyor.

    suçlu kulu kendisi yaratan bir varlığın, yarattıklarından yeniden hesap sorması, insan anlayışı ile bağdaşacak bir eylem değildir. öyle ya tanrının sonsuz gücü, yetisi, bilgisi insanları suç işlemeyecek bir durumda yaratabilirdi.

    tanrı, sonsuz bilgisi ile, insanların kıl gibi köprüden geçemeyeceğini pek iyi bilir. yok, tanrının düşüncesi doğrudan doğruya insanları cehenneme atmaksa köprünün gereği nedir.

    kaygusuz. “yiğit isen geç a tanrı” derken, daha köklü bir düşünceyi dile getiriyordu: ey tanrı, kıl gibi köprüden geçilebilirse, gel geç de görelim seni. burada, insanın tanrı karşısında derin bir direnişi seziliyor. bu düşünceyi batı’da çok sonraki yüzyıllarda bulabiliyoruz.

    ozan kaygusuz’u tanrının karşısına çıkaran temel neden, dinin koyduğu çekilmez baskıdır. din adına birtakım içinden çıkılmaz eylemlerin varlığını, insanın er geç bunlarla karşılaşacağını ortaya atan donmuş kafalar, biraz düşünme gücü olanı böyle bir direnişe itiyor.

    kaygusuz, belli bir yerde tanrıya “hayır” diyor, bu köklü direniş, baş kaldırış gücünü kendinde buluyor.

    bu düşüncenin özünde, insanın kimliği, kişiliği saklıdır, insan bir yerde ayağa kalkıp “olmaz” diyecek bilincin taşıyıcısı olduğunu gösteriyor.

    buna benzer bir direnişi yunus emre adına söylenen, molla kasım adlı birinin olduğu da ileri sürülen şu ikilikte görüyoruz:

    sırat kıldan incedür kılıçtan keskincedür

    varub anun üstine saray kurasum gelür

    bu görüş, kaygusuz’la eş ortamda bulunan bir bilincin ürünüdür düpedüz.

    6 - insanın kendini tanrı sayışı

    doğu düşüncesinde insan ile tanrı arasında bir uçurumun bulunduğu, tanrının insanı özünde erittiği, buyruğu altında bulundurduğu çok söylenegelmişti. dine çok uygun gelen bu görünüşe karşı çıkanlar, arasında kişinin tanrıyla özdeşliğini ileri sürenler, insanın, tanrı olduğunu söyleyenler az değildir. hallacı mansur’un ortaya attığı “enelhak” (ben tanrıyım) görüşü hızla yayılmış, benimsenmiş, çağların akışı içinde serpilip gelmiştir.

    yunus emre’den yüz yıl sonra gelen seyyid nesimî de mansur’un açtığı çığırı sürdürerek “enelhak” görüşü üzerinde direnmiş, bu yolda canını bile vermiştir.

    mansur enelhak söyledi

    haktır sözü hak söyledi

    “mansur ben tanrı’yım dedi, bu sözü doğrudur, doğru tanrı söyledi”, derken insanla tanrı arasındaki uçurumu bir çırpıda ortadan kaldırmıştır, insan, bir tanrıdır, ya da tanrı bir insan kimliği içinde dini göstermektedir, anlamına gelen bu düşüncesi ile nesimî daha yiğitçe bir direnişte bulunmuştur.

    nakkaş bilindi nakş içinde

    lâ’l oldu iyan bedahş içinde

    “nakışı yapan yaptığı nakışın-oyanın-içinde bilindi, lâ’l denen kırmızı inci de -değerli taş- doğduğu yer olan bedahş ili içinde göründü”…

    burada “nakkaş” sözü ile dile getirilen tanrıdır, oyayı yapan, evreni süsleyip bezeyen, demektir. “nakış” ise, oya anlamına gelir. evrenin kendi demektir. tanrı, yarattığı evrende bilindi, dolayısıyla tanrı evrenin içindedir, evrenle birdir. değerli bir taş olan “lâ’l bedahş ilinde görünüşü gibi tanrıda donattığı, süslediği evrende gözle görülür, elle tutulur oldu. dizelerin yaygın yorumu böyledir, bu yoruma karşı çıkarak yanlışlığını ileri süren olmamıştır.

    bu görüş karşısında, tanrıyı evrenin dışında, dinlerin anlattığı biçimli düşünmenin yeri yoktur.

    adem düğeli hak oldu bilgil

    mescid-i hakıyka secde kılgıl

    “artık iyi bil ki insan iyice tanrı oldu, sen de gel gerçeğin önünde eğil, ona tapın”.
    nesimi’nin burada söylemek istediği açıktır, insan bir tanrıdır, tapmak gerekirse insana tapmalıyız. evrende ayrılık yoktur. tanrı-evren-insan bir bütünlük içindedir. birbirinin yanında, karşısında değildir, insanla tanrı suyun içinde eriyen şeker gibi eriyip birbirine karışmıştır. onları artık ayrı düşünmek elde değildir, doğru değildir düpedüz.

    ademde tecelli eyledi

    allah kıl âdeme secde olma güm-râh

    “tanrı insanda görüldü, insan kılığında karşımıza dikildi, artık sen de yolundan sapma, gel insanın önünde eğil, insana tap”…

    çün mümine mümin oldu mir’ât

    mir’atına bak-ü-anda gör zât

    “artık inanana, inanan bir ayna olmuştur, aynaya bak da orada tanrının özünü gör”, insana bak tanrıyı gör, tanrıya bak insanı bil.

    bu düşüncelerin kökünde tasavvuf görüşünün bulunduğu bir gerçektir. yalnız bütün evreni tanrıda gören görüşle, insanda tanrıyı bulan bir değildir. adına ne denirse densin ister “vahdet-i vücud” densin, isterse “vahdet-i mevcut”, dile getirilmek istenen düşünce tanrı ile insanın birliğidir, daha açıkçası insan-tanrı özdeşliğidir.

    seni bu hüsn-ü cemâl ile bu lûtf ile gören

    korktular hak demeğe döndüler insan dediler

    “seni bu yüz güzelliğinle, bu eli açıklığınla, bu bağışlayıcılığınla görenler, sana tanrı demeğe korktular da döndüler insan dediler”…

    gerçekten sen insan değil, tanrısın. tanrının insan kılığında ortaya çıkışı, görünüşü, açık bir deyişle dile getiriliyor.

    her neye kim baktın ise anda sen allah’ı gör

    kancanı kim azm kılsan semme vechullahı gör

    bu ikilik perdesinden geç hicabı re’f kıl

    gel bu birlik vahdetinden bak bu sırrullahı gör

    hacc-ı ekber kılmak istersen gel ey zâhid beni

    aşıkın kalbi içinde sen bu beytullahı gör

    can gözüyle baktın ise kâinatın aynına

    andan özge nesne var mı hasbetten lillâhı gör.

    “neye bakarsan onda tanrıyı gör. nereye gidersen git-yönelirsen yönel- tanrının yüzünü görürsün. bırak şu utanmayı, at arkandaki ikilik örtüsünü, bu birlik içinde tanrının gizli kalmış yönlerini gör açıkça. en büyük hac-ka’benin çevresinde dolaşılan gün kurban bayramında cuma günü ise-yapmak istersen ey sofu, bu yana, özüne can gözüyle baktınsa bir düşün tanrıdan başka görülecek ne var bakalım”.

    nesimi’nin bu şiirinde açıklanan düşünce tanrı ile insanın bir olduğudur, insan bütünlüğünü yitirmeksizin tanrı ile birlik içinde yaşıyor, insan tanrı, karşısında kimliğini, kişiliğini yitirmiyor. tanrı, insana geliyor, insan kimliği içinde kendini ortaya koyuyor, insan özünde bir eksilme, tanrı karşısında kendinden uzaklaşma yok bu düşüncelerde. nesimi, bütün gücü ile tanrıya karşı “ben de senin gibi varım, sen benimle varsın” diyor.

    tanrı ile insan arasında kurulan bağlantının biri de, insan yüzünde allahın göründüğünü ileri süren görüştür.

    ey cemâlin kulhuvallah vey yanağın vedduha

    kafu vel-kur’an saçındır tal-atin bedr-üd-dütaa

    sırr-ı subhanellezi esra muanber kâkülün

    leblerin ruh-ül-küdus kaddin dıraht-ı münteha

    onsekizbin alemin esrarını harfen-be-harf

    arızın levhinde yazmış kâtib-i kilk-i kaza

    hatt-ı müşgininle ruhsarın beyânında senin

    hak teâla dedi errahman alel-arş-istivâ

    ateşî inni enâllah ey-beşer sûretli hak

    pertev-i şem’i ruhinde gösterir nûr-i lika

    zahide gel sûret-i zibâyi inkâr etme kim

    dilberin vechindedir âyine-i gitî-nümâ

    ey surûri âşiyânı kudsa pervâz edemez

    her kimin kim şâhbâz-i aşka olmaz âşinâ

    ey yüzü “söyle tanrı birdir olan yanağı kuşluk suresini andıran yüzünün parlaklığı ay’dır, saçın ‘ol’ buyruğunun baş harfi ve kur’an’dır, alnına dökülen güzel kokulu saçların yüce tanrının gizemlerinin saklayan birer belirtidir. dudakların insanlara can veren, ölüleri dirilten kutlu soluktur, boyun varlık ülkelerinin tanrısal sınırı olan müntehadır. alınyazısını yazanlar senin yüzüne on sekiz bin evreni yazıp geçmiş. tanrı bütün gizlilikleri, güzellikleri ile senin yüzünde görünüyor. sen canlı, konuşan bir tanrısın, sen kur’an’sın. tanrı, insan kılığına girmiş sende görülüyor. kur’anda yazılı ne varsa yüzünde, yanağında yazılır büsbütün.”

    hurufi olan, on altıncı yüzyılda yaşayan sünni’nin bu şiirinde dile getirdiği düşünce, en küçük bir kuşkuya yer vermeksizin, insanın tanrı ile bir olduğunu söylemektir. tanrı, insan yüzüne yazılmış bir varlıktır, insan bütünlüğü ile tanrıyı yansıtıyor, gözlerin önüne seriyor. surûri daha da açık konuşarak: “ey beşer suretti hak” demekten kendini alamıyor. ey insan kılıklı tanrı, bu söz insanla tanrı birliği bütün kuşkuların dışında kalan bir kesinlikle dile getirmektedir.

    surûri’nin ortaya attığı bu düşünce daha önceden mansur’da (ıx -x. yüzyıl) vardı nesimi’de, azçok yunus emre’de vardı. on beşinci yüzyıl ozanlarında da vardır. yine bu yüzyılda (başlarında) yaşamış bir ozan olan yemini de:

    suretin nakşında gördüm fazl-i ism’i a’zamı

    zülf-ü kaş-ü kirpiğindedir süleyman hatemi

    lîmaallahın hayalidir yüzün vech-i ilâh

    gösterir mir’at-i mümin onsekizbin alemi

    kim ki sâcid olmadı hüsnün önünde ey sanem

    sen anı merdûd-i şeytan bil değildir âdemi

    “tanrının en yüce niteliğini yüzünün oyasında gördüm, saçın-kaşın-kirpiğin süleyman peygamberin mührüdür, onda bütün tanrılık nitelikler yazılıdır. senin yüzün taundan bir örnektir, inananların aynasıdır, on sekiz bin evreni gösterir. sana tapmayan, senin önünde eğilmeyen, kovulmuş bir şeytandır, sen onu adam sayma artık”. insan-tanrı birliğinin bu da açık bir örneğine tasavvufta “insan zübdet-ül-kâinat”tır denir.

    yemini, başka bir gazelinde insanın yüzüne kur’anımız yazılmıştır anlamına gelen:

    dest-i kudretten yazılmış vechine kur’anımız

    dizesiyle, insanın yaratılmadan önce varlığında kur’anı bulundurduğunu, gerçek kur’anın insanda olduğunu ileri sürer. bu görüş insanla tanrı, kur’anla insan arasında bir bağlaşmanın varlığını gösterir. başka ozanlar insan için, tanrının konuşan sözü, dili” anlamına gelen “kelâmullah-ı nâtık” deyimini kullanır. bunun açık anlamı: tanrı insanda dilegelir, demektir.

    on altıncı yüzyılın batîni ozanlarından biri olan hayderî bir şiirinde:

    gevher-i zât-ı hudâyız der nihân-ü aşikâr

    bizim içün çarh ürür bu günbed-i niylî hisar

    bizdedir mevcûd bîşek yerde gökte her ne var

    “tanrı’nın özünün incisiyiz, gizli açık bu. bu dönen gök, bu mavi künbed bizim için bir hisar yapmaktadır. yerde gökte ne varsa bizdedir, bunda kuşkumuz yok.” diyor. burada tanrı ile insanın bir olduğu, insanın bütün evrenin özü durumunda bir varlık kimliği taşıdığı açıklanıyor.

    insanla tanrı arasına dinlerin koyduğu uçurumların kaldırılması, bir yandan tanrının, bir yandan da insanın yararınadır. konunun açıklığa kavuşması sonradan konan örtülerin kaldırılmasını gerektirir. usun ışığından kaçırılan bir soruna çözüm bulunamaz.

    insanda, tanrının dile geldiğini, insan yüzünün tanrının görünüş alanı olduğunu açıkça ileri sürerek insanla tanrı arasında sıkı bir birliğin içiçeliğin varlığını söyleyen gene on altıncı yüzyıl ozanlarından kelami, bu konuda en kesin örnekleri vermektedir:

    nigâra allem-i-esma-i fazlullahdır vechin

    kelâmullah-u beytullah-u arşullahdır vechin

    yazılmış çârdeh hattı-ı siyahın çârden levha

    huruf-i asl-ı kur’an-ı kadimullâhdır vechin

    rumûz-i küll-ü-şey’in halik illâ vechehû vechin

    beyânıdır senin zîrâ ki vechullâhdır vechin

    serairler hakayıkler dekayikler mekanıdır

    bu yüzden söylerim hakka ki sırrullâhdır vechin

    dehanun burc-i ma’nidir ki nutk andan tulhu’ eyler

    kelâmın mihr-i âlem-tâb-rûşen mâhdır vechin

    mübarek mısr-ı camidir vücûdun çünki sertâser

    veli bu mısr-ı camide azizim şâhdîr vechin

    yazılmış satr-ı tâhâ ile bismillâhdır vechin

    kelâmı bil kim kelâmullâhdır vechin

    “ey sevgili, senin yüzün tanrı erdemlerine verilen adların bir bütünlük için de toplandığı yerdir. -burada fazullah-ı hurufi’ye de değinme vardır.”

    senin yüzün tanrı sözüdür, tanrı evidir, tanrının en yüce katıdır. kara saçınla ondört yazı. ondört levha yazılmıştır. (hurifilerde insan yüzünde yirmi sekiz harf vardır, insan yüzü bütün varlıkların özeti, özü, örneğidir) senin yüzün ey sevgili kur’an’ın ilk yazıldığı tanrı harflerinin toplandığı yerdir, kur’an’ın kaynağıdır. bütün yaratılmışlar senin yüzünde belirir. senin yüzün tanrı yüzüdür ey sevgili. tanrının, gizlilikleri senin yüzünde dilegelir. ağzından çıkan sözler gerçekleri, olayları, insanın başına gelenleri, gelecekleri, bir bir dile getirir. senin yüzün evrene parlaklık saçan aydır. senin yüzün kur’an’da tâhâ suresinde, bismillahdır. bütün eylemlerde, davranışlarda ilkin anılması gereken kutsal bir başlangıçtır senin yüzün. senin yüzün tanrı sözüdür baştanbaşa, ey kelâmî bunu iyi bil.”

    kelami, bütün düşüncelerini açık bir biçimde ortaya koymakta, insan yüzünde bütün varlığı ile tanrının belirdiğini, gördüğünü söylemektedir. hurifilik inançlarına göre insan yüzü bir takım gizli yazılarla örülmüştür. bunların okunması ile insan varlığı bir bütünlük içinde anlaşılır.

    burada iki ayrı varlık türü ile karşı karşıyayız. ilkin, tanrı bir görünüş olarak insan yüzünde ortaya çıkmaktadır. bu durumda tanrı bir görünüş olarak vardır, ikinci durumda tanrı yer kaplayan bir nesne niteliğinde kendini göstermekte, islam inancına göre “mekândan münezzeh-belli bir yeri yoktur” anlayışını ortadan kaldırıcı bir durumla gözlerimizin önüne serilmektedir.

    tanrının “mekândan münezzeh” oluşu, belli bir yerde bulunmayışı düşüncesi pek yeni değildir ilkçağ inançlarına göre, özellikle atomcuların ileri sürdükleri köklü görüşe göre, tanrı evrenin bütünüdür. evrenin bütününe yayılmış olan, kökü gene evrende bulunan yaratıcı, sonsuz, sınırsız güçtür.

    bunun yanı başında bir görüş daha vardır. o da gene ilkçağ düşünürlerinden biri olan phythagros’tan gelen, sayılarla, yazılarla ilgili görüştür. bu görüşe göre varlığın özünü kuran sayılardır hurufilik bu son görüşten çok yararlanmış, onun derin, geniş etkisi altında kalmıştır.

    kelâminin çağdışı olup varlık anlayışı, insan görüşü onunkiyle bağdaşan kalender de:

    dilberin vechine bismillah oku

    gör bu hüsn-ü hulku sun’ullah oku

    çehre-i ruhsâresin seb’ulmesan

    allemelesma kelâmullah oku

    ver salavat görse aynın aynını

    kaşların hem kudret-i allah oku

    ol beyan-ı beyyinât-ı zât-ı hak

    siket-i insandır eyvallah oku

    anlam bakımından kelâmi’nin yukarı alınan şiirinin özdeşi olan bu şiirde de dilegetirilen: tanrının insan yüzünde görüldüğü, tanrının bütün başarılarının insan yüzünde yazıldığı, insan kaşlarının bile tanrının yaratıcı gücünü bildiren birer anlatış taşıdıklarını gösterdiği, insanın özünde tanrı özünün bulunduğu’dur. sözün kısası insan ile tanrı, anlam bakımından da gövde bakımından da birdir, yan yanadır. tanrı, insanın dışında, ondan ayrı değildir.

    tanrı, bir güzel biçimde kendini insanda gösterir, insanı sevmek tanrıyı sevmektir, insana bakmak, tanrıya bakmaktır. tanrı, insanda devinme içinde ortaya çıkan, gerçekleşen bir yaratıcı güçtür.

    tanrının bir güzellik kavramı altında yeryüzünde kendini gösterdiği inancı da yeni değildir. bunun kökünde de ilkçağ görüşlerinin derin izleri saklıdır, ilkçağ inançlarına göre bir güzellik tanrıçası vardır. yaratıcı gücün de özü ondadır, bunun adına venüs derler.

    kalender’in sergilediği düşünceye göre tanrı, insan yüzünde “güzellik” olarak kendini göstermektedir. bunu anlamak için insan yüzünün yazılarını okumak gerekmektedir. tanrıya insandan varılır, tanrı insanla anlaşılır ancak.

    on altıncı yüzyılın bir yandan hurifiliğe, bir yandan bektaşiliğe kayan ünlü ozanlarından usûlî, insanda tanrı sözünün dile geldiği düşüncesini savunarak, yapı bakımından insanla tanrı arasında bir yakınlığın, birliğin bulunduğunu ileri sürer.

    ademe gel secde kıl anda kelâmullah var

    vech-i pakinde muayyen sırr-ı bismillah var

    düşme inkâra sakın her yerde zahir şah var

    çünkü bildin mü’minin gönlünde beytullah var

    niçün izzet etmedin ol beyte kim allah var

    ruberu görmek dilersen ger o nûr-i mutlakı

    bilmek istersen eğer âlemde sırr-ı muğlakı

    secdeye gel vech-i âdemden kelamullah okı

    her ne var âdemde var âdemden iste sen hak’ı

    olma iblis-ı şakıy âdemde sırrullah var

    öz vücudun diler isen ey gönül mir-at-ı hak

    can ile kendi vücudundan oku âyât-ı hak

    kılmak estersen eğer ayn-el-yakıyn irşâd-ı hak

    gel en-el-hak defterinden al sebak ey zatı hak

    dembedem bâtıl tasavvur etme hak allah var

    baktığınca her nazarda gördüğün vech-i ilâh

    her neye kim ibtida etsem kamusu ism-i şah

    söylediğin hakdurur hak söylerim haktır bu râh

    zahidin dilinde ger var ise zikr-i lâ-ilâh

    aşık-ı sadıkların kalbinde illalah vâr

    seyyid nesimi’ye bir benzeri (nazire) olarak yazılan bu şiirde, usuli, açıkça insanda tanrının görüldüğünü, insan yüzünde tanrı “tecelli”sinin bulunduğunu, insan dışında bir tanrı olmadığını ileri sürmektedir.

    usuli’nin inancına göre tanrı ile insan eş-varlık ortamda bulunuyor. bu inanç düzeni içinde, tasavvufun başka bir düzeni olan “tanrı bütün evrenle birdir, bütünlük içinde evrene yayılmıştır, evrenin gerçek özüdür, tanrı dışında bir evren yoktur, evren tanrıdadır.” düşüncesi yoktur.

    usuli, daha çok tanrının evrende olduğu kanısındadır, insanda tanrılık güç, tanrılık öz vardır. açıkçası, bu görüşle tasavvufun “vahdet-i vücud” (varlık birliği) anlayışı arasında bir ayrılık vardır. “vahdet-i vücud” inancına göre insan tanrıda yok olur, ne varsa tanrıdır, onun dışında başka bir varlık düşünülmez.

    oysa usuli’nin inancından görülen açıklıktan anlaşıldığı gibi tanrı insandadır, insanın tanrıda oluşu, insan varlığının gerçekliğini, değerini ortada kaldırır. tanrının insanda oluşu düşüncesi ise insan varlığının gerçekliğini, varlık düzeni içinde değerini, evrendeki gerçek-kesin yerini dilegetirir.

    insanın yararına olan bu görüş ilkçağ’a dönüştür, ortaçağ için ileri bir anlayışın izlerini, evreni gerçek sınırları içinde, açıklamanın belirtilerini ortaya koyuyor.

    türk şiirinde insan kendini tanrı karşısına iki ayrı tutumla yerleştirir, ilk durumda insan kendisini evrenin bütünlüğü içinde tanrı ile yan yana koyar. insan-tanrı karşılıklı bir varlık bağlantısı içindedir. önce tanrının var olduğuna, belli bir varlık ortamında bulunduğuna inanırlar. insan bir olur tanrının bulunduğu evrene yükselir, bir olur tanrıyı kendi yaşama ortamına indirir. bu iki durumda da tanrı ile “bir olma” eylemi vardır, insan tanrı ile arada bir bağlantı kurmanın kaynağı içindedir.

    dinin yöntemine dayanarak ağır basan etkisi altında, insan ne de olsa kendini büsbütün bağımsız, özgür sayamaz. tanrı, yaratıcı bir güç olarak bütün çıplaklığı ile insanın karşısına dikilir. insan, tanrı ile ancak görünüş alanında birleşir. tanrı, yukarda görülen örneklere uygun olarak insanın yüzünde görünür (tecelli eder). böyle bir inancın kökünde gene de tanrının varlığını temel-ilke diye alan din düşüncesi saklıdır.

    ortaçağ’da insanı tanrı karşısında direnmeye iten başlıca neden dinlerin koyduğu uygulanması çok güç arada bir de elden gelmez kurallar, koşullardır. bunlar yoğundur, katıdır, değişmez, değiştirilmez, donmuş birer ilke olmaktan öteye geçemez. din ne derse onun tıpatıp yerine getirilmesi gerekir. din dilinde adına “şeriat” denen kurallar dizisi budur işte.

    şeriatın karşısında, özgür düşünce, tarikatı çıkarma gereğinde kalmıştır. tarikat, şeriatın koyduğu bütün kuralların yaşama gerçeklerine uygun bir biçimde yeniden düzenlenmesidir.

    insan, düşünen, yaşayan, eylemlerde bulunan, davranan bir varlık olarak sürekli bir değişme, gelişme çizgisi üzerinde bulunuyor. öyle ki çağdan çağa, yıldan yıla, bile birtakım köklü değişmelerle karşı karşıya gelir insan. sevgileri, beğenme duyguları, yaşama anlayıştan olayların akışı içinde değişir, insan, canlı olması yüzünden, bu değişmelerin dışında kalamaz. kalmadığı sürece de kendiliğinden değişir. şeriat bu değişmeye katlanamaz… onun için önemli olan olduğu yerde durma, donup kalmadır. şeriat anlayışına göre insan davranan değil duran, yalnızca buyrulanı yapmakla yükümlü, istenci dışında bile eyleminden sorumlu, donmuş kalmış bir varlıktır. başka bir deyimle insan ipi başkasının elinde, özgürlükten, davranış bağımsızlığından yoksun bir araçtır.

    yeryüzünün bütün “şeriatçı” inançları, insanı insanlıktan çıkaran, çağın dışında kalmaya iten birer bağlılıktır. onda insan “düşünen bir varlık” olarak değer taşımaz, insan ona göre “belli bir yere” bağlanmıştır.

    böyle bir inanç ortamında yaşayan toplumların tarih boyunca başarı gösterdiği görülmemiştir, insan düşünce-gücünün yarattığı bütün yenilikler, gelişmeler, ilerlemeler şeriatın dışına çıkmakla olmuştur.

    gerek doğu’da, gerek batı’da başarı sağlayan bütün başların din kuralları dışına çıktığı, cezalandırılmak istendiği, artlarına düşüldüğü açıkça görülen, bilinen olaylardır. doğuda sıkı sıkıya şeriata bağlı kalmış büyük, yaratıcı gücü olan, ilerletici bir baş bilmiyoruz pek. durum batı’da da böyledir.

    türk şiirinde görülen şeriatın dışına çıkma eğilimi yeni bir anlayışın sonucu olmuştur, insan, böyle geliştirici bir anlayış akımına kapılınca kendini ister istemez şeriatın dışında tanrının karşısında bulmuştur.

    dinden daha köklü bir ekin kaynağına dayanan, onunla beslenen tarikat yaratıcı bir düşünce ürününün ilk başarılı başlarını da yetiştirmekte gecikmemiştir. bu köklü güç, insanı ileriye doğru atılım yapmaya itmiştir.

    bu güçlü atılım sonucu şeriatın karşısına tarikat dikilivermiştir. insan bu yolda yaratıcı gücünün bütün eylemlerini ortaya koymaya başlamıştır.

    tarikat, şeriatın “verilenle” yetinmesi gereken insanın karşısına sermesi “düşünmesi” gereken insanı koymuştur, insan sıkı bağlardan bir bakıma kopmuş, kendini kurtarmaya çalışmıştır. ancak, şeriat gene boş durmamış, kendi yolunda giden başka tarikatların doğmasını da kolaylaştırmıştır. başka bir deyimle şeriat, tarikatın karşısına tarikatla çıkma yolunu tutmuştur. bizim burada üzerinde duracağımız yalnız şeriata karşı olan tarikat düşüncesidir.

    on altıncı yüzyıl ozanlarından virâni, şeriatın bütün inançlarını bir çırpıda arkaya atarak, tanrının karşısına yarı insan-yarı tanrı olarak değil, düpedüz tanrı olarak dikilivermiştir. ona göre insanın kendi, ali’nin kişiliğinde tanrıdır artık:

    la ilâh illâ ali’dir nûr-i zât-ı zülcelâl

    la ilâh illâ ali’dir hayy-i bakî lâyezal

    la ilâh illâ ali’dir gün gibi rûşen olan

    la ilâh illâ ali’dir görünen şirin cemâl

    la ilâh illâ ali’dir vâkıf-ı ilm-i ledün

    la ilâh illâ ali’dir sâhib-i nutk-i kemâl

    la ilâh illâ ali’dir şems-i şâh-i vedduhâ

    la ilâh illâ ali’dir gökteki bedr-ü hilâl

    la ilâh illâ ali’dir çeşme-i hayvanımız

    la ilâh illâ ali’dir nûr-i mutlak bi-zevâl

    la ilâh illâ ali’dir pâdişâh-i âlemin

    la ilâh illâ ali’dir kevser-i âb-ı zülâl

    la ilâh illâ ali’dir mustafa vü murtaza

    la ilâh illâ ali’dir gözüme ayn-i visal

    la ilâh illâ ali’dir gönlümün şahı benim

    la ilâh illâ ali’dir üste oldur bî-melâl

    la ilâh illâ ali’dir bu virâni dervişin

    gözü nuru başta tacı ol ali celle celâl

    vîrânî’nin bu şiirinde eğri büğrü yollara sapacak bir durum yoktur.

    “yüce tanrının özü, kendi ali’dir, ali’den başka tanrı yoktur. ilksiz sonsuz olan, ölümsüz varlık olan ali’dir, ondan başka tanrı yoktur. gün gibi açık olan ali’dir, ondan başka tanrı yoktur. görünen tatlı yüz ali’nin yüzüdür, ondan başka tanrı yoktur (ilah yoktur). gizli bilimlerin bilicisi ali’dir, yetkin, olgun sözü söyleyen de ali’dir, ondan başka ilah yoktur. kur’an’daki kuşluk [vedduhâ] süresinin padişahı, güneşi ali’dir, ali’den başka tanrı yoktur. evrenlerin padişahı, yaşamanın özü, yaratıcılığın gücü, yaratan, varlıklara dirilik veren, onları yok eden, vareden ali’dir, ali’den başka tanrı [ilâh] yoktur.”…

    biraz düşününce, vîrânî’nin tanrıya yüklenen bütün nitelikleri ali’ye verdiği görülür. “celle celâl”, “hayyi baki” “zülcelâl”, “bizevâl”, “padişah-i âlemin-rabb-ül-âlemin”, “nûr-i mutlak”, “lâyezal” islâm dinin temel kitabı olan kur’ana göre ancak tanrının nitelikleridir. tanrı’dan başka bir varlığa bu niteliklerin birteki bile verilemez. tanrı, ancak bu niteliklerle düşünülebilir. bunları, tanrıdan başka birine veren kimse islâm inançlarına göre öldürülür. böyle bir düşünce ileri sürmek tanrıya “şirk koşmak-ortak olmak” sayılır. buna ayrıca “küfr’i ekber” (en büyük suç) denir.

    vîrânî, bu şiirleri ile bütün kuşkularının ötesinde, pırıl pırıl bir inanç ileri sürüyor. ona göre tanrı insan biçimindedir. ali’nin kişiliğinde ortaya çıkmış, duyular evreninde kendini göstermiştir. tanrı ile insan arasında dinlerin ortaya koyduğu anlamda, bir ayrılık yoktur. bu iki varlık türü arasında yakınlık değil, özdeşlik vardır, insan varlığı dışında bir tanrı da yoktur, tanrı kavramı da.

    insan kafalarının leblebiden ucuza gittiği bir çağda vîrânî’nin böyle yiğitçe ortaya atılması anadolu şiirinde görülmüş değildir. gerek ondan çok önce gelen nesimi, mansur, gerek ondan sonra gelen öteki ozanlar içinde böylesine açık bir düşünce ortaya atılmamıştı. ozan, burada, tarikat anlayışının dışındadır.

    ali’dir nokta-i evvel hidayet

    ali’dir âhır-ı nûr-i velayet

    ali’dir her dü âlem zât-ü mutlak

    ali’dir kudret-i hikmet keramet

    ali’dir sûret-i rahman ali’dir

    ali’dir şâfi-i rûz-i kıyamet

    ali’dir faildi muhtar ali’dir

    ali’yi sevmeyen ol cana lanet

    ali’dir ey vîrânî tende canın

    kim ali sevmedi lâ’net begayet

    “insan varlığının ilk noktası, varlıkların başı ali’dir. ermişlik ışığının sonu ali’dir. gerek dünyanın, gerek ahirdin kesin özü ali’dir. bütün yaratıcılığın gücünü gösteren öz -bilgelik ali’dedir. tanrı’ya verilen “rahman” niteliğinin özü de ali’dir. kalkım günü insanlara yardım edecek olan, onların elinden tutacak olan ali’dir. kendi başına davranan, kimseden buyruk almayan ali’dir. (burada, düpedüz, ali’nin tanrı olduğu söyleniyor, fâil-i muhtar ancak tanrıya denir) ali’yi sevmeyen insan değildir, onu anmak da gerekmez, ona lanet olsun.”…

    ozan, bütün düşüncelerini açık, seçik olarak bildiriyor. yoruma, kuşkuya yer vermiyor. kendini olduğu gibi ortaya koyuyor. bu tutum tanrı karşısında insanın direnişlerinden birincisidir, ikincisi ise tanrının gerçek-dışı nitelikleri karşısında onunla eğlenmeye kalkışmaktır. onu daha sonra göreceğiz.

    vîrânî’yi böyle bir düşünceye iten etki ne olabilir? bunun karşılığını bulmak güç değildir. vîrânî gerçeklere inanmış bir ozandır, insanın yaratıcı bir güç taşıdığına yürekten inancı vardır, onun bu inancını eskidenberi ileri sürülen yüzden bir “mezhep” ayrılığına bağlanmak doğru değildir. bu düşünceyi bütün alevi-kızılbaş ozanlarda bulamıyoruz. oysa bütün alevi-kızılbaş ozanlar “mezhep” bakımından ali’ye bağlıdır.

    eskilerin ali-allahilik dediği bu düşüncenin özünde, ali’den çok insanın tanrı oluşu duygusu, anlayışı vardı. insan-tanrı bağlantısının kökü çok eskilere gider. eski hind, iran, mısır, anadolu, mezopotamya dinlerinde insanın tanrı olduğu düşüncesi, iyi-kötü güçlerin onda toplandığı, insan gövdesinin iyi ile kötünün bir savaş alanı olduğu inancı vardı.

    vîrânî’den önce gelen ozanlarda gördüğümüz tanrı anlayışının da kökünde gene çok duyuşlar, düşünceler vardı, ancak bu ölçüde açık, kesin değildi. vîrânî, bütün ara-uzaklıkları, uçurumları aşıyor, kaldırıyor. bunları da öncekiler gibi tanrı yararına değil, insan çıkarına yapıyor. vîrânî’nin kendinden önce gelmiş ozanlardan etkilenmediği söylenmez. böyle bir düşünceyi ortaya atmak, düşünenin gelişimine büsbütün aykırıdır. vîrânî’de öncülerinden etkilendi.

    seyyid nesimi, ondan önce mansur gibi tasavvufçuların görünüşüne göre insanın evrene yayılmış bir bütünlüğü vardı. vîrânî ise onlardan ayrı olarak, karşımıza elle tutulur, gözle görülür bir örnek çıkarıyor. bunu da bir din olarak yapıyor. peygamber muhammed’in yanında, sofrasında bulunan bir kimseyi tanrı olarak benimsemediğini söylüyor. nesimi, daha geniş bir alana yayılan görüşü içinde “enel hak-ben tanrıyım” derken, ortaya soyut bir insan örneği atmıştı. vîrânî, bunu daha somutlaştırarak adı ile, kimliği ile, yeri yurdu ile belli, belirli bir kimseyi gözümüzün önüne koyuyor.

    nesimi’nin genişliği, vîrânî de açıklık, soyutluğu ise somutluk kazanıyor. vîrânî, üstelik tanrıya bir de ali adını veriyor. ancak, ozan olarak nesimi ile yan yana bile gelemez, o başka.

    nesimi’de tanrının bütün evrene yayılışına karşılık virani’de tek kişi kimliğine bürünmüş demiştik. ayrıca on dördüncü yüzyılın bu ünlü ozanında yer yer tanrının yaratıcı gücünün olduğu, insanın dışına taştığı da görülür. vîrânî’de, onun çağdaşlarında, ondan sonra gelenlerde, tanrının bütün evreni kaplayan geniş, derin, açık, yaratıcı gücünü dile getiren ölçülü, düzenli, derli toplu görüş bulunmaz.

    tanrının insan olduğunu, insan kılığında evrende açıldığını, insan yüzünün bir tanrı aynası durumunda bulunduğunu söyleyen başka bir ozan da, bu çağda misâlî’dir.

    kisvetin üstünde olan ey elif ey nûr-i zât

    hâlik-ul-eşyaya dal olmuşürür ey hak sıfat

    mahzen-i kân-ı velayet menba-ı her mûcizât

    cümle eşya misl-i candir-ya’ni kim sensin hayât

    şem-i cem-i evliya ey hacı bektaş-i veli

    lâdir vasf etmede vasfını halk-i künfekân

    şâhbâz-ı lâmekansın sana arşdır âşiyan

    gün gibi oldun velayet ile meşhûr-i cihan

    tapuna münkad olubdur arş-ü ferş-ü ins-ü can

    şem’-i cem’-i evliya ey hacı bektaş-i veli

    “ey giydiği giysi üzerinde tanrıyı gösteren “elif harfi bulunan, tanrının ışığı olan, nesneleri yaratanın nitelikleri sendedir, tanrının özü sensin. bütün tansıkları gösteren, ermişlik ocağının özü sendedir. bütün nesneler bir ten gibidir, açıkçası dirilik sensin. ermişler topluluğunun mumusun ey hacı bektaşi veli. tanrının “ol” buyruğu ile yaratılanlar senin niteliklerini anlatma konusunda dilsizdir. tanrının bulunduğu, ya da onun her türlü mekândan sıyrılmış olduğunun belirtisi olan “lâmekân” ülkesinin doğanı sensin. senin yuvan arş’tadır. ermişliğinde gün gibi bütün evrene ün saldın. arş , ferş, insan, cin gibi bütün varlıklar sana bağlıdır, sana boyun eğerler. sen ermişler topluluğunun mumusu, ey hacı bektaş veli..”..

    burada, tanrıda bulunan bütün niteliklerin, tanrı adı anılarak insana, hacı bektaş veli’ye yükletildiği açıkça görüyoruz. yeni bir yorumlama ile gözleri başka yöne çevirmenin ne yeri vardır, ne gereği burada. tanrı adı geçiyor, ancak genel niteliklerden sıyrılmış bir tanrı adı. misâli, düşüncelerini, inançlarını kuşkuların ötesinde bir dille söylüyor bize: tanrı ile insan arasında öz ayrılığı yoktur, diyor. tanrı varlığı insanda bütünlük kazanmıştır diyebiliyor, insan bütünlüğü ile bir tanrıdır, yaratıcı güçtür.

    divan şiirinin başka bir alanında kendini gösteren, daha çok tasavvuf duyguları ile beslenen ozanlarından 16. yüzyılda yaşayan arşi, hurufilik ortamında tanrı ile insanın birliğini ileri sürmüştür. arşi’ye göre evren yaratılmadan önce insan tanrı ile birdi, insan, yaratılış olayı ile ortaya çıkmış bütünlük kazanmış, varlığını bugünkü ortamın ötesinde sürdürmüştür. yaratılış, insanın yeniden oluşu değil, yer değiştirmesi, başka bir ülkeden evrene gelişi, ortaya çıkışıdır. onda da virani’de görülen açıklık, seçiklik göze çarpar. o, yalnız “ben daha önceden vardım, tanrı ile birdim” diyor. daha çok nesimi’ye benzeyen bir duyuş vardı onda.

    kelâm- zât idim kün emri irad olmadan evvel

    bu hâk-ü bâd-ü âb-ü âteş icad olmadan evvel

    gezerdim üçyüzaltmış menzili gün gibi şeb ta rûz

    bu eflâk-i zümürrüd-fâm bünyâd olmadan evvel

    bana bildirmiş idi sırr—ı esmanın beyanın hep

    melaik zümresine adem üstad olmadan evvel

    “tanrı evrenin yaratılması için “ol” anlamına gelen “kün” buyruğunu salmadan önce ben onun özünde dile gelen söz idim. tanrı benimle dilegelir, konuşurdu ancak. ben, bu toprak, su, yel, ateş gibi varlığın özünü kuran dört ilke ortaya konmadan önce, tanrının özünde idim. bu üç yüz altmış derecelik gökler daha yaratılmadan dolaşıp dururdum gece gündüz. evet, bu zümrüd gökler yaratılmadan da ben vardım. tanrı, adem peygamber’e varlıkların adını bildirmeden önce bana bildirmişti. öyle ki adem peygamber meleklerin önderi olmadan, melekler ona tapınmadan, önünde eğilmeden önce, onun bileceklerini ben bilirdim. onları tanrı bana bildirmişti.”.

    arşi’nin bu şiirinde güçlü bir düşünce var. islâm inancına göre bir söz vardır: levlake levlak vema halekul eflâk (sen olmazsan sen olmazsan biz de gökleri yaratmazdık)…

    bu sözler ister hadis olsun, ister âyet olsun, islâm dininin özü ile sıkı sıkıya ilgilidir.

    arşi, burada kendisinin evrenden de, adem peygamber’den de önce var olduğunu, tanrının özünde, tanrı gibi bir gerçek olduğunu ileri sürüyor. onun, bu görüşü ilkçağ’dan geliyor. toprak, su. yel, ateş gibi dört ana-ilke, yalnızca ilkçağ bilgelerince ortaya atılmıştır.

    arşi, böylece tanrının insanı sonradan yarattığı, yoktan var ettiği düşüncesini bir yana atıyor. oluşun insan için yeni bir eylem olmadığını, insanın yoklukla ilgisi bulunmadığını ortaya koyuyor. oysa, kur’an’a göre, insan yoktan var edilmiştir. tanrı, adem peygamber dolayısıyla insanı topraktan yaratmıştır, onu var etmiştir. sonra ona bildiğimiz duyuları vermiştir. göz, kulak, burun, us gibi nesnelerle onu donatmıştır.

    “and olsun ki biz insanı kuru çamurdan, biçime sokulmuş kara balçıktan yarattık. daha önceden cinleri ise ateşten yarattık.” (el-hicr suresi, ayet: 26.27.)

    gene. kur’an’ın dehr suresini, 2. ayetinde şöyle deniyor: “gerçekten de biz insanı iki cins bel suyundan yarattık, bu onu sınamak içindi. sonra ona işitme ile görme gücünü verdik.” burada görülen çelişme, ilk insanın çamurdan, ondan sonra gelen insan soyunun ise dişi ile erkeğin birleşmesinden (çiftleşmesinden) olduğunu, göz önüne getirince ortadan kalkar.

    kur’an’ın daha birçok yerinde insanın çamurdan yaratıldığı. adem peygamber’in balçıktan düzenlendiği, anlamına gelen ayetler vardır, islâm’ın temel inançlarından biri de budur.

    böyle bir inanç düzeni karşısında arşi’nin düşüncesi düpedüz dine aykırıdır. arşi’nin inancına göre insan çamurdan yaratılmamıştır. çamur denen “toprak”, ondan sonra gelen “su” “yel”, “ateş” gibi varlıklar, ana ilkeler yokken, yaratılmamışken “ben vardım-(kelâm-ı zât idim)” diyor.

    gene bu çağda yaşamış bir ozan olan muhyeddin abdal’da insanın özünde tanrı varlığının bulunduğunu, insanın bir türlü kur’an olduğunu ileri süren ona göre gerçek kur’an insanın yüzünde okunur.

    bizim tacımız sureta

    seb’ulmesani gösterir.

    zira bu seb’ulmesani

    şekl-i insanı gösterir

    görünen hak’tır gözünde

    söyleyen hak’tır sözünde

    insanın hattı yüzünde

    hatm-ı kur’anı gösterir

    “bizim başımızdaki taç kur’anda ki -yedi ayetten kurulu fatiha suresini gösterir, bu fatiha suresi de insanı ne biçimde olduğunu, hangi kılıkla ortaya çıktığını gösterir. insanın gözünde görünen tanrıdır. sözünde söyleyen de gene tanrıdır, insanın yüzündeki yazılar (çizgiler) kur’an’ı gösterir.”

    insan, bu anlayış açısından bakılınca, taun ile birdir, ayrı değildir, insan, biçim, yapı bakımından tanrının özelliklerini, niteliklerini taşıyan bir varlıktır. tanrı, insanda dile gelir. insan kılığında konuşur, söyler.

    insan için böyle bir düşünce ileri sürmek, kur’an’ın bildirilerine kökten aykırıdır. “ne yana dönerseniz tanrının yüzünü görürsünüz- ya da ne yana dönerseniz dönün, gene tanrıya yönelirsiniz” anlamına gelen, şöyle bir ayet vardır: feeynema tuvellu fesemme vechullah.”

    ancak kur’an’ın bu sözünde, bu bildirisinde, “tanrı insanda dile gelir, insanın yüzünde görünür, insan dili ile konuşur, insan tanrıyı yansıtan bir varlıktır” anlamlarına gelebilecek bir nitelik yoktur, insan yukarda da belirtildiği gibi “çamurdan-balçıktan” yaratılmış bir varlıktır. sonunda gene toprak olacaktır, geldiği öze dönecektir. nitekim bütün varlıklar da geldikleri yere dönecek, yok olacaklardır: “külli şey’in yercihû aslini” -bütün nesneler kaynaklarına dönecek.-

    muhyeddim abdal’ın tutumu bunlara açıkça aykırıdır. onun düşüncesine göre insan köklü bir varlıktır. öyle çamurdan, topraktan “yaratılmış” soydan değildir.

    on altıncı yüzyılın en coşkun insan-tanrıcı ozanlarından biri de pir sultan abdal’dır. bu ozana göre, tanrı bütün gücü ile, güzellikleri ile, erdemleri ile ali’de görünmüştür. ali’yi sevmek tanrıyı muhammed’i sevmektir, insan için gidilmesi gereken en doğru yol ali’nin gösterdiği yoldur. ali bütün bilgileri, gizlilikleri bilir. evrenin özünü, yaratılışın temel nedenini bilir. tanrının bütün gizliliklerini, eylemlerini bilir. ali ile tanrı yüz yüze, diz dizedir.

    pir sultan’ın bu düşüncelerinde dile gelen temel-görüş insanla, tanrı arasındaki uçurumun kalkmasıdır, insan, bir bakıma tanrı ile eş-varlık düzeyindedir, insanı bilen, insanı anlayan, tanrıyı da bilir, anlar, insan yeryüzünde tanrının bütün niteliklerini toplamış, özünde, ali’de görünüş ortamına çıkarmış, ya da insan özünde dile getirilmiş, bir varlıktır. evrenin özü, ana ilkeleri insanda vardır, insan, evrenin ne olduğunu anlamak için bir bakış açısıdır. evrene ancak insanın özünden bakılabilir.

    pir sultan, bu düşünceleri belli bir felsefe düzeni içinde ortaya koymuş, görüşünün temel ilkelerini sıralamış değildir. ancak, onun bütün olarak şiirleri incelendiğinde bu sonuca kesin olarak varılır.

    yol içinde yol ararsan

    yol muhammed alinindir

    yetmiş iki dil içinde

    dil muhammed alinindir

    kani bizden evvel gelen

    beş vakti daima kılan

    on parmağı pınar olan

    el muhammed alinindir

    varma câhilin yanına

    uğrarsın cerhin seline

    lanet yezidin canına

    din muhammed alinindir

    cennet kapusu açıldı

    misk-ü anberler saçıldı

    bağ-u bahçede açıldı

    gül muhammed alinindir

    söyler pir sultanım söyler

    hak’kın birliğini birler

    doğmuş âlemlere parlar

    nur muhammed alinindir

    önceki alıntılarda, ali’ye başka bir gözle bakılıyordu, bu dizelerde o anlamı bulamıyoruz. istenen, aranan, umulan ne varsa, insanı kurtarmak, ışığa kavuşturmak için ne gerekirse ali’de vardır. doğruluğun yolu gözlerin ışığı, evreni aydınlatan ışık, kokan gül, saçılan tatlı kokular, dillerde gizlenen nesneler, bir bütünlük içinde ali’de vardır. ali olup biten bütün olayların, eylemlerin içindedir. ali’nin bilmediği, görmediği, duymadığı bir olay, bir oluş, bir eylem yoktur. bütün bu sayıp dökülenlerin kimin elinden çıktıklarını ya da çıkması gerektiğini kur’an açıkça bildirmektedir. oysa , pir sultan, öyle düşünmüyor. ali’yi daha başka görüyor.

    yemen illerinden beri gelirken

    turnalar ali’yi görmediniz mi

    hava üzerinde sema ederken

    turnalar aliyi görmediniz mi

    kum buldu deryada balık izini

    eğildim öptüm kanber’in yüzünü

    turnallardan işittim avazını

    turnalar ali’yi görmediniz mi –

    şahım hayber kalesini yıkarken

    nice münkir helak oldu bakarken

    muhammed ali mi’raca çıkarken

    turnalar ali’yi görmediniz mi

    pir sultanım eder konup göçelim

    gelin kevser şarabından içelim

    ali’nin uğruna serden geçelim

    turnalar ali’yi görmediniz mi

    bu şiirde aşırı, içli, yanık bir ali sevgisi. ali özlemi vardır. ancak bunların arkasında ozanın gerçek düşünceleri saklıdır. ali’ye birtakım olağanüstü eylemler, mi’raca çıkma olayı yükletilmektedir. bunlarla ali’nin bir ilgisi yoktur gerçekte.

    hak muhammed ali geldi dilime

    mürvet günâhımı kalma ya ali

    külli günahımı aldım elime

    mürvet günâhıma kalma ya ali

    dörtlüğünde dilegetirilen düşünce ali’den birçok olağanüstü işlerin, eylemlerin beklendiğidir.

    seherin vaktinde cünbüşe geldim

    dağlar ya muhammed ali çağırır

    bülbülün feryadı bağrımı deldi

    bağlar ya muhammed ali çağırır

    vird verilmiş gökte olan kuşlara

    bak bunların gözündeki yaşlara

    sular yüzün vurmuş taştan taşlara

    çağlar ya muhammed ali çağırır

    gördüm çarh-ı felek sema dönüyor

    aşık olan üstadından kanıyor

    fitile de bir od düştü yanıyor

    yunar ya muhammed ali çağırır

    burada da ali’nin bütün evrenin dilinde olduğunu, bütün varlıkların onu dillerine doladıklarını görüyoruz, oysa bu düşünceler, böyle görüşler islâm dininde tanrıya karşı suçtur. varlıklar ancak tanrıyı anar, onun birliğini söyler. burada ise tanrının yerinde, ya da yanında ali görünür.

    buraya değin verilen örneklerde, insan-tanrı birliği dolaylı olarak vurgulandı. kimi yerde tanrı ali, kimi yerde ali tanrı biçiminde açıklandı. kimi ozanlarda da insan somut bir tanrı olarak nitelendi. bütün açıklamalar, nitelemeler insanın tanrılığı odağında yoğunlaştırıldı. bütün bu düşüncelerin islamın özüne aykırı olduğu, kur’an’a uymadığı biliniyor. buna karşın, ozan gerektiğinde, ölümü bile göze alarak düşüncelerini açıklamaktan kendini alamıyor, ister tarikat, ister mezhep anlayışı nedeniyle olsun, türk şiirinin belli bir türünde, insan-tanrı özdeşliğinin bir varlık sorunu biçiminde sergilendiğini görüyoruz. bu düşünceler, yalnızca tekke şiirinde değil, tekke geleneğine bağlı kimi divan ozanlarında da açıkça görülmektedir. özellikle tarikata bağlı divan ozanları bu geleneği benimsemiş, şiire geçirmişlerdir. bunu, türk şiirinin belli bir oylumu diye anlamak, yorumlamak kaçınılmazdır. tasavvuf ozanı, tanrısına, bir sevgi eğilimiyle yaklaşıyor, onu bir sevgi varlığı olarak görüyor, yine bu sevginin etkisiyle konuyu, sünni anlayışına dayanarak bir alevi-sünni gerginliği diye görüp yermenin, suçlamanın anlamı yoktur. yerme, suçlama sorunları açıklamaya yetmez, önemli olan, anadolu insanının düşüncelerini anlamak, saklılıktan açıklığa çıkararak tanımaktır bizce. önyargı, katılık kimsenin işine yaramamış, gerçekleri gözaltında bulundurmaya yetmemiştir.

    özellikle, on yedinci yüzyılın ünlü ozanı nef’i bir şiirinde:

    bir cam sun allah içün bir kâse de ol mâh içün

    ta medh-i şahenşah içün alam ele levh-ü kalem

    deyip günün padişahını överken şeriat sesini çıkaramamıştı. oysa “allah içün bir kadeh ver” demek kur’anın yasakladığı içkiye geçerlik tanımaktan öte bir anlam taşımaz.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    [7., 8., 9. ve 10. bölümler]

    .

    7 - tanrıyı kınama

    türk şiirinde görülen başka bir özellik de koyu softalığın inançlarına karşı birtakım açık görüşlü ozanların çıkışıdır, islâm dini, inançları bilgisiz çıkarcılar elinde katlanılmaz bir duruma gelince ister istemez bir takım çatışmalara yol açmıştır. şeriatın bütün asıp kesmelerine, evreni yaşanılmaz bir ülke durumuna sokmasına karşılık, özgür düşüncenin gelişmesine engel olamamıştır, yeni akımlar boyuna şeriatı ezmiş, yenmiş, ereğine geç de olsa ulaşmıştır.

    onaltıncı yüzyılın bektaşi ozanlarından azmi, bu konuda en güzel, en açık örnekleri vermiştir:

    yeri göğü ins-ü cinni yarattın

    sen ey mimar başı eyvancı mısın

    ayı günü çarhı burcu var ettin

    ey, mekân sahibi rahşancı mısın

    denizleri yarattın sen kapaksız

    suları yürüttün elsiz ayaksız

    yerleri temelsiz göğü dayaksız

    durdurursun aceb iskâncı mısın

    kullanırsın kanadsızca rüzgârı

    kürekle mi yaptın sen bu dağları

    ne yapıp da öldürürsün sağları

    can verüb alırsın sen cancı mısın

    sekiz cennet yapün sen âdem içün

    adın büyük bağışla anın suçun

    ademi cennetten çıkardın niçün

    buğday nene lâzım harmancı mısın

    bir iken bin ettin kendi adını

    görmedim sen gibi iş üstadımı

    yaşardırsın kurudursun odunu

    sen bahçevan mısın ormancı mısın

    cibril’e perde ardında söylerdin

    inüb beytullahda kendin dinlerdin

    bu ateşi cehennemi neylerdin

    hamamın mı vardır külhancı mısın

    hafâya çekilüb seyrâna durdun

    aklı ermezlerin aklını urdun

    kıldan ince köprü yaptın da kurdun

    akar suyun mu var bostancı mısın

    bu kışlara bedel bu yazı yaptın

    evvel bahara karşı güzü yaptın

    mizanı iki göze terazi yaptın

    bakkal mısın yoksa dükkâncı mısın

    esirci misin koydun cehenneme

    arab hoca mısın okur yazarsın kitab

    aslın kâtib midir görürsün hisab

    intisabın mı var yok hancı mısın

    yüzbin tamun olsa korkman birinden

    rahman ismi nazil değil mi senden

    gaffar-üz-zünüb’um demedin mi sen

    afv et günahımı yalancı mısın

    beni afv eylesen düşer mi şandan

    şahlar bile geçer böyle isyandan

    ne dökülür ne eksilir haznenden

    afv etsen olmaz mı noksancı mısın

    sânına düşer mi noksan görürsün

    her gönülde oturursun yürürsün

    buna canı alub gene verirsin

    götürüb getiren kervancı mısın

    bilirsin ben kulum sen sultanımsın

    kalbde zikrim dilde tercemanımsın

    sen benim canımdan can mihmanımsın

    gönlümün yarısın yabancı mısın

    beni delil eyler kendin söylersin

    içerden azmi’yi pazar eylersin

    yücelerden yüce seyran eylersin

    işin seyran kendin seyrancı mısın

    azmi’nin bu uzun şiirinde görülen direniş tanrı karşısındaki tutum insanın kendi varlık sorunu ile ilgilidir. ozan bir tanrıya yakışmayacak işlerin tanrıda bulunduğunu görünce ister istemez karşı koyuyor. bütün yaratıcı gücü elinde bulunan, insanları istediği nitelikte, durumda, tutumda yaratma yeteneği olan bir tanrının böyle küçük işlerle uğraşması, bakkalın, hamamcının, yılancının, ormancının, bahçıvanın yapacağı işleri yapması onun yüceliği ise bağdaştırılmaz. tanrı, bu yüceler varlığı ise bunları yapmaması gerekir, yapıyorsa yücelikle, ululukla ilgisi yoktur.

    bir insanın suçlu olup olmadığını anlamak için terazi kalkım günü, yargılama yılı kişilere vergi eylemlerin tanrılık özle işi ne? tanrının sonsuz bilgisi insanların yaptıklarını bilmeye yetmiyor mu dersiniz? bir tanrı için bu gibi küçültücü işler insanı ancak güldürür, düşünen insanı.

    insanlar düşünce yetenekleri ölçüsünde tanrıya nitelik verirler, güçlülük yüklerler. tanrının gücü, erdemi, nitelikleri ona bağlananların düşünce yetkisi ile sıkı sıkıya ilgilidir..

    insan tanrıya ancak kendi düşünebildiği ölçüde bir yücelik verebilir. her toplumun tanrısı kendi bilgi niteliğine göre bir yapı kazanır.

    azmi. şiirinde açık yüreklilikten yoksun, bütün gerçeklere gözü kapalı bir toplumun inandığı tanrıyı yermekle işe giriyor. bütün kötü insanların yapması gereken işler, tanrıya yükletilince ortaya sevilmekten çok kaçınması uygun gelen bir varlık çıkar. bu kuru sofuların. bağnazların tanrısıdır. gerçek tanrı değildir.

    azmi’nin şiirinde işlenen tanrı. ortaçağ anlayışının donmuş, insan sevgisinden yoksun, aşırı ölçüde suçlamayı, insanlara sıkıntı vermeyi, acı çektirmeyi seven bir kan dökücünün tanrısıdır.

    yeri göğü ins-ü cinni yarattın

    sen ey mimar başı eyvancı mısın

    derken tanrıya sorulan soru şudur: yaratma işleminin gereği nedir, hangi nedenler seni bu evreni, yerleri, gökleri insanları yaratmaya doğru itti? senin işin gücün yapı yapmak ve kurmak mıdır?

    ayı günü çarhı burcu var ettin

    ey mekân sahibi rahşancı mısın

    bunlarında-yaratılmışlarsa- yaratılması pek gerekli değildir.

    denizleri yarattın sen kapaksız

    suları yürüttün elsiz ayaksız

    dillerinde düpedüz bir alay, ince bir takılma, gülüp geçme vardı.

    yerleri temelsiz göğü dayaksız

    (direksiz) sözleriyle dile gelen düşünce de tanrının gücünden çok, ona yükletilen birtakım usdışı inanılmaz eylemlerin karşısında bıyık altı gülmedir.

    azmi’nin şiirinde bir tanrıtanımazlığın en ince, en açık izleri vardır. çünkü şaka da olsa, tanrının yaptığı, ya da yaptığı söylenen bu eylemlerle, yaratma olayları ile. kur’an’da yazılı olan cennetle cehennemle düpedüz alay etme var ortada.

    kürekle mi yaptın sen bu dağları

    derken ortada bir tanrıya sığınma, onun büyüklüğüne inanma düşüncesi ardından gidilmediği apaçıktır.

    kazanlarda katranların kaynarmış

    yer altında balıkların oynarmış

    on bu dünya kadar ejderhan varmış

    şerbet mi satarsın yılancı mısın

    burada dile gelen düşüncede tanrının özü ile ilgili bir yön yoktur. ancak, bütün bunları tanrıya yükletilen, toplumun çoğulculuğuna inanılan olaylardır. böyle bir tanrı ile kolayca alay ediliyor. gerçekten de yukarda geçen şiirinin bütününde ele alınan konuların tanrıya yaraşır bir yanı yoktur. tanrı varsa da bunlardan uzak kalmış bir nesne olmalıdır. cennet, cehennem, kalkım günü suçluların ortaya çıkarılması, suçlarının, suçluların ceza görmeleri birer uydurmadır azmi’ye göre.

    insan için yaşanan evrenin dışında başka bir gerçek yoktur. olduğu söylenenlerin topu birden uydurmadır. dinlerde yer alan bütün suçlar, o dinlerin doğdukları toplumun içinde geçen olaylarla ilgilidir. tanrılar onları yaratan toplumların niteliklerini taşır derken göz önünde bulundurulan budur.

    dinlerin ortaya koyduğu cezalandırmalar, insanları eylemlerinden dolayı korkutmalar, daha çok sapıtmaların sonucudur. bir din insansever olmaktan, insan özü ile yoğrulmaktan uzak kaldığı ölçüde onda katılıklar, donmuşluklar, değişmezlikler kendini gösterir.

    toplum, uygarlıktan, bilgiden, sanattan uzak kaldığı sürece insanseverlik duygularından da yoksun olur. insanı kuran, ayakta tutan özden uzaklaşır. “karını döv” “hayvanları kesip yiyin, onlar sizin azıklarınızdır” diyen bir dinde yumuşaklık aramak epey güçtür. bir din düşünün ki korkunç cehennemleri, insanın düşünemeyeceği ölçüde acı çektirme araçları, cezalandırma yolları, sıkıntıya sokma kuralları olsun, bunların varlığını övünerek söylesin, ortaya koyduğu tanrı azgın bir yırtıcı olsun da onun inanıcıları arasından uygarlığına yardım edici geliştirici bir baş çıksın, işte bu olacak iş değildir, yaratıcılık değişip gelişmeye dayanır.

    azmi’nin şiirinde dile getirilen tanrı, böyle bir dinin, böyle katı bir inancın tanrısıdır. gerçekte, azmi’nin de söylediği gibi böyle bir tanrı yoktur. azmi. ondan önce gelenler yaşadıkları toplumun bütün çöküntülerini sezmiş, dinin getirmek istediği ile getirdiklerini bir bir görmüş kimselerdir. şiirlerinde bunu açıkça görüyoruz. ozanın diline doladığı başkaldırdığı tanrı. insanseverlikten. insanlığı aydınlatma duygularından yoksun bir tanrıdır.

    azmi, yukarıdaki şiiri ile bir tutumun, bir davranışın ozanıdır, insanın belli bir sınır çizgisi üzerinde bağlarını koparıp atacağının, atması gerektiğinin belirtisidir bu şiir.

    bundan önce gördüğümüz ozanların kimi kendini, kimi ali’yi kimi bütün insan soyunu tanrı saymış, kimi tanrının evrende, kimi de insanda dile geldiğini, göründüğünü ortaya atmış, kimi tanrı ile insanı, kimi tanrı ile evreni bir tutmuştu. oysa azmi bunların bir tekini bile yapmıyor, gereklilik duymuyor, doğrudan doğruya tanrının karşısına dikiliyor. tanrıya ister inansın ister inanmasın, ondan birtakım soruların karşılığını istiyor, ya da yapacaklarının iyi işler olmadığını, ululukla, yücelikle bağdaşır soydan bulunmadıklarını açıkça söylüyor. tanrı karşısında direnen, kendi kişiliğini, kimliğini ortaya koyan insanın örneğini veriyor azmi.

    bu düşüncesinden dolayı azmi’yi de, onun gibi düşünüp yazanları da suçlama, kınama olanağı yoktur. kınanacak bir odak varsa, o da, bir ozanı böyle düşünme gereğinde bırakandır. bu görüşün, daha önce başka türden bir örneğini yunus emre’de bulmuştuk. bu konularda önemli olan ozanın soru sormayı bilmesi, kendini böyle bir anlayış ortamında görmesidir. soru sormanın yasaklandığı, sınırlandırıldığı, denetim altında tutulduğu yerde düşünme özgürlüğünden söz edilemez. düşünme özgürlüğünün bulunmadığı bir yerde de insanın değeri bilinemez, bilinme olanağı yaratılamaz.

    ortada üç temel sorun vardır: kişi, tanrı, evren. bu üç sorunun sınırları olabildiğince geniştir, biri ötekini gerektirir, birinden ötekine geçilmeden ilerleme atılımı olamaz. bu çalışmada incelenen, yapıtlarından örnekler alınan ozanlar, türk şiirinde, soru sormayı, yanıt aramayı bilen kimseler olduklarından, yazınımıza belli oranda bir yenilik getirmişlerdir, iş, bu ozanları böyle düşünmeye, yazmaya iten nedenlerin kaynağını aramaya kalıyor. bu aramada da soru sormakla ilerleme sağlanabilir.

    8 - tanrı-insan birliği

    bu yüzyılda yaşamış bir ozan olan bosnalı vahdeti’de görülen insancı düşünce tanrıyı insanla birleştirme, insanla tanrı arasında yapı bakımından bir benzerliğin, yan yanalığın bulunduğu yolundadır. vahdeti’nin kanısına göre tanrı ali’dir. ya da bir bütün olarak onda görünüş ortamına çıkmıştır.

    kâşif-i sırr-ı sühân bâb-ı ulûm-i ahmed

    vâsıl-ı zât-ı ezel kulhuvallahı ahad

    vasf-ı zâtında nüzul eyledi allahü samed

    nutk-haktır sıfatı lemyelid-ü lemyûled

    lemyekün dersem olur ana lehüküfvenehad

    sırr-ı hak nûr-i muhammed esedullah-ı veli

    ve aliyyün ve aliyyün ve aliyyün ve ali

    “tanrı tekdir, bir nesneyi gereksemez, ondan beridir, eşi yoktur, benzeri yoktur. doğmamıştır, doğurmamıştır. bütün bunlar ali’dir. ali, tanrıya ulaşmış, tanrının özüdür, sözüdür. muhammedin özünde görünen tanrısal nurda ali’dir, tanrının arslanı da ali’dir ali’dir ali’dir ali’dir ali”

    yukarda görülen düşüncelerin özünde gizlenen, dile geterilmek istenen gerçek ali’den başka bir tanrının olmadığıdır. bütün yaratıcı güç, ortaya koyucu erk ali’nin kişiliğindedir, dolayısıyla tanrı insanın dışında değildir.

    vahdeti’nin şiirlerinde tanrıyı övüşler, ona yakarışlar da görülür. ancak bu övüşlerin, yakarışların yöneldiği tanrı insanın özündedir, dinlerin anlattığı boşlukların derinliğinde değildir. bu tanrı ali’nin kişiliğinde, kimliğinde görünüş ortamına, duyulan evrenine çıkmaktadır. tanrı duyulan, görülen, dokunulan bir varlıktır.

    ali’ye, daha doğrusu hak’ka varan yol sevgiden geçer. bu sevgi içten gelen, derin: özlü, güçlü bir insan sevgisidir. ali’yi sevmek bir bakıma insanı sevmektir. ona tapmak insana tapmaktır. başka bir ozanın dediği gibi:

    vech- âdemde tecelli eyleyen allahdır

    insanın yüzünde görünen tanrıdır. bir açık düşünce karşısında bir yoruma girişmek yersizdir düpedüz, insan sevgisini bir din gibi benimsediği ortamda bütün yollar sevgiden geçer. pir sultan abdal’ın şu şiirinde görüldüğü gibi:

    güzel âşık cevrimizi

    çekemezsin demedin mi

    bu bir rızâ lokmasıdır

    yiyemezsin demedim mi

    yemeyenler kalır nâçar

    gözlerinden kanlar saçar

    bu bir demdir gelir geçer

    duyamazsın demedim mi

    bu dervişlik bir dilektir

    bilene büyük devlettir

    yersiz yakasız gömlektir

    giyemezsin demedim mi

    çıkalım meydan yerine

    girelim ali seyrine

    cân-ü başı hak yoluna

    koyamazsın demedim mi

    aşıklar hara batl-olur

    hak’kın katında kutl-olur

    muhabbet baldan tatl-olur

    doyamazsm demedim mi

    pir sultan abdal şahımız

    hak’ka ulaşır yolumuz

    on iki imam katarımız

    uyamazsın demedim mi

    pir sultan abdal, insan sevgisinin bir bütünlük içinde inancına bağlıyor. bu, insanın, en derin bir eylem içinde, anlaşılmasıdır. insan sevgisi ile özünü dışa vuran, kendinde başkalarını, başkalarında kendisini bulan, seven bir bilinçli varlıktır. pir sultan’ın yukarda “hak” dediği dinin değil, kendinin hak’kıdır. kendi gönlünde görünen, insan biçimli insan duyuşlu, insan sezişli haktır (tanrı.)

    türk şiirinde çağlar boyunca işlenen tanrı örneğinde üç ayrı özellik göze çarpmaktadır, insanlar düşüncelerine, davranışlarına uygun olarak, tanrılarına da birtakım nitelikler, yetiler vermişlerdir.

    bu özellikler insanlarda görülür, ilkin insanda az çok bir koruyuculuk, başkalarını kanadı altına alma, onlara yardım etme. ellerinden tutma eğilimi vardır. ikincileyin, gene insanlarda ezme. yok etme, ortadan kaldırma gereğince güçsüz bulduğunu hırpalama, çevresinden, yerinden sürüp atma yeleği vardır. üçüncüleyin, insanlarda yaratıcılık, yeniden ortaya koyuculuk, bir nesneyi yoktan var edicilik gücü vardır. bu üç niteliği olduğu gibi tanrı’da kendine saklamaktadır. tanrının da yok edici, yaratıcı, koruyucu nitelikleri vardır. bu üç nitelik eski hind dininde görülüyor. sözgelişi: brahma, yaratıcı gücün, vişnu-krişna, koruyucu gücün, şiva ise yok edici gücün örneğidir. bunlardan da anlaşıldığına göre, bu üç özellik yalnızca islam dininin “getirdiği bir nitelik, bir tanrısal özellik değildir.

    anadolu’da yaşamış, anadolu’nun eski uygarlığından olan yaratı düşünce ürünleriyle beslenmiş bir ortamda yetişen anadolu ozanlarının şiirlerinde bunların izlerini görmemek elde değildir. gerek bektaşilerde, gerek onlarla eş -düşünce çizgisi üzerinde bulunan- öteki tarikat ozanlarında bu eski ekin ürünlerinin derin izlerini, ince bir çizgi biçiminde de olsa, buluruz.

    anadolu yalnız güneyden gelen sınırlandırıcı, yaşama düzeyinden koparıcı görüşlerin etkisi altında kalmamıştır. nitekim vizeli alaeddin’in şu şiirinde görülen insan-tanrı yakınlığını islam dininin verileri ile açıklayamayız:

    cuş eder kudret haznesi

    dökülür insan yüzünden

    kahmetin saçar âleme

    ol ma’den-i kân yüzünden

    gafil bu sim ne bilür

    arif olan hayran kalur

    cümle şey kısmet olur

    zuhur eder can yüzünden

    haber almadınsa candan

    anladın bildin sen senden

    kerem gösterür subhandan

    her biri elvan yüzünden

    emrolur iner kaleme

    gelüb dökülür kelâma

    andan neşrolur âleme

    bu çâr-ı erkân yüzünden

    zerre zerre olur neşir

    kevn-i âlemi dolaşur

    cem’olan asla ulaşur

    bir kâmil insan yüzünden

    on altıncı yüzyıl ozanlarından olan alaeddin bu şiirinde aranan nesnenin insanda bulunduğunu, insanın “yaratılış”ın özü olduğunu, insan dışında başka bir özün pek önemli olmadığını vurguluyor.

    insanın bütün yaratılmışların özü, yücesi, en saygıdeğer olduğu düşüncesi çok eskidir. eski anadolu düşüncesine göre insan logos’un taşıyıcısıdır, bütün evreni yöneten, düzene koyan logos insanda söze dönüşür, insan konuşan bir logos’tur. türkçe’ye çevrilmesi oldukça güç olan bu kavramın dilimizdeki karşılığı ancak: düzene koyan güç, konuşan, yöneten, sıralayan, düşünen yeti olarak açıklanabilir. arap düşüncesine “kelâm” olarak geçmiştir bu söz. anadolu düşüncesinin ürünleriyle beslenen eski grek bilgeleri bu söze dayanarak, insana “zoon logikon-konuşan canlı, düşünen , yöneten, düzenleyen canlı” adını vermişlerdir.

    yukarda görülen “kelâm-ı zat” deyimi bu “zoon logikon” sözünden alınmıştır, bir bakıma. onun yumuşamamış, birazcık aktarılmış bir karşılığıdır. hurufiliğin özünde ilkçağ düşüncesinin etkilerini bulduğumuzdan bu sözü daha kolay değerlendirebiliyoruz.

    bizim, divan yazını dışında kalan ozanlarımızın dilinde önem kazanan insan kavramı, daha doğrusu gerçek insan varlığı, eski anadolu bilgisinden epeyce beslenmiştir, bu bilgi halkın yaşama ortamında dilden dile inançlar, gelenekler, alışkanlıklar dizisi içinde gelmiştir, insan, halk şiirinde, tekke şiirinde gerçek yerini bulmaktadır, islam dini ise insanı öldürmüş, kimliğini, kişiliğini büsbütün ortadan kaldırmıştır.

    gene bu yüzyılların akışı içinde gelişen düşüncelerle beslenmiş bir ozan olan, bu yolda başını veren oğlan şeyh ibrahim de bir şiirinde insanı şöyle anlayıp anlatmaktadır:

    yaban yerde ne gezersin

    gel âdeme er bu deme

    hayvan gibi ne yelersin

    gel âdeme er bu deme

    nusha-i vahdet âdemdir

    nefha-i kudret bu demdir

    ademden gayri ademdir

    gel âdeme er bu deme

    ademdir rahmet-i rahman

    ademir gevher-i her kân

    alem cisimdir âdem can

    gel âdeme er bu deme

    ademdir hak’ka giden yol

    hak’kı istersen âdem ol

    ademe cümle eşya kul

    gel ademe er bu deme

    ibrahim sen âdeme gel

    kamu müşkilin olur hal

    adem-i ma’nadan el al

    gel âdeme er bu deme

    şeyh ibrahim’in bu şiirinde açıkladığı düşünce, insanın bütün varlıkların türlerinin özü oluşu, tanrının insan yüzünde kendini elle tutulur bir yapıda olan gerçekler evreninde, gösterişidir, insan tek yaratıcı güçtür. tanrının gözgüsüdür, göründüğü varlıktır. bütün yaratıcı gücün özü insandır, insanın dışında yaratıcı bir öz, bir değer yoktur. tanrıya giden yol bile insandan geçiyor. tanrıyı bilmek, anlamak isteyen kimsenin insan olması gerekir. bütün varlıklar insanın buyruğu altındadır.

    ibrahim’in bu görüşü çağdaş insan anlayışına da uygundur. evreni tanıma anlama düşüncesi insanı olayların özünü kavramaya, doğanın yasalarını anlamaya doğru itiyor, insan evrenin yönetici yasalarını, varlıklarını temel ilkelerini anlayıp kavradıkça bütün nesnelere, gene onların yasalarını bilme yoluyla egemen oluyor.

    bu düşüncelerin, görüşlerin arkasında, arkasında değil çok mu çok derinliklerinde eski çağlardan gelen izler, etkiler vardır. kimi ulusların toplulukların uğrağı olan anadolu’da tek ekinin etkisini aramak doğru olmadığı gibi saçmadır da. eski çin’den, iran’dan, hind’den, mısır’dan, mezopotamya’dan, grekler’den roma’dan, akdeniz adaları uygarlıklarından, hititler’den daha birçok eski anadolu uluslarından bize kalmış sayısız ürün izleri, etkileri vardır. bunlar, bugün ele alınan konuların önünde, yüreğinde bize soluklarının sıcaklığını duyuruyor, sezdiriyor boyuna.

    anadolu, bu çağlar boyu sürüp giden kaynaşmalar sonucu doğmuş bir bilgi ortamının yaşama ülkesidir. anadolu, karmaşıklığın, kaynamanın, birleşmenin yarattığı, kurduğu, düzenlediği bir “bütün”dür. ona kimse bir ulusun, bir boyun damgasını vuramaz.

    on altıncı yüzyıl ondan önceki yüzyıllarda olduğu gibi, anadolu’nun şiir bakımından en verimli çağlarından biri sayılır. gerek divan şiiri, gerek onun dışında kalıp gerçeklere yönelme, öze inme bakımından ondan çok daha güçlü, özlü olan halk şiiri, tekke şiiri bu yüzyıllarda verimliliğini yitirmez. on yedi, on sekizinci yüzyıllarda ise birkaçını bir yana bırakırsak şiirde-anadolu şiirinde-bir duraklama görülür. artık bir yunus emre, bir nesimi (ki daha çok divan ozanıdır görüşleri halk şiirini çok etkilemiştir) pir sultan, kaygusuz, virani göremeyiz pek. genellikle sanat ortamında bir olduğu yerde kalma, ileriye doğru yıkıcı atılımlar gösterememe göze çarpar.

    bunun nedenleri çağın durumunda, görüş, düşünce bakımından geçirmekte olduğu sarsıntılarda aramamız gerekir. bu yüzyılın sonlarına doğru anadolu büyük sarsıntılar geçirmiş, ağır bir gericilik, dincilik kara bulutlar gibi göklerde görünmeye başlamıştır. bütün kurumlarda gerilemeler, çöküntüler, sarsıntılar alıp yürümüştür. batı çok hızlı bir atılım yapmakta, bütün eski düşünce düzenleri yıkılmakta, biryana bırakılmaktadır. oysa anadolu’da, eskiye daha sıkı bir sarılma göze çarpar. bir ortamda eskiye sarılma nedenli güçlü, sıkı olursa, orda çöküntü o ölçüde hızlanır. geçmişe yapışma insanın en açık yıkım belirtisidir, insanı olduğu yerde bırakır. geçmişe çok bağlı kalan kimselerin gelecek için yapabilecekleri işler, söyleyecekleri sözler yok demektir. geçmişe ancak yıkılmaya, devrilmeye, çökmeye, kokuşmaya başlayan kafalar yaslanır. tarih boyunca geçmişler, yıkılmaya, çökmeye yüz tutmuş süprüntülerin sığınağı olmuştur. geçmiş geniş bir mezarlıktır, insan orada ancak ölülerin sayısını öğrenebilir, ölülerin sayısındaki çokluk geleceğin aydınlatılmasına yaramaz.

    insanın bir sümüklü böceğin kabuğunu sırtında taşıyışı gibi geçmişin yükçülüğünü, arabacılığını yapmamalıdır. doğu. islâm düşüncesinde, insan ancak kendisine “verilenler”in bilinçsiz bir taşıyıcısı olmaktan öteye geçirilmemiş, donmuşluk içinde bırakmıştır. birtakım ozanlar, özellikle divan şiiri dışında ürünlerini verenler bu donmuşluğu aşmayı, bir atılım göstermeyi bilmiştir.

    on yedinci yüzyılın gerilemeye yönelik tutumları arasından birtakım ışıkların parladığını biliyoruz. yerinde saymaya, “verilenlerle sınırlı kalmaya karşı çıkıp direnen bu ozanlar içinde şeriatın koruduğu, gittikçe ağırlaştırdığı kurallara, koşullara saldıran onları kişiliğinde yansıtan kara sofulara ölü soyucu sakallı imamlara, mezar vurguncularına, onların bu davranışlarını uygun gören, yerinde bulan dinsel düşüncelere boyun eğmeyen, yeren, alaya alan, gerektiğinde açıkça söven başlar çıkmıştır.

    bu yüzyılın sonlarına, ya da ortalarına doğru yaşadığı söylenen kazak abdal gerici düşünceye karşı direnişte önemlidir. şiirlerinde derin bir yerme duygusu, karanlık başları ezme sezgisi vardır.

    benim pirim hacı bektaş veli’dir

    pirim piri şâh-ı merdan ali’dir

    seyit ali sultanın kendisidir

    mürsel baba oğlu sultan balımdır

    mümin olan lokmasını yedirir

    her sözleri rumuz ile bildirir

    gümansız bil anı gerçek velidir

    mürsel baba oğlu sultan balımdır

    mürsel baba oğlu sultan balım’ı öven bu şiirde görülen ali sevgisi, öteki bektaşi ozanlarında gördüğümüz insan sevgisinin bir örneğidir. ali’de tanrının dile geldiğini, görünüş alanına çıktığını söyleyen, pek çok kez onun insan biçiminde bir tanrı olduğuna inanan ali-allahi’ler tanrı ile insan birliğine inanırlar.

    ormanda büyüyen adam ağzını

    çarşıda pazarda insan beğenmez

    medrese kaçkını softa bozgunu

    selam vermeğe dervişan beğenmez.

    alemi taneder yanına varsan

    seni yanıltır mes’ele sorsan

    bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan

    camiye gelir de erkân beğenmez

    elin kapusunda kul kardaş olan

    bumu sümüklü hem gözü yaş olan

    bayramdan bayrama bir tıraş olan

    berber dükkânında oğlan beğenmez

    dağlarda bayırda gezen bir yörük

    kimi tımarlı sipahi kimi serbölük

    bir elife dili dönmeyen hödük

    şehristana gelir ezan beğenmez

    bir çubuğu vardır gayet küçücek

    zu’mu fasidince keyf götürecek

    kırık çanağı yok ayran içecek

    kahveye gelir de fincan beğenmez

    yaz olunca yayla yayla göçenler

    topuz korkusundan şardan kaçanlar

    meşe yaprağını kıyıp içenler rumeli

    yenicesi duhan beğenmez

    aslında neslinde giymemiş hâre

    iş gelmez elinden gitmez bir kare

    sandığı gömleksiz duran mekkâre

    bedastana gelir kaftan beğenmez

    kazak abdal söyler bu türlü sözü

    yoğurt ayran ile hallolmuş özü

    köyden şehre gelse bir türkün kızı

    inci yakut ister mercan beğenmez.

    yergi gibi görünen bu şiirin özünde sergilenen bir gerçek vardır. bu gerçek belli bir yaşama ortamında bulunduktan sonra özünü, geçmişini, niydüğünü unutan, sonradan görme uygarlık sapıklarının tutumların, davranışlarıdır. ozan kimlere çattığını açıkça söylüyor. kendisi için “yoğurt ayran ile hallolmuş” özü derken köylü olduğunu, kentle ilgisi bulunmadığını açıklıyor. ozanın çattığı kaba sofuluktur. son ikilikte görülen “türkün kızı” deyimi de o çağlarda türk sözünden ne anlaşıldığını açıklıyor bir bakıma. bu ozanın bütün işi softalarladır, bunu şu şiirinde daha kesin bir dille ortaya kor:

    eşeği saldım çayıra

    otlaya karnın doyura

    gördüğü düşü hayıra

    yoranın da anasını

    münkir munafıkın huyu

    yıktı harab etti köyü

    mezarına bir tas suyu

    dökenin de anasını

    dağdan tahta indirenin

    ıskatına oturanın

    mezarına götürenin

    imamın da anasını

    derince kazın kuyusun

    inim inim inlesin

    kefenin diken iğnesin

    dikenin de anasını

    müfsidin bir de gammazın

    malı vardır da yemezin

    ikisin meyit namazın

    kılanın da anasını

    kazak abdal nutkeyledi

    cümle halkı tan eyledi

    sorarlarsa kim söyledi

    soranın da anasını

    bu şiirde açıklanacak bir yön yoktur. ozan tanrı adına kendi çıkarlarını ileri süren bir anlayışın bütün taşıyıcılarını, bilinçli olarak, yaptıklarını bir bir sayarak ele alıyor, gereğini söylüyor. bu, tarih boyunca yaşanmış bir olaydır.

    durum bugün bile kazak abdal’ın söylediği gibidir. ancak arada geçen yüzyılın bir sonucu olarak “anasını” deneceklerin sayısı epey çoğalmıştır.

    şiirde geçen “işkalına oturanın” deyimi ile anlatılmak istenen şudur sözüm ona islam inancına göre birisi öldüğü zaman suçlarının öbür dünyada bağışlanması için geride para bırakır da arkamdan bununla duam yapılsın der. ya da onun geride kalan yakınları parasından, malından birazını verir de bağışlanması için dua ettirirse bağışlanırmış. işte ölü gömüldükten sonra evinde toplanan dilenci din adamlarının, softalarının bir halka olup dua okuyarak, içine para koyulmuş çıkını birbirine atıp: “ve hebtü kabultu” diye mırıldanmalarının nedenlerinden biri de budur. bu insanın değil odunun bile gücüne gider. bu tutum çok eski putatapıcı inançlardan kalmıştır. eski grek dinlerinde, anadolu dinlerinde bu gibi inançlar vardı, ibrani dininde de vardır. islama onlardan geçmiştir. sonradan gelen bu inanç boynuzun kulağı geçişi gibi dinin koyduğu kuralları aşmış, baskısı altına almıştır.

    divan şiiri dışında gelişen şiirde yaşanan gerçeklerle ilgili bir tutumun bulunduğu yaşama ortamı dışına büsbütün çıkmadığı bu şiirde de görülmektedir ozan çağını aşan bu tutumu ile. böyle bir şiir anlayışı ile, köklü direniş içindedir. kim bilir o da bu yolda nesimi gibi. pir sultan gibi başını vermiştir, bilmiyoruz. ozanın bulunduğu durum, evrene baktığı anlayış açısından gerçekçi olduğunu, duyulur evren dışında bir varlık aramadığını gösteriyor.

    on yedinci yüzyıl kızılbaş ozanlarından biri olduğu ileri sürülen kul derviş’de de derin bir ali sevgisi, ali’nin kişiliğinde dile gelen insan tutkusu vardır. ozan nedense tanrıyı bir yana bırakmış bütün gönlünü, umudunu ali’ye bağlamıştır. onun gözünde ali, bütün tanrısal güçlerin taşıyıcısıdır. özünde ali yansır tanrının onun inancına göre.

    küfür ile imanını taşladım

    hata bende ata senden ya ali

    ben bilirim günahkâr olduğumu

    hatâ benden atâ senden ya ali

    başıma geldi ol gördüğüm düşler

    yaram yürektedir sızılar işler

    kul günah işler de sultan bağışlar

    hata benden atâ senden ya ali

    tââlib yol içinde olmaz babasız

    harman savrulur mu yelsiz yabasız

    kul hatasız olmaz hatâ tevbesiz

    hatâ benden atâ senden ya ali

    derdim çoktur dermanını etmezdim

    hakkı koyup batıl dine gitmezdim

    beni yaratmasan günah etmezdin

    hatâ benden atâ senden ya ali

    alnımıza yazılmıştır yazılar

    yüreğim başında yaram sızılar

    kul derviş eder ki gerçek gaziler

    hatâ benden ata senden ya ali

    bu şiirde, ozan tanrının yerine ali’yi koyuyor açıkça. nitekim şu sözler bunu dosdoğru açığa vuruyor:

    beni yaratmasan günah etmezdim

    yaratanın tanrı olduğunu söylemiyor. ali, benî sen yarattın, beni suç işleyecek bir nitelikte yarattın, artık beni bağışlamak da gene sana düşüyor. göster kendini bakalım.

    insanın insana sığınması iyi bir davranış değildir. ancak insanın bilinçli olarak tanrıyı bir yana bırakarak kendi soyundan olan birine yönelmesi daha sıcak geliyor insana. böylece tanrı bir çırpıda insan kılığına giriveriyor, aradaki boşluk ortadan kalkıyor.

    ozana göre ali, insanı yaratmıştır. bu düşüncenin arkasında saklanan anlam, tanrının ali olmasa bile, ali kılığında ortaya çıktığı, ya da ali’de kendini insan gözlerine bir açıklık, seçiklik içinde sunduğudur. ne yandan alınırsa alınsın, kul derviş tanrıya karşı ali’yi tutmanın verdiği bir direniş, bir dikiliş içindedir. nitekim şiirinde bir kez bile tanrının adını etmiyor.

    bu davranış onun tutumunu, gerçek düşüncesinin ne olduğunu açığa vurduğunun bir belirtisidir. suç işlediğini söylüyor. ancak kendini tanrının değil de ali’nin karşısında suçlu sayıyor. suçundan dolayı ali’ye sığınıyor. oysa islâm inançlarına göre insan ancak tanrıya sığınabilir.

    gene onyedinci yüzyılın şiiri insan kokuşlu ozanlarından biri de kul hasan’dır. (hasan dede)

    eşrefoğlu al haberi

    bağçe biziz gül bizdedir

    biz de mevlânın kuluyuz

    yetmiş iki dil bizdedir

    erlik midir eri yormak

    ırak yoldan haber sormak

    cennetteki ol dört ırmak

    coşkun akan sel bizdedir

    adem vardır cismi semiz

    abdest alır olmaz temiz

    halkı dahi eylemez nemiz

    bilcümle vebal bizdedir

    arı vardır uçup geçer

    teni tenden seçüp gezer

    canan bizden kaçup gezer

    arı biziz bal bizdedir

    kimi sofi kimi hacı

    cümlemiz hakka duacı

    resûl-i ekremin tacı

    aba hırka şal bizdedir

    biz erenler gerçeğiyiz

    has bağçenin çiçeğiyiz

    hacı bektaş köçeğiyiz

    edeb erkûn yol bizdedir

    kuldur hasan dedem kuldur

    mâ’nâyi söyleyen dildir

    elif hakla doğru yoldur

    cim sorarsan dal bizdedir

    kul hasan, düşüncelerini açıklarken somutlaşıyor, bir içli davranışın ozanı olduğunu vurguluyor, insanın aradığının, araması gerektiğinin, gene insanın kendinde, özünde olduğunu söylüyor şiirinin bir yerinde.

    biz de mevlânın kuluyuz

    diyerek insanın özünde bir tanrının bulunduğunu ileri sürüyor. ancak bu tanrı insanın dışında değildir, içindedir, insan kokuşlu, insan gülüşlüdür.

    arı biziz bal bizdedir derken, insanda aranan özün, gerçeğin bulunduğunu, onun dışına çıkmamak gerektiğini anlatıyor düpedüz. cennet, cennetin ırmakları, tanrıya giden yol. peygamberin başına giydiği peygamberlik tacı, bütün insanların konuştuğu diller bizdedir diyor. bu sözler, insanın dışında başka bir özün bulunmadığı anlamına gelir. bahçe biziz gül bizdedir, çiçek, anlamı dile getiren bir nesne olan konuşma gücü bizdedir, demek biz tanrı ile biriz, birlikteyiz açıkça.

    türk şiirinde görülen tanrı-insan birliği düşüncesi çokluk en arı bir dille açığa vurulur. ozan inancını, bağlı bulunduğu tarikatın ilkelerini sayarak açıklar. bir olur çok kolay anlaşılan bir deyişle, bir olur oldukça karmaşık bir söyleyişle düşünce ortaya konur.

    divan dışında kalan ozanlar çokluk düşüncelerini, inançlarını bir sevgi sıcaklığı içinde söylerler. sevmek onların en köklü, en yaygın bir yaşama eylemidir, inandıktan insan tanrıya sevgi ile bağlanırlar. onun kendi içlerinde bulurlar. şeriatın anlattığı korkutucu, asıcı-kesici eli bıçaklı tanrının yeri yoktur onların şiirlerinde. koyunoğlu’nun şu şiirinde olduğu gibi:

    aşk elinden içtiğimiz

    denizlerin sürüşüdür

    leşkerimiz çeker mürşid

    gerçeklerin birisidir

    yeryüzüne nazar kılan

    düşmüşlerin elin alan

    yeşil sancak çeküp gelen

    on iki imam çerisidir

    ulu şarlar bedestanlar

    ulular gözü mestanlar

    al çiçekli gülistanlar

    evliyalar komşudur

    gevher bulup almadın mı

    kıymetini bitmedin mi

    münkir yola gelmedin mi

    kendi gönül kuruşudur

    koyunoğlu kur’ana bak

    mansur ipin boynuna tak

    nesimi oldu hak’la hak

    yüzdükleri derisidir

    ozanın deyişinden anlaşıldığına göre “enel hak” inancına bağlıdır. tanrı ile insan birliğini benimsemiştir. enel hak deyiminin arkasında başka bir düşünce yoktur. on iki imama bağlılık bir tarikat düzeni içinde kendi düşüncelerinin gelişim çizgisini görmekle olur. koyunoğlu, insan-tanrı çizgisi üzerinde yürürken gerçeğe sevgi ile ulaşmanın gerekliliğini de söylemekten kendini alamıyor. bu inanca bağlanmayan bir “münkir” ancak gönlünün kurumuşluğu, yaşama gücünü yitirmişliği yüzünden yapar bunu. insan-tanrı sevgisinin yeri ise kurumuş değil, pırıl pırıl yeşermiş, diri gönüllerdir.

    insanın yol göstericisi, “mürşid”i her zaman bir gerçek kişi değildir. sevgi de insanı hak’ka götüren, gerçeklere ulaştıran bir “mürşid”tir. insanın tanrıyı sevmesi kendini bilmesine, özündeki gerçeği bulmasına bağlıdır. tarikatın geliştirdiği bu düşünce; bizce, yaşayan bir gerçekten doğmuştur. kökleri yaşadığımız olayların derinliğindedir.

    tanrı ile insan arasında görülen birliğin yaratılışın özdeşliğinde bulan teslim abdal, tanrının insan varlığında biçimleştiğini ileri sürer. ona göre insan tanrının ışığıdır. tanrı insanla görür, insanla duyar, insan konuşan bir tanrıdır, bir bakıma.

    öğmüş te yaratmış kendi nurundan

    padişah eylemiş ilin üstüne

    cemalini gördüm salâvat verdim

    çıkılar sokunmuş serin üstüne

    vallahi kur’andır senin sözlerin

    yâsin-i şerife benzer yüzlerin

    ınnâfetehna sûresi gözlerin

    vedduhâ inmiştir dilin üstüne

    kaşların üstünde benler düzülür

    ikrarından dönen hak’tan üzülür

    ak göğsün üstüne tebbet yazılır

    veşşemsi inmiştir kolun üstüne

    alnımıza yazıldı böyle yazı

    hak içün kılarız biz de niyazı

    ayetülkürsile güzel ihlâsı

    okudum giderim yolun üstüne

    teslim abdal eder şemsin çırası

    errahmandır iki kaşın arası

    güzel bismillahla elham sûresi

    eliflâmmim inmiş hattın üstüne

    teslim abdal’ın burada açıkladığı düşünceye göre, insan yüzünde yazılı bir kur’an vardır, insan dile gelip konuşan bütünlüğü içinde kur’anı kendi özünde taşımaktadır, insan kur’andır.

    vallahi kur’an’dır senin sözlerin

    dizesinde ozanın inancı bütün çıplaklığı ile kendini göstermektedir. nitekim onun arkasından gelen dizelerde de gene böyle bir görüş dile getirilir.

    yâsîn-i şerife benzer gözlerin

    “yasin”, kur’an’da bir surenin adıdır. “ant olsun hikmetle dolu kur’an’a ki sen gerçekten gönderilenlerdensin, doğru yol üzerindesin” diye başlar. peygamberin durumlannı, görevlendirilişini bildirir. bunun gibi “ınnafetefinâ”, “vedduhâ”, “ayetülkürsi”, “şems”, “eliflâmmim”, “elham” kur’anda birer suredir.

    teslim abdal bunları söylemekle insanın yüzünde bütün bir kur’an’ın var olduğunu, arada ayrılık bulunmadığını, tanrının peygambere bildirdiklerinin bir bütünlük içinde insanda göründüğünü ortaya koyuyor. bu görüş, on altıncı yüzyıl ozanlarından arşi’de de vardı.

    “kelâm-ı zât idim kün emri irad olmadan evvel”

    diyen arşi aşağı yukarı yukarıdakine eş görüşü dile getirmiştir. bu iki ozan arasında düşünce bakımından ortaya çıkan birlik gösteriyor kendini.

    insan yüzünde kur’an’ın yazılı olduğunu, insanın varlığın özü, evrenin çekirdeği, eski dille “zühde-i âlem” kimliği taşıdığını daha çok hurufilerde görürüz. ancak, insan ile tanrı arasında görülen varlık-birliği bütün ozanlarda eşit bir görüş ilkesidir. bu konuda ozanlar birleşir.

    muhammed ali’dir rahmandan yüce

    dirilmiş müminler dökülüp saça

    anası kızoğlan oğludur koca

    gel bunun mânâsın ver imdi sofi

    teslim abdal muhammed ali’nin (ali’nin) rahmandan yüce olduğunu, tanrıdan yüce bir aşamada bulunduğunu ileri sürüyor, islam dininde “rahman” tanrı niteliklerinden, tanrı adlarından piridir.

    tanrı ile insanın bir olduğunu, evren yaratılmadan önce de insanın tanrı ile eş varlık ortamında bulunduğunu söyleyen arşi’ye uygun olarak düşünen, onun görüşlerini daha açık bir dille ortaya koyan on sekizinci yüzyıl ozanlarından şiri’dir.

    bu ozanın düşüncesine göre insan evren yaratılmadan önce vardı. tanrı ile bir varlık birliği özdeşliği içinde idi. o da “ben tanrı ile bir’”dim evrenden önce tanrı ile vardım” demekten kendini alamıyor:

    cihan var olmadan ketm-i ademde

    hak ile birlikte yekdaş idim ben

    yarattı bu mülkü çünkü o demde

    yaptım tasvirini nakkaş idim ben

    anasırdan bir libâsa büründüm

    nâr-ü bâd-ü hâk-ü âbdan göründüm

    hayrülbeşer ile dünyaya geldim

    adem ile bile bir yaş idim ben

    ademin sulbünden şit olub geldim

    nuhu nebi olup tufana girdim

    bir zaman bu mülke ibrahim oldum

    yaptım beytullahı taş taşıdım ben

    şu fena mülküne çok gelip gittim

    yağmur olup yağdım ot olup bittim

    urum diyarını ben irşad ettim

    horasandan gelen bektaş idi ben

    gah i nebi gâhi veli göründüm

    gâhi uslu gâhi deli güründüm

    gâhi ahmed gâhi ali göründüm

    kimse bilmez sırrım kallaş idim ben

    şimdi hamdülillâh şiri dediler

    geldim gittim zatım hiç bilmediler

    sırrımı kimseler fehmetmediler

    hep mahlûk kuluna kardaş idim ben

    şiri’nin bildirdiği düşünceye göre evreni tanrı ile birlikte yarattığı, yaratılış olayında tanrıya yardımcı olduğu, ondan önce de bir yaratıcı gücün varlığı anlaşılmaktadır, islam inançlarına göre tanrı muhammedi evrenden önce ışık olarak yaratmıştır. onun nesnel kimliği içinde dile gelmesi bir tanrısal görünüştür. muhammed “nur” olarak vardı. şiri’de bu düşünceye dayanarak, ben de onunla vardım, diyor.

    gâhi ahmet gâhi ali göründüm

    demesi, ben bir oldu peygamber muhammed (ahmed) kişiliğinde, bir oldu ali kimliğinde göründüm, gözlere açıldım, gibi bir düşünceyi açıklaması içindir.

    hayriilbeşer ile dünyaya geldim

    derken, ben muhammed ile birlikte evrene geldim, onunla birdim anlamını içerir. “hayriilbeşer” islam inancında peygamberin bir niteliği, bir adıdır.

    bu ozanda bir varlık birliği düşüncesinin açık anlatımını buluyoruz. tanrı’nın elle tutulur evrende bütün eylemlerine katıldığı, türlü varlık biçimlerinde kendini gözlere sunduğu bir bütünlük içinde ortaya konuyor.

    öyle ki, yaratılış olayında tanrı gibi kendinin de emeği olduğunu açıklamaktan geri kalmıyor. oysa başka düşünürlere, ozanlara göre insan “yaratılmış”tır. tanrı ile eş varlık ortamında bulunamaz. tanrı’nın yaratma eyleminde kimseye gereksinmesi yoktur. o, bütün dilediklerini yapabilecek bir yüce gücün taşıyıcısıdır. bütün eksikliklerden sıyrılmıştır.

    şiri, kur’anın bildirdiği görüşleri benimsemiyor. bütün bu tanrısal eylemlerin içinde bulunduğunu kesinlikle ileri sürüyor. tanrı ile eş varlık dizisinde, eş oluş, yaratış çizgisi üzerinde olduğunu söylüyor açıkça.

    cümle tatten cihanda ben elim ezel yudum

    tövbe urdum hem derunum pasına saykal yudum

    bahusus sayranı çeşmimden yüzüm evvel yudum

    şükrilillâh kim hayatım çeşmesinden el yudum

    tayyib-ü tahir olan zindan içinde bülbülüm

    diyerek, tapınmalardan, şeriatın koyduğu kurallardan daha yaratılmadan önce el çektiğini, artık tapınma ile, kıble ile, namazla, oruçla ilgisi, ilişkisi bulunmadığını söylüyor. bu görüş epey yiğitçe bir atılışın belirtisidir, islam dinine göre kur’anın “beş şartı” içine giren bu görevlerin yapılması, yerine getirilmesi imanın gerekçelerindendir. ozan, bunlara karşı çıkıyor. bu tutumu ile onu islam dininin geçer akça olduğu ortamda görmek şiirini anlamamak olur.

    men dila nûr-i kadimim can içinde bülbülüm

    ol elest bezmindeki mestan içinde bülbülüm

    aşiyan-ı tende canım, can içinde bülbülüm

    deyişi düşüncelerin kesin, belirli bir inanca vardığını gösteriyor, bütün şiirlerinde değişmeyen bir görüşün bulunduğunu görüyoruz açıkça. ona göre “evren yaratılmadan önce can içinde bülbüldü, yaratılış öncesi toplantıda vardı, gövdede can, canda da bülbüldü”.

    tanrı ile insan arasında özbirliğinin bulunduğunu ileri süren bütün ozanların üzerinde anlaştıkları, birleştikleri kavramlardan biri de “insanın konuşan tanrı sözü” olduğu anlamına gelen “kelâmullâh-ı natık” deyimidir.

    hem makalın kim beyan-ı mushaf-ı natıktadır

    nutk-i mutlaktır ki zât-ı hazret-i haliktedir

    dinle ol nutku ki zât-ı ca’fer-i sadıktadır

    kim ali’nin zülfükarı sûr-i israfildir.

    “insan konuşan, bir kur’andır, onun kesin bir konuşmasıdır, sözdür, onun tanrı özünde bulunduğu bir gerçektir. konuşan bir kur’an olan insanın söyleyişini sen imam ca’fer-i sadıktan da dinle bir kez. ali’nin zülfikâr adlı kılıcı israfil’in sûrudur bir bakıma.”

    bu dörtlükte de gene varlık-birliği açıklanıyor, insanın söz söyleme gücünün bir tanrı yeteneği olduğu, daha doğrusu insanın dile gelen bir tanrılık gücü taşıdığı ileri sürülüyor.

    insanın böyle “kelâmullah-ı natık” olduğu düşüncesini en açık bir deyişle on altıncı yüzyıl ozanlarından iran şahı “hâtayi -ismail saffevi” de görüyoruz. onun anadolu tarikatçıları (aleviler) üzerindeki etkisi uzun yıllar sürmüştür. şiri’nin şiirinde görülen bu “mushaf-ı natık”, ya da eş anlamda “kelâmullah-ı natık” deyimleri onda.

    yazmaya hak’kın kelâmullah-ı natık şerhini

    bu beyanın ilmine kur’ana gelmişlerdenüz

    biçiminde anlatılmıştır. “biz, “kelamullah-ı natık’ deyimini tanrının ne gibi bir düşünceyle söylediğini açıklamak için kur’anın dilinde kendimizi buluşumuz bu nedenler yüzündendir.”

    bu, insan konuşan söze gelen kur’an inancı, tasavvuf duyguları ile yoğrulmuş birçok ozanda vardır. bunun ilkçağdan geldiğini daha önce görmüştük.

    müminin kâbesi gönül evidir

    kudret hazinesi hak’ın yeridir

    pirim cansız duvarları yürütür

    balım sultan gibi ballarımız var

    diyen derun abdal, insanla tanrı arasındaki yakınlığı gönülle kabe bağlantısı içinde görüyor. gönül’ün inanmış kimselerin “kâbe”si olduğu deyimi oldukça eskidir. bu yüzden burada adını bilmediğim bir ozan bu koyunu.

    kıbleğâh-ı kibriyâdır yıkma kalbin kimsenin

    belki sidr-i müntehâdır yıkma kalbin kimsenin

    kavramları ile anlatmıştır. akkirmani adlı bir ozan da bu konuda şu dörtlüğü söylemişti.

    dil be dest âver ki hacc-ı ekber est

    ez hâzanan kâ’be yek dil bihter est

    kâ’be bünyad-ı halil-i azer est

    dil nazargâh-ı huda-yi ekber et.

    “bir gönül yap ki en büyük hacdır (kabe çevresinde dolaşılacak gün cumaya gelirse bu adı alır). bir gönül binlerce ka’beden daha iyidir. çünkü ka’beyi halil-i azer yapmıştır, oysa gönül tanrının baktığı göründüğü bir yerdir.” bu geniş görüş bütün tasavvufçuların yüreğini sarmış, iliklerine işlemiştir. tanrı ile insan arasındaki yakınlığın belirtilmesinde temel inançtır da.

    on sekizinci yüzyılda yaşayan, allah ile insan arasında ayrılmaz bir birliğin bulunduğunu söyleyen şemimi de varlık evreninin temelinde gene insanı bulur.

    bizdedir seb-al-mesani arş-i rahman bizdedir

    mazhar-ı zülkibriyayız ulu subhan bizdedir

    nokta-i vahidde bulduk dört kitabın mâ’nisin

    ayet-i kur’an biziz şerh ile tıbyan bizdedir

    künti kenzin ma’nisin hem fehm idüb esrarım

    vâsıl-ı ilm-i ledünn-ü sırr-ı pinhan bizdedir

    men aref hükmiyle bildik üş vücudun şerhini

    arif-i billâh biziz kim asl-ı irfan bizdedir

    ey şemîmî teşnedir rencül olan bitmiş ola

    bizdedir ab-ı hayat-ü derde derman bizdedir.

    “rahmanın (tanrının) arşı, kur’an’daki fatiha suresi biz insandadır. biz, tanrının gölgesi sözünün ne anlama geldiğini bilip, özüne varmışız. dört kitabın anlamını bir noktada birleşmiş olarak bulduk, tıbyan’ın açıklanışı da, kur’an’ın ayetleri de gene bizdedir. biz, kur’an’da adı geçen “gizli bir hazine idim” deyiminin ne olduğunu anlamış kavramışız, gizlilikler de, gizliliklerin bilgisi de bizdedir. bizim için gizli bir evren kalmamıştır artık, evrende bütün olup bitenleri bir bir biliyoruz. varlığın, insan varlığın özünü biz “kendini bil” yargısı ile bilmişiz, artık tanrının bilicisi biziz, bilginin özü de bizdedir, insana, evrene dirilik veren özsu, acıları, üzüntüleri giderecek güç bizdedir.”

    şemimi, burada bütün nesnelerin, varlık ilkelerinin, yaratıcı, bildirici güçlerin, evrenin oluşunda gizli kaldığı, insanca bilinmez sanılan birtakım ilkelerin insanda olduğunu açıkça söylüyor. ona göre insan, varlığın özünde, yapısında, temelinde gizil kalan ne varsa biliyor. evrenin bütün güçleri, ilkeleri insan için bilinmez nesneler değildir.

    şemimi, bu görüşle varlık-birliğine, dolayısıyla insan-tanrı yakınlığına inandığını gösteriyor. kur’an’da birtakım ayetlere göre tanrı evreni yaratmış, ancak bunun ilkelerinde gizlenen anlamı, birtakım varlıkların özünü, ne olduklarını (ruh gibi, tanrının özü gibi) insana bildirmemiştir, insan aklı bunları kavrayacak güçte, nitelikte değildir. oysa, şemimi burada bütün gizliliklerin ortadan kalktığını, insanın düşünce gücünde gizlilik diye bir nesnenin olmadığını, bütün güçlerin insan özünde toplandığını söylüyor.

    biraz geniş düşünce şemimi ile kur’an’ın arasında bir çelişmenin bulunduğu görülür. nitekim başka bir şiirinde:

    emirim seyyidim ali resuldür derde dermanım

    yalanım yokdurur vallah ben ibn-i şâh-ı merdanım

    eğer nadan bana derse kızılbaşsın değil mani

    kamaşmış gözleri görmez ki ben mihr-i dırahşanım

    ali’nin resul olduğunu, onun soyundan gelip birlik içinde bulunduğu görülür. nitekim başka bir şiirinde:

    ali’nin resul olduğunu, onun soyundan gelip birlik içinde bulunduğunu, kendini parlayan bir güneşe benzettiği için, bilgisizlerce, yobazlarca anlaşılmayacağını, güneş karşısında gözlerinin iyice kamaşmış kimselerin bu güçten yoksun olduğunu söylüyor ozan açıkça, seçikçe.

    bu görüş, tanrı-insan birliği, varlık-birliği anlayışı bütün çağlar boyunca sürüp gitmiştir. on dokuzuncu yüzyılda bütün gücü ile kendini sürdüren bu düşünce agahi dede’nin şiirinde daha açık, daha geniş bir çıplak bir söyleşiyle kendini gösterir.

    ey sofi bana mecüd-ü meyhane de birdir

    savt-ı zühüd-i nâre-i mestâne de birdir

    hak’tan sana ermez ise esrar-ı hidayet

    bu zikr-ü ibadet ile peymâne de birdir.

    gel geç bu riyadan kala gör tarh—ı cihanla

    bu fânide bir kûşe-i virane de birdir

    illâ başı dünyaya gönül verme dirağa

    arif olana akıl—ü divâne de birdir

    agahi gibi nur olagör ey gözü âmâ

    bu aşka yanan sem’ ile pervane de birdir.

    “ey sofu bana göre içki içilen yerle namaz kılınan yer birdir. bu dine bağlılık yüzünden çıkan sesler, tapınırken yapılan dualarla, yakarışlarla bir sarhoşun kopardığı çığlık ayrı değildir, birdir. tanrı sana doğruluk yolunu göstermedikten, gizlilikleri bildirmedikten sonra tapınmışsın, tanrı’yı anıp durmuşsun ne çıkar, kadeh çekmekten ayrı yönü yok bunun. ha tapındın, ha içtin ikisi de birdir bence. bırak bu ikiyüzlülüğü ey sofu, bu geçici evrenden bir yıkıntının üzerinde oturmakla bütün evrenleri buyruğu altında bulundurmanın ayrılığı yok, birdir ikisi de. değmez dünyaya gönül vermeye, uslu, anlayışlı, kavrayışlı bir kimse için akıllı da birdir akılsız da. gel ey sofu agahi gibi ışık ol, nur ol, sevgiye tutuşup yanan mum da birdir, onun çevresinde dönüp yok olan kelebekte…”

    agâhi dede, bütün açıklığı ile varlık-birliğini, insan ile öteki varlık türleri, dolayısıyla tanrı arasında sağladığı gibi bir boşluğun bulunmadığını söylüyor.

    bu çağın varlık-birliğini inanmış, insan-evren arasında yapı, öz-birliğinin bulunduğunu dile getiren saz-ozanlardan biri de mir’ati’dir:

    amenna söyledik hem ikrar ettik

    erenler bezminde lâşekçesine

    bağ’ı marifette yetişip bittik

    buy aldık bir gülden çiçekçesine

    söylesem kelâmım gelmez takrire

    nutk-i denınumuz sığmaz tefsire

    ikrar verdik iman ettik bir pire

    er evladı eriz gerçekçesine

    gel gönül arif ol haddini bil sen

    sem’idir haşirdir etme şek güman

    “el hakku ezharu mineşşems” iken

    sofi insana eder eşekçesine

    mir’ati sözlerin gizli muamma

    ülülebsar olanlara hüveyda

    elsisiz belsiziz dilsiziz amma

    gezeriz alemde erkekçesine

    mirati’nin şiirlerinde anlatılan düşünce şeriatın koyduğu sıkıcı kuralları düşünmeksizin, eli kolu bağlı bir tutumla, yumuk gözlerle bağlanan softalara karşı direnmedir. ona göre insan kolay kolay anlatılacak ölçüde dar, sınırlı, bir varlık değildir.

    nutk—ı derûnumuz sığmaz tefsire

    derken insanın iç evreninin öyle, şeriatın anladığı anlamda açıklamalarla anlaşılamayacağını ortaya koyuyor.

    gel gönül arif ol haddini bil sen

    sem’idir haşirdir etme şek güman

    dizelerinde açıklanan anlam, tanrının en iyi işitici, en iyi görücü, olduğunu belirtmektir. ancak burada başka bir anlam daha vardır: ozanın söylemek istediği gerçek anlam insanın tanrıyı özünde yansıttığıdır.

    “(gönül arif ol haddini bil) derken, kendini tanı, özünde saklı gerçeği kavra, tanrı seninle görür, seninle duyar, sen tanrının dışında değilsin” demek istiyor.

    başka bir şiirinde, yine bu konuya değinerek, bu evren yaratılmadan önce var olduğunu açıklar:

    onsekiz bininci âlem icad olmadan

    lâmekân elinden ilm ettim tahsil

    mefhar-i kâinat bünyad olmadan

    bana irşad oldu o sırr-ı kandil

    vermeden ademin ism-ü resmini

    anasırdan halk etmeden cismini

    ol demde okudum razzak

    ismini kısmet-i hak kıldı rızkımı tahvil

    mir’ati zatınla rahata düştüm

    zatımı zat bilüp anda buluştum

    bir hitap erişti lâyakıl düştüm

    ol demde “lebbeyk” çağırdı cibril

    söylemek istenen açıktır. özümde tanrının özü vardır, iki öz bende birleşmiştir. ben bir varlık olarak tanrıyı kendimde yansıtıyorum.

    tanrı ile bir birlik, bütünlük içindeyim. evren yaratılmadan, adem dört ilkeden düzenlenip varlık ortamına getirilmeden önce ben gene vardım. yapılması gereken bütün işleri biliyor, görüyor, duyuyordum. benim yaratılışım bir göç gibidir, bir yerden başka bir yere taşınmadır ancak.

    bu görüşlerin dile getirdiği düşünce daha önce de görüldüğü gibi insanın “kadim”liği inancına dayanır, insan yaratılış olayından öncedir, yaratanla bu yaratma eylemine emeği geçmiştir.

    on dokuzuncu yüzyılın divan ozanlarından biri olan şeyh nazif ise buraya değin gördüğümüz alevi-bektaşi ozanlarına taş çıkartacak biçimde bir açıklıkla ali’nin, insanın birliğini, tanrı ile bir bütünlük içinde bulunduğunu, tanrı ile insan arasında bir uçurumun olmayacağını, tanrının bir görünüş olayı ile ali’nin varlığında ortaya çıktığını söyler.

    zâhidâ hakkıyçün ol şahınki cûd-i ekmeli

    ahmed-i muhtara vahyetti kitab-i münceli

    mevleviyem ahmediyem hayderiyem men beli

    bana besdir bir huda vu bir nebiyy-u bir veli

    la ilâh illâ huvallah-ul-aliyy-ül-münceli

    la nebi illâ muhammed la fetâ illâ ali

    cûylar taşlar ağaçlar kûhlar hâmunlar

    nuh felek cinn-ü melek bahr-ü semek nev’i beşer

    sâkinân-i arş-u ferş-ü encüm-ü şems-ü kamer

    hep lisân-i hal-ü kaal ile bu beyti zikr eder

    la ilah illâ huvallah-ul-aliyy-ül münceli

    la nebi illâ muhammed la fetâ illâ ali

    şeyh nazifi’nin şiiri böyle düşünceleri dile getirerek uzayıp gider. ali’nin kur’an ile birtakım tanrısal güçler kazandığını, tanrının ona kur’an ile birtakım özleri bildirdiğini, daha açıkçası ali’nin peygambere inen kitabı gönderdiğini ileri sürer. kur’an’ı gönderen, peygambere tanrısal buyrukları salan varlık, yalnız ali’dir der. tanrı ali’den başkası olamaz gibi bir düşünce ileri atar. böylece gene insan-tanrı birliği ali’nin kişiliğinde ortaya çıkar, bir gözle görülür açıklık içinde sergilenir.

    yeryüzünde görülen bütün varlıklar da böyle söyler, ali’nin hak olduğunu, ondan başka bir gücün bulunmadığını, muhammed’den başka peygamber, ali’den başka tapılacak kimsenin olmadığını, ali’nin tek er olduğunu, ali’nin düpedüz tanrı olduğunu söyler. bunu dokuz kat gökler de yapar, arş da ferş de oturan melekler de.

    sureta bir zerreyim mâ’nâda amma âfitâb

    cümle zerrât-ı cihâna tâbiş-i suret men

    şems-ü mevlânâ muhammedle ali’nin sırrıyem

    bir mutalsam kenz bir dürdâne-i hikmet menem

    maşrık-ı şems-i kemâl-i ışk-ı mevlânâ olup

    ins-ü cinne nâşir-i envâr-ı ünsiyyet menem

    mey-furûşam ke’s-i mahtûm-i hitamü’l misk ile

    sâki-i kavser aliyy-el murtazâ-sıyret menem

    gibi şiirlerinde de kendinin tanrı ile bir olduğunu, ali ile muhammed ile eş varlık düzeyinde olduğunu açıkça ileri sürer. insanla tanrı arasında görülen birliği dile getirir. divan şiirinde böyle açık bir görüşle ortaya çıkan ozan pek bulamayız. şeyh nazif’in bu tutumu tekkeye bağlı olmasından, mevleviliğinden ileri gelir.

    kimi mevleviler de bektaşiler gibi, insan ile tanrı arasında bir yakınlığın olduğunu benimserler.

    insanın, evren yaratılmadan önce var olduğunu, yaratılışın, yukarda da belirtildiği gibi, bir ortaya çıkma, ya da yer değiştirme biçiminde gerçekleştiğini söyler. halk ozanlarından dertli bu konuda en açık örnekleri vermiş bir kişidir.

    anasır gömleğin giymezden evvel

    azade başıma hünkâr idim ben

    cihan—ı âleme gelmezden evvel

    nûr-i tecellâda envâr idim ben

    rûh-i sultaniden olundum tefrik

    vücûd iklimine oldum muvafık

    sifât-ı âdeme girdim mutabık

    mâder-i nihânda bidâr idim ben

    halk olmazdan evvel mülk-i melekût

    kimse kılmaz iken mevlâya sücûd

    arş—ü kurs levh kalem olmadan mevcud

    ind-i mânevide hem var idim ben.

    ezel bîderd idim bir dertli oldum

    makam makam gezdim cihana geldim

    kendimi ahsen-i takvimde buldum

    hak ile vakıf-ı esrar idim ben.

    dertli’nin deyişinde insanın, tanrı ile evren yaratılmadan önce “nur” olarak bir özde bulunduğu inancı saklıdır. toprak, ot, su, yel gibi dört ilkeden önce var olan insan, yerkaplayan özden sıyrılmış, bir ışın niteliğinde var demek, anlamına gelir, insan yerkaplayan niteliklere bürününce bağımsızlığını da elden kaçırmış, sınırlı bir ortama atılmıştır, insan tanrının özünde kendini kendi özünde tanrıyı bulmuş.

    rûh-î sultaniden olundum tefrik

    ile açıklanan anlam, ben tanrının nurundan ayrılmışım, ben tanrı ile birdim, onunla vardım anlamını içerir. “vücud iklimi” deyiminden anlaşılan da içinde bulunduğumuz evrene geliştir. “sıfat-ı hadem” ise insanın bugünkü varlık kimliğidir. arş, kürsi, levh, kalem gibi deyimler insanın yaratılış olayını gösteren basamaklardır. bunlar “ülkü yurdunda”, “tanrısal ülkede” bulunan birer varlık katıdır. levh, insanın başına gelen, gelecek olan olayların yazılı olduğu yerdir. kalem de yazı yazılanda kullanılan araçtır: kalem sözü arapça değildir. grek – latin dillerinden arapça’ya geçmiştir. o dillerde “kamış-saz” anlamına gelir. bundan da bu görüşlerin özünde ilkçağ’ın nedenli etkileri olduğu sezilmektedir.

    hak ile vakıf-ı esrar idim ben

    dizesinin anlamı çok açıktır. ben, tanrı ile bütün gizlilikleri bilirdim, demektir ki, ozan burada tanrı ile birlikte olduğunu söylüyor.

    ikrarım enel-hak’tır

    bu ikrarım beli haktır

    diyen perişan baba ile seyyid nesimi’nin düşüncesi eş anlamlıdır, ikisi de tanrı olduklarını, insanla tanrı arasında bir bağlantının bulunduğunu söylüyorlar.

    bu yüzyılın ilginç ozanlarından biri de, tanrının bütün evrende göründüğünü, insanın tanrıdan ayrı olmadığını, söyleyen mehmed ali hilmi dede’dir.

    dost cemâlin görmeğe

    her bir âzam göz oldu

    pâyine yüz sürmeğe

    içim dışım yüz oldu

    cûş etti can aşk ile

    doldu gönlüm zevk ile

    buldum yâri şevk ile

    geceler gündüz oldu

    dost iline varmağa

    vurup yâri görmeğe

    kalmadı dere tepe

    dört yanım dümdüz oldu

    dağ-u sahra serteser

    giydi yeşim câmeler

    rindâne iyd-i ekber

    çün bugün nevûz oldu.

    her eşya bir harf olmuş

    hem mazruf hem zarf olmuş

    aceb ilm-i sarf olmuş

    bir nokta bin söz oldu

    kalmadı gayri ağyar

    yâr ile doldu diyar

    ref oluben tîr-ü târ

    her taraf efrûz oldu

    hilmi’yâ bâzâra gel

    nâkd-i canın ver evvel

    gevher-ı aşkı ezel

    sanma kim ucuz oldu

    bütün evren tanrı ile doludur. tanrı, insanın özündedir, insan tanrıyı kimliği içinde yansıtan bir varlıktır, insanda gören tanrıdır, insanla tanrı bir göz. bir kulak, bir duyuş-gücüdür. içice, öz özedirler. tanrı ile insan arasında dinlerin söylediği: kulluk-efendilik ilişkisi değil, sevenle sevilen bağıntısı vardır. insanı seven tanrı’yı da sever, insanı bilen tanrıyı da bilir. durum evren için de böyledir. tanrı evrenle, evren tanrı ile, insan ile bilinir.

    tanrıya götüren yol kişinin özünde yoğunlaşan sevgisidir. bu sevginin ereği insanın anlamını kavramaktır.

    insan, kendi özünde tanrıyı yansıtır tanrı ile insan arasında bir öz ayrılığı, yapı çatışıklığı yoktur. daha açıkçası, insan tanrıdır.

    hilmi dede, kim ne derse desin, tanrıyı insanlaştıran, ona yeni bir değer kazandırmaya, yeni bir gerçeklik vermeye çalışan ozandır. o önce gelenlerin yolunda giderek belli bir anlayışın kesin çizgilerle belirlenmiş, bilinçle düzenlenmiş ortamında bulunuyor.

    bu ozana göre örnek insan ali’dir. tanrı ali’nin kişiliğinde, insan niteliği içinde gözlere açılır. varlık kavramı altında toplanan ne varsa, baştanbaşa ali’dir.

    ayine tuttum yüzüme

    ali göründü gözüme

    nazar eyledim özüme

    ali göründü gözüme

    adem baba havva ile

    hem allemelesma ile

    cerhi felek sema ile

    ali göründü gözüme

    hazreti nuh nebiyullah

    hem ibrahim halilullah

    sinadaki kelimullah

    ali göründü gözüme

    isa-yi ruhullah oldur

    iki âlemde şah oldur

    müminlere penah oldur

    ali göründü gözüme

    ali evvel ali âhir

    ali bâtın ali zahir

    ali tayyib ali tahir

    ali göründü gözüme

    şiir bu yolla, bu anlam üzere uzayıp gider. ozanın inancına göre ali, bütün varlıkların özüdür,, yaratıcısıdır, tanrıya yükletilen onda var sayılan bütün nitelikler, yetenekler, yetiler, güçler ali’de vardır. ali, tanrının kendisidir. evreni yaratan da, insanı koruyacak olan da gene ali’dir. ali’nin dışında başka bir yüce varlık, görünen güç yoktur.

    isa, musa, nuh, ibrahim birer görünüştür, gerçek olan onların özünde dile gelen ali’dir.

    ozan açıklığa kavuşturduğu bu tutum ile tanrıyı kaldırıp yerine ali’yi, insanı koyuyor. ali, bir bütünlük için evreni kaplamış, evrene yayılmıştır. tanrı’yı yaratan da ali’dir bu duruma göre.

    ilkçağ dinlerinde bütün tanrılar insan kılıklı, insan duyuşludur. insan inandığı tanrıyı kendi ellerinde yaratmış ona kendi biçimini vermiştir. hilmi dede de ister bilerek, ister bilmeyerek olsun böyle bir tutumla ortaya atılıyor. insan sıkışınca tanrıya yaslanır. hilmi dede, öylesine bilinçli ki inancında ali’yi çağırıyor yardımına:

    gönül keştisiyle bahr-i minnette

    girdâb-ı gamdayım yetiş ya ali

    burada ozanın inancı bütün açıklığı ile gözlerimizin önüne seriliyor artık.

    son yüzyılın divan ozanları içinde de nasılsa enderunlu fazıl ,bir yüreklilik göstererek “dünya ve ahiret”i sevdiğinin uğruna bir kıyıya atabilmiş.

    “divan şiirinde sapık sevgi” adlı kitapta belirtildiği gibi, aşırı bir erkek sevgisine tutulan bu ozan bir ara kendinden geçercesine içyüzünü açığa vuruyor.

    olsun feda o âfete dünyâ ve ahiret

    kurban ola muhabbete dünya ve ahiret

    devlet içün mücahede cennet içün dua

    değmez bu renc-ü zahmete dünyâ ve âhirek

    olmaz ikisi sâger-i nâçize sevdiğim

    bu cur’a-i hakıyate dünya ve ahiret

    şâyân değil ikisi ki nâlin-i bab ola

    dergâh-ı kurb-i hazrete dünya ve ahiret

    indinde fazıl ikisi de bir fitil olur

    kandil-i bezm-i vuslata dünyâ ve ahiret

    fazıl’ın düşünceleri gelişigüzel değildir. başka bir gazelinin başında şunları söylemekten kendini alamayışına göre, düşüncesinde kesinliğe varmış bir durumu seziliyor. ne havf-ı nâr var ne cennet ümidi var

    biz vakıa kıyameti görmüş geçürmişiz

    derken, gene yukarda dediklerinden yol alıyor. divan ozanları, çokluk kaba sofulara çatar, onlarla eğlenir, onlan yererler. ancak ozan biraz daha açıklık vermiş düşüncelerine bu konuda.

    son çağın ilginç ozanlarından biri de ruhi baba’dır. bütün varlığı ile içinde yaşadığımız duyular evrene bağlıdır. sofu, namaz, ahret, cennet gibi kavramlarla ilgisi, ilişkisi yoktur.

    nice bir dağdağa-i dehr ile berbâd olalım

    yürü meyhaneye zâhid biraz âbâd olalım

    serelim kûşe-i meyhaneye bir eski hasır

    dest urub câm-ı cem’e gussadan âzad olalım

    kızını pîr-i muğânın sen alub oğlunu ben

    öyle bir din ulusu kâfire damad olalım

    hançer-i tiğ-i gazabla gezelim ey ruhi

    kande bir var ise içmez ana cellâd olalım

    ozanın evreni içinde bulunduğumuz evrendir. yaşama inancıda bu evrenin sınırları ile belirlenmiş bir ortamda doğmuştu. yobazlık; yaşanan evreni olduğu gibi değil; uydurma bir kuruntudan, sapık bir bakışın döküntülerinden başka bir niteliği bulunmayan gerçek-dışı ülkeyi de içinden çıkılmaz bir biçime sokunca, böyle alaylı, eğlenceli çıkışlarla karşılamaktan kendini kurtaramaz, kurtarmadı da.,

    insanın belli yöne dönerek en doğru yolu seçtiğini söylemek doğru değildir. tanrı bütün yönlerdedir, evrendedir, insan dile gelmiş, konuşan, düşünen, yerkaplayan ortamda yaşayan bir tanrıdır, insan dışında kalmış, gerçeklerden kopmuş, yalnız düşüncede yaşayan, bilinmez, bulunmaz bir tanrı yoktur, olmamıştır da. tanrı onu bilenlerin, düşünenlerin içinde, özündedir.

    bu düşünceleri cemali baba’nın şiirinde buluyoruz.

    teveccüh eyledim mihrab-ı yâre

    göründü gözüme kıble-i hacet

    rû-be-rû gelince vech-i didâre

    salât-ı dâime eyledim kamet

    cebhe-i dildâre ettim iktidâ

    göründü gözüme kâ-be-i ulya

    okudum subhane rabiiyelalâ

    muktedâbih oldu şâh-i velayet

    iki yanı kıblem imama uydum

    ibadet neydüğün o demde duydum

    aşk ile başını secdeye koydum

    ma’budun bilhassa kıldım ibâdet

    edâ-yi salata oldum müdavim

    rükûum sucüdum salât-ı dâim

    kıyamım kuudum hak ile kaim

    çok şükür tevhide erdim nihayet

    cemali âyine oldu cemâle

    ulülebsâr vâkıf olur bu hâle

    görünen hak ne hacet kil-ü kale

    fesamme vechullah hakkında âyet

    cemali’nin şiirinde görülen düşünce başka türlü yorumlara tasavvuf deyimlerini zorlayarak özünden uzaklaştırmaya elverişli değildir. tapanın da tapılanın da bir olduğunu söylüyor. kıbleyi sevdiği insanın yüzünde, kâ’beyi gönlünde buluyor, insan dışında secde edilecek bir varlığa inanmıyor pek.

    namaz konusunda “salât-i dâim” diyor ki bunun gerçek anlamı: insan olan bir varlığın yaşayışı boyunca süresiz olarak tapınma eylemi içinde olduğudur. seven insan durmaksızın sonsuz bir “ibadet eylemi” içindedir, insanın evrene gelişi ile orucu tutulmuş, namazı kılınmış olur. insan için en gerçek eylem sevmek, sevilmektir. ozan “mabudun bilhassa” diyerek, tanrıyı kendi özünde bulduğunu, ona taptığını, insan gerçeğinin bir tanrı olduğunu açıklıyor. başka bir şiirinde:

    visâl-ı vuslat-ı hak sahibi dildanz eyvallah

    diyerek hak’ka kavuştuğunu, onun yüzünü gördüğünü, hakla bulduğunu anlatır.

    bu duyuşlar, bu sezişler insanın kendini bulması, özünü bilmesidir.

    insanın, tanrı özünden geldiğini, kendi özünde tanrıyı yansıttığını, insan ile tanrı arasında bir uzaklığın bulunmadığını ileri süren ozanlardan biri de geçen yüzyılın sonlarında yaşayan kadri’dir.

    eğer akıl isen dinle bu pendi

    bir muazzam beytin hak binasıyız

    hakaretle gönül yıkma efendi

    biz bu kâinatın ibtidasıyız

    talim-i hak isen hânikalı biziz

    şalik-i hudaya kıblegâh biziz

    maksadı-ı uşşaka doğru rah biziz

    biz tarik-i hakkın akrabasıyız

    lâmekandan geldik kadri mekâna

    zarf-ü mekân olduk kevn-ü cihana

    bu şekl-ü hey’etle düştük ziyana

    şimdilik âlemin muammasıyız.

    dizelerinde, şiirinde evrenin özünde insanın bulunduğunu, insan bir varlık olarak tanrıdan geldiğini, tanrıya varan yolun geçtiğini söylüyor

    bir muazzam beytin hak binasıyız

    demekle tanrı yapısının (evinin) temeli, evrenin kaynağı olduğunu,

    biz bu kâinatın ibtidasıyız

    sözleriyle de evrenin başlangıcının gene insan olduğunu açıklamış bulunuyor.

    talib-i hak isen hânikalı biziz

    sâlik-i hudaya kıblegâh biziz

    tanrıyı mı istiyorsunuz tapınacak yer bizdedir, tanrı yoluna mı girmektir dileğin kıble biziz. insanın tanrıyı bulması için bize yönelmesi, gene insana dönmesi, tanrıyı insanın özünde araması gerekir. tanrı insanın dışında değil, içindedir.

    zarf-ü mekân olduk kevn-ü mekâna

    biz evrenin var oluşuna yol açtık. evrenin oluşunun ana nedeni biziz. bu oluş bizim içimizde, özümüzdedir. oluşu biz bütünlüğü ile kavramış özümüzde yansıtmışız. başka bir şiirinde de:

    der-i meyhanedir bizlere mescit

    giremez ol yere sofı-i mülhit

    piyâle feyzimiz sâkîmiş mürşit

    çektiğimiz gülbank zikr-i hudadır

    bizim tapınağımız içki içtiğimiz yerdir, oraya inançsız, yanlış yola sapmış gerçekten uzaklaşmış sofu giremez. biz tanrının verdiği söylenen “feyz”i (bolluğu) kadehten almışız, bize yol gösteren de içkiyi dağıtandır. gece gündüz dilimize doladığımız da ancak “gülbank”ımızdır (birlikte yapılan sesli tören). biz boşuna yatıp kalkmayız. tanrı’yı tapınaklarda aramayız. aradığımız kendi içimizde, özümüzde, bizim gibi gerçektir, elle tutulurca…

    9 - tanrıyı yaratan insandır

    son yüzyılın tanrı ile insan arasındaki uçurumu kaldıran ozanlardan biri de edib harâbi’dir. onun düşüncesinde anlamını bulan tanrı anlayışı bütün gerçeklerin insan varlığında dile geldiği görüşünü içerir. tanrı ile insan oluş bakımından da, yapı, nitelik bakımından da birdir, bir bütünlük içindedir, insanı tanrıdan, tanrıyı insandan ayırmak elde değildir. tanrı, insanın bir buluşu yarattığı düşünce varlığıdır.

    daha allah ile cihan yoğ iken

    biz anı var edip ilan eyledik

    hak’ka hiçbir lâyık mekân yoğ iken

    hanemize aldık mihman eyledik

    kendisinin henüz ismi yok idi

    ismi şöyle dursun cismi yok idi

    hiçbir kıyafeti resmi yok idi

    şekil verip tıpkı insan eyledik

    allah ile işte burada birleştik

    nokta-i hâmâya girdik yerleştik

    sırr-ı kuntu kenzi orda söyleştik

    ismi şerifini zahman eyledik

    aşikâr olunca zât-ü sıfatı

    kün dedik var ettik bu semavatı

    birlikte yarattık hep kâinatı

    nam-ü nişanını cihan eyledik.

    yerleri gökleri yaptık yedi kat

    altı günde tamam oldu kâinat

    yarattık içinde bunca mahlükat

    erzakını verdik ihsan eyledik

    asılsız fasıldız yaptık cenneti

    huri gılmanlara verdik ziyneti

    türlü vaidlerle her bir milleti

    sevindirip şâd-ü handan eyledik

    bir cehennem kazdık gayetle derin

    lâf ateşi ile eyledik tezyin

    kıldan gayet ince kılıçtan keskin

    üstüne bir köprü mizan eyledik

    gerçi kün emriyle var oldu cihan

    arş-ı kürsü gezdik durduk bir zaman

    boş kalmasın diye bu kevn-ü mekân

    ademin halkını ferman eyledik

    edip harabi bu şiirinde tanrıyı yaratanın insan olduğunu, bütün evreni kaplayan varlıkların tanrı ile yaratılış bakımından ilgili bulunmadığını söylüyor.

    daha allah ile cihan yoğ iken

    biz anı var edip ilan eyledik.

    tanrı da, evren de yoktu, bilinmiyordu, insan olarak biz onları yarattık, varlıklarını bütün insan soyuna bildirdik. tanrı da, evren de insanın ortaya koyduğu, insanın yarattığı varlık türleridir, insan, yaratıcı bir güç olarak tanrıdır. tanrı, insan dışında yaratıcı nitelikleri olan bir varlık değildir.

    hak’ka hiçbir lâyık mekân yoğ iken

    hanemize aldık mihman eyledik

    tanrı her türlü yerden bucaktan sıyrılmıştır. onun beli bir yeri yurdu yoktur düşüncesine karşı çıkan ozan evet tanrıya yaraşır bir yer yoktu, onu evimize aldık, konukladık diyor. bu düşüncenin özünde tanrının insan dışında, insanın kapladığı yerden ayrı bir ülkesi, yeri yurdu yok görüşü saklıdır.

    kendisinin henüz ismi yok idi

    ismi şöyle dursun cismi yok idi

    hiçbir kıyafeti resmi yok idi

    şekil verip tıpkı insan eyledik

    dizilerinde açıkça, tanrıyı yokluktan insan var etti, ona biçim, anlam verdi, bir yapı kazandırdı, insan kılığında ortaya koydu düzenledi.

    tanrıyı insanın yarattığı düşüncesi türlü nedenlerle ortaya böyle açık bir biçimde atılmamıştır pek. gerçi daha önce insanın tanrı olduğunu söyleyen ozanlar çıkmıştır. ancak böyle kesin konuşanı pek olmamıştır. azmi’nin dilinde tanrı ile şakalaşma eğilimi, onunla inceden inceye eğlenme düşüncesi vardı.

    harabi daha da ileri giderek bütün kuşkuları ortadan kaldırıyor.

    edip harabi’ye göre evreni de insan yaratmıştır, insan tanrı’dır bu bakımdan.

    kün dedik var ettik bu semâvâtı

    “ol” dedik gökleri var eyledik

    dizesinde dile gelen düşüncede bir çelişme görülüyorsa da ozanın inancına göre bunu ortadan kaldırmak kolaydır.

    ozan ilkin tanrıyı ortadan kaldırıyor. sonra tanrıya yükletilen bütün yaratış eylemlerinin insan eliyle yapıldığını söylüyor. bu yolla, “peki bu evreni kim yarattı” sorusunu daha baştan bir yana atıyor. onun inancında evrenin yaratılmışlığı düşüncesinin yeri yoktur. kur’anın, varlığını ileri sürdüğü bütün nesnelerin olmadığını, uydurma olduğunu söylüyor.

    asılsız fasılsız yaptık cenneti

    bu dize bütün kuşkuları ortadan kaldırıyor. cennetin gerçekle ilgisi yoktur, onu insan uydurmuştur.

    bir cehennem kazdık gayetle derin

    cehennem de yoktur onu biz derin kazdık da insanları kandırdık böylece, yoksa cennet gibi o da uydurmadır, gerçekle en küçük bir ilgisi yoktur. bütün bu var denenler insan kafasının buluşlarıdır.

    edib harabi’de bilinçli bir tanrıtanımazlık vardı. kavranılan yerli yerine koyarak düşüncelerini derli toplu olarak açıklamayı, kuşkudan uzak bir nitelikte gündeme getirmeyi biliyor.

    ya rab senin mekânın yok

    yatağın yok yorganın yok

    hem dinin hem imanın yok

    her bir şeyden münezzehsin

    sesin çıkmaz avazın yok

    abdestin yok namazın yok

    hiçbir yere niyazın yok

    kulhüvallahuahadsın

    kapın büyük açan yoktur

    seni kapıp kaçan yoktur

    anan yoktur baban yoktur

    ya rab allahüssamedsin

    elmasın yok boncuğun yok

    aban keben kocuğun yok

    karın kızın çocuğun yok

    lemyelidü lemyuledsin

    tanrının bütün insana verdiği niteliklerden sıyrılmış bir varlık olduğunu ileri süren düşünceye karşı çıkan ozan eskilerin deyimi ile “küfr” içindedir. tanrı adına söylenen, söylenebilecek olan ne varsa bir çırpıda ortadan kaldırıyor.

    bu şiirde dilegelen düşünceler birer “şaka” değildir. düpedüz tanrının yokluğunu ileri sürmektedir. yukarda gördüğümüz şiirde de tanrıyı insanın yarattığını ileri sürmüştür. ozan, bu konuda kesin bir inanç içindedir, tanrıtanımazdır.

    ey hâce sen bizi cahil mi sandın

    biz ledün ilminin ulemâsıyız

    bizi mezhebine dahil mi sandın

    biz beni israil enbiyâsıyız

    gerçi okuyorsun levlâke levlâk

    fakat perdesini edmezsin çak

    cahilsin bizi de etmedin idrak

    biz o kuntu kenzin muammasıyız

    biz senin bildiğin insanlardan değiliz, gizlilik biliminin ne olduğunu biliriz. öyle ki biz israil soyunun yalvaçlarıyız, “sen olmasaydın biz de gökleri yaratmazdık” anlamına gelen tanrısal sözleri okur durursun da anlamazsın. bizi de anlamazsın ey softa sen. biz, tanrının “ben gizli bir hazine idim” anlamına gelen sözlerinin bilmecesiyiz. tanrı, o sözleri bizden gizleyemedi. sen anlamazsın, biz anlarız. tanrının insan yüzünde göründüğü düşüncesini savunan, insanı sevenin tanrı’yı da sevme olabileceğini söyleyen ozanlardan biri de ali ulvi baba’dır. ancak onda keskin çıkışlar bulamayız. daha yumuşak bir davranışı vardır.

    bak vech-i yara ya hay

    gelmiş kemale ya hay

    baki vü lâyezaldır

    ermez zevale ya hay

    kim secde eylemezse

    böyle cemale ya hay

    dünyada ankette

    ermez visale ha hay

    didar-ı hak’tır işte

    sıdk ile gel niyaz et

    divara secde etme

    girme vebale ya hay

    allah kabul eder mi

    riya ile namaz

    bihudedir kapılma

    böyle hayale ha hay

    medheylemişken allah

    kur’anda bu şarabı

    niçünharam diyorsun

    böyle halale ya hay

    ulvi baba bu nutku

    hak’kın diliyle söyler

    saki inayet eyle

    doldur piyâle ya hay

    “sevgilinin yüzüne bir bakıver de tanrıyı gör, bak, olgunluğa ulaşmış onun yüzünde. onun önü sonu yoktur, evren durdukça sevgilinin yüzünde yansıyacaktır. böyle bir yüze secde etmeyen (önünde yere kapanmayan), evrende de, ahrette de eli boş kalacak, insan yüzü tanrının yüzüdür, gel sen de gönülden yakar ona, ne secde eder durursun duvara, böyle boş düşlere ne kapılırsın. bak, tanrı şarabı kur’anda övmüşken sen ona haram diyorsun, olur mu böyle, içilmesi gereken içilmez demek doğru mudur dersin?”

    ali ulvi bu şiirinde düpedüz kur’an’ın birtakım yasaklarına karşı geliyor. tanrının “haram” dediğine “helal” diyor, islâm dininde bu açık “küfür”dür. oysa ozan bunu bile bile yapıyor. bilinçli bir düşünceyle, bir davranışla inançlarını söylüyor. tanrı’nın yasağına inanmıyor. kendi kişiliğini ortaya koyuyor.

    son yüzyılın kadın ozanlarından gülsüm bacı da inanç bakımından ötekiler gibidir. o da insanın yüzünde, özünde tanrının dilegeldiği görüşünü savunur.

    tecelli eylemiş rahman

    senin vechinde ey canan

    hululündür bana kur’an

    biihâmdilluh haberdarım

    “ey sevgili tanrı senin yüzünde görünüyor, yüzünün çizgileri benim için bir kur’andır, bunu iyi biliyorum.”

    bu görüş, insan ile tanrının birliği inancına dayanır. daha önce incelenen ozanlarda da bunun tıpkısını görmüştük.

    derviş ruhullah’ın şiirinde dile gelen an duru bir insan sevgisi vardır.

    vahdet bâdesiyle mestiz ezelden

    elest kadehinden tadanlardanız

    nur alırız çeşmimiz her bir güzelden

    arıyız bala bal katanlardanız

    burada tanrı ile insan birliğini dile getiren düşünce, insanın “elest” günündeki toplantıda içkinin tadına vardığı inancı arasında saklıdır.

    niyaz ehlindeniz zannetme zahit

    meşhur-u cihandır nazımız bizim

    sözümüz mutlak canana ait

    enelhak çağırır sazımız bizim

    “enelhak” deyimi ile mansur’un, seyyid nesimi’nin düşüncelerine” katılıyor.

    insan tanrı’dır, ben de tanrıyım, diyor açıkça.

    tanrı’nın insan kılığında ortaya çıktığı, bütün evrene insan biçiminde yayıldığını, insan dışında bir tanrının bulunmadığını söyler basri baba da

    abit kisvesinden görünen hak’tır

    sen anı gayride arama ey can

    batını hak olmuş zahiri hak’tır

    gizli sırlarını edeyim ayan

    esma sıfat zattan vücud istedi

    kendi vücûdiyle mevud eyledi

    allemelesma’yi ta’lim eyledi

    oldu adem ol dem nâtık-ı kur’an

    evvel âhir zahir bâtın âdemdir

    her bir sırrı anın için mahremdir

    mazi müstakbelde dem hep bu demdir

    külli şey’in halik el’an kemâ kân

    “tanrı insan kılığında görünüyor, onu başka yerlerde arama sakın. görünen de, gizli kalan da insanda tanrıdır gene.

    tanrı bu evrende görülen bütün nesnelere kendi özünden biçim vererek, kendi varlığını evren düzeni içinde elle tutulur, gözel görülür bir durumda gözlere sundu. evrende tanrı vardır, insan kılığındadır. insan konuşan bir kur’andır.

    insanın önü sonu yoktur önce olan da odur, sonra olan da. tanrı, insandan ayrı bir varlık değildir. geçmiş, gelecek, gizlilikler insanca bilinir, insan doğrusu bütün nesneleri yaratan durumundadır. eskiden olduğu gibi şimdi de öyledir, bu iş.”

    basri baba, bir çırpıda insanı göğe çıkarıp tanrıyı yere indiriyor, insanda yaratıcı bir gücün bulunduğunu, tanrılık niteliklerinin bir bütünlük içinde insanda görüldüğünü savunuyor açıkça..

    son çağın en ilginç ozanlarından biri olan tevfik fikret de insanda yaratıcı gücün bulunduğunu savunurdu. insan, tanrıyı yaratan bir bilinçli varlıktır. evren “kudret-i külliye” denen tanrının yayılıp açıldığı geniş bir varlık alanıdır.

    beşerin böyle dalaletleri var

    putunu kendi yapar kendi tapar

    diyen fikret’in düşünce insanın dışında yaratıcı bir gücün bulunmadığı, gerçek yaratıcının doğa olduğu inancı saklıdır.

    fikret’in karşısında, inanç bakımından, ortaçağ’ın bile çok gerilerinde bulunan, mehmet akif’i görürüz. türk şiirinin en koyu şeriatçı ozanlarından olan mehmet akif iyi bir şair olmadığı için düşüncelerini uzun manzumelerle, “vezinli kafiyeli” söz yığınları ile sergilemiştir. ancak, tanrı karşısındaki tutumu, davranışı insan varlığını yok sayacak ölçüde “ümmetçi”dir. tevfik fikret’te görülen bütünlük, ileri görüş onda yoktur tanrı karşısında “ben de varım” diyecek nitelikte sağlam bir insan görüşünden iyice yoksundur. fikret, bunun karşısına daha yaratıcı bir düşünce ile çıkarken, on üçüncü yüzyıldan bu yana gelen düşünce çizgisi üzerinde yürümeyi bilmiş, insanın gerçek değerini yaratıcı gücünde görmüştür.

    evliyadan yaşarım müstağni

    bir örümcek götürür hak’ka beni

    demekle, tanrıya varan yolun evren düzeni içinde olduğunu söylemek istemiştir: tevfik fikret’in “kurdet-i külliye” diye anladığı, adlandırdığı tanrı bulunduğumuz evrenin sınırları içindedir, dışında değildir.

    insan, tanrıyı yaratan, ona değer kazandıran, onu yokluktan varlık alanına çıkaran, ona kendi yanıbaşında yer vermesini bilen bilinçli bir yaratıcıdır.

    insan dışında gerçekten yaratıcı bir güç yoktur, olamaz da. çünkü insanda doğa’nın bütün yaratıcı gücü dile gelir, anlamını bulur. bu yüzden tanrı insanın bir ürünüdür, buluşudur.

    10 - sonuç

    türk şiirinde tanrı kavramından ne anlaşıldığını, tanrıya hangi gözlükle bakıldığını, ozanlardan örnekler vererek, açıklamaya çalıştık. kimi yerde kişisel yorumdan kaçtık, kimi yerde ondan kurtulamadık, ancak ozanın düşüncelerini saptırmaktan uzak durduk. gerçek yargıyı verecek olan okuyucudur bu konuda. ozanlardan kolay anlaşılmalarını, düşüncelerini sergilemede kullandıkları dilin karışıklığı önlemektedir. özellikle dinle ilgili kavramların hepsi arapçadır, kimi doğrudan doğruya kur’andan alınmıştır, sözlükteki anlamıyla bağdaşamaz. bizim yapmaya çalıştığımız da bu güçlüğü elimizden geldiğince gidermekti.

    türk şiiri sorunsal bütünlükle ele alınıp didiklenir, incelenirse insan varlığına yönelik yorumların, düşüncelerin içerikleri daha kolay anlaşılır. dil denen büyük engelin aşılması ayrı bir sorundur. bu çalışmada dil göz önünde tutulmamıştır. imdi, türk şiirinde tanrıya başkaldıran ozanların bulunduğu, şeriat denen kurumun uygulamalarından kolaylıkla anlaşılmaktadır. şeriat kendinden başka yetke, kurum, ölçü, gerçek tanımayan, tanıyacak yapıda olmayan bir yasaklar bütünüdür. şeriat konuyu açıklamaya, genişletmeye, soru sormaya yanaşmaz, yalnızca katı değişmez yasaklarla yetinir. bu özelliği dolayısıyla kendini savunanları bile bilmeden ortadan kaldırır, suçlar, sindirmeye çalışıp çabalar. şeriatın ne olduğunu, onu savunan, “zahid”, “sofu” diye nitelenenlerin tutumlarından anlamak gerek. divan şiiri incelendiğinde bütün ozanların şeriat yanlısı “zahid”lerden, “sofu”lardan yakındıktan, onları çok ağır bir dille yerdikleri görülür. şeriat, değişmezliği savunduğundan, bütün gelişmelere, ilerlemelere, evrimlere karşıdır. o kapalı verimsiz bir kaba benzer, görevi içine konanı olduğu gibi saklamak, bir dokunulmazlık örtüsü altında korumaktır. şeriatın öğreticisine “vaiz” denir. onun kabalığından, anlayışsızlığından yakınmak türk şiirinde eski bir gelenektir.

    sana her meclisinde söyler isem mülzem olmazsın

    değil kürsiye vaiz arşa çıksan âdem olmazsın

    diyen divan ozanı sabit bu gerçeği yansıtmak istemiştir. “ey vaiz, sana her toplantıda söylerim yine susmayı bilmezsin, sen camide kürsüye değil göğün en yüksek katı olan arşa da çıksan yine adam olmazsın” demekten kendini alamamıştır. öyleki en koyu dinci ozanlar bile şeriatın kabalığından yakınmışlardır. özellikle osmanlı tarihçilerinin, aşıkpaşaoğlu’dan bu yana, yapıtlarını okuyanlar bu gerici vaizlerin, kaba sofuların topluma getirdikleri yıkımları anlamakta güçlük çekmezler. “ulema/bilginler” örtüsü altında saklanan bu dincilerin içinde bilimle bağdaşır iş göreni, başarı sağlayanı görülmemiştir. dincilerin önce bütün yeniliklere karşı çıktıkları, sonra onlardan yararlanmada bütün yenilik yanlılarını geride bıraktıkları yaşadığımız olaylardır. söz gelişi camilerin elektrikle aydınlatılması, radyoda kur’an okunması, minarelere sesyayıcı araçların konulması önce ağır tepkilerle, yergilerle karşılanmış, şimdiyse bir din gereci durumuna getirilmiştir. basımevlerinin kurulmasına karşı çıkanların torunları günümüzde gerici düşüncelerini yaymak yolunda ondan en çok yararlanananlar değil mi? bağnaz kişi çelişkiden yarar ummayı beceri sayar, onda dizgesel düşünme diye bir olay yoktur. işte dinlerin yararlandığı en kolay sömürü alanı da budur, bu çelişkiden tedirgin olmama ortamıdır.

    türk şiirinde şeriatı savunan, onun değişmez bir geçerlilik taşıdığına inanan ozanlar çoktur, ancak onlardan başarılı bir ürünün ortaya konduğunu gören de olmamıştır. çağımızın islam ülkelerinde, adını dünyaya duyurmuş aydınların, yazarların, ozanların hepsi eski geleneklere karşı çıkan devrimci kimselerdir, oysa şeriat yanlılarının bütünü sömürülmeye alıştırılmış, geri bırakılmış, karanlıklara itilmiştir. tevfik fikret’in yöneldiği batı ile, mehmet akif’in savunduğu islam dünyasını şöyle yüzeysel bir karşılaştırma bile büyük boyutlara ulaşmış yıkımın hangi ülkelerde olduğunu gösterecektir. bugün tanrıya, şeriata sığınan dörtyüz milyonluk islam topluluğunu, çağdaş anlayışa dayanan üç milyonluk israil utanç verici bir yenilgiye uğratmıştır, üstelik birkaç gün içinde. bugün ülkemizde, hızlı bir geriye dönüşün izleri görülüyor, kadınların karanlıklara itilmesini öngören tarikatçılık daha ilkokul çağındaki çocukların, özellikle kızların aydınlanmasını tanrısal bir yasakla engellemeye çalışıyor, ortam buna çok elverişlidir. kadını erkeğin tarlası olarak niteleyen, yasal kurumlarda, toplum kuruluşlarında kadın-erkek eşitliğini ağır suç sayan bir inanç birikimine bağlamak uygarlığın verilerinden yararlanma olanağının, anlayışının yokluğundan kaynaklanır. anaya değer vermek, onu yüceltmek islam inançlarını kurtarmaz. yeryüzünde anayı dövün, saymayın, ona saygı göstermeyin diyen bir din görülmemiştir. bu nedenle islam dininin anaya önem vermesi onun özgün bir buluşu değildir, ne yazık ki kimi okumuş kadınlarımız bile bu açık gerçeği bilemiyor, anlayamıyorlar. kur’an adem ile havva’nın çıplak yaratıldığını, birer incir yaprağıyla örtünebildiklerini söylüyor. peki tanrının çıplak yarattığını kara giysilerin içine sokarak güneş ışığından bile yoksun bırakma yetkisi nereden kaynaklanıyor? gericiye sorsanız, size vereceği yanıt şudur: tanrı kadınlara örtünün buyuruyor. peki, örtünmesi gerekeni tanrının çırılçıplak yaratmasında hangi yüce bilgelik saklıdır? sonradan, örtünün diyeceğine, önceden örtünmüş olarak yaratmak tanrısal gücün yetersizliğinden olmasa gerek, işte kadınlar, bu soruyu sorup yanıtını arama bilincine kavuştukları gün güneş ışığından erkeklerle eşit ölçüde yararlanma olanağına kavuşacaklardır. bu olumsuz durumlar toplumsal yapıdan kaynaklanıyor kuşkusuz. nitekim, türk şiirinde tanrıya karşı benimsenen tutumun temelini de toplumsal yapıda aramak gerekir.

    osmanlı toplumu iki yapılıydı, bu yapılar da birbirine karşıt nitelikteydi. düşünmeyi denetim altına alarak engelleyen şeriatın karşısında olabildiğince özgür düşünmeye olanak sağlayan tasavvuf yeralmıştır. işte bu iki karşıt çığır osmanlı’nın toplumsal yapısını oluşturan öğelerin düşünsel ürünleridir. bu olumsuz olayların yazınla, şiirle ne ilgisi vardır denebilir, böyle düşünenler çıkabilir. ancak, yazını, şiiri toplumun ürünlerinden sayma gereğini duyanlar, içinde yaşadığı topluma karşı ozanın, yazarın da bir görevi bulunduğuna inananlar, böyle bir bilince varanlar yukardaki soruların yanıtını vermekte gecikmezler. osmanlı toplumunun yapısı elverişli olmasaydı, bize bu çalışmayı yaptıran nedenler de ortaya çıkmayacaktı. osmanlı toplumu uyumsuz, kendi kendisiyle çelişen, ürettiği tükettiğine yetmeyen, bütün geçimini ılgarladığı ülkelerden sağlanan gelirlere bağlamıştı. osmanlı toplumunun gözünde savaşta yenilenin elindekini almak din bakamından uygundu, elverişli dahası arapça bir sözcükle “ganimet”ti. oysa yaratı ürünlerinin “ganimet”le ilgisi yoktur, sağlıklı bir üretici güç ister. bu üretici gücün kaynağı da düşünsel ortamdır, işte osmanlı’da bulunmayan da bu ortamdı. onda düşünmenin gereği yoktu, düşünülecek olanların hepsi kur’anda vardır, kur’anda olmayanı düşünmek ise gereksiz bir iştir, kimi yerde de suçtur. bir yönetimde, düşünülmesi gereken sorunlar, daha önceden belirtilmişse, orada uygarlıkla ilgili bir gelişimden sözetme olanağı yoktur. düşünülecek sorunları yönetimler değil bilimsel araştırmalar gündeme getirir.
    --- spoiler ---
  • naçizane (bkz: allah/#18754176)
  • ..............

    ölüm buysa tanrım! buysa yaşamak!
    sil alnımdan yazdığın bu yazgıyı...
    ya bir yere çıksın artık bu sokak,
    ya da öldür icimdeki 'tanrı'yı...!!

    ...............

    (bkz: ümit yaşar oğuzcan)
    (bkz: bir çıkmaz sokakta)
hesabın var mı? giriş yap