• istanbul avrupa yakasın(aynalıkavak)da bulunan yanılmıyosam* 4. murat'ın av köşkü
    ağaçlar arasında muazzam bir güzellik
  • 1613 yılında inşasına başlanan saraydır. önceleri tersane sarayı adını almıştı.haliç in güzel bir şekilde izlenebilmesi için her tarafı camlarla çevrili olan bu saray yüzünden bir dönem haliç'te sandalla gezinmek yasaklanmıştı.
    bu saray 3.ahmet zamanında onarılmıştı.adı ise aynı dönemde aynalıkavak sarayı na dönüşmüştü.aynalıkavak denmesinin sebebi ise ,1718 pasarofça antlaşması sonrası venediklilerin 3.ahmet e hediye ettiği büyük aynaların bu sarayın duvarlarına yerleştirilmesiymiş.kavak ağacı kadar uzun olduğu söylenen bu aynalardan dolayı bu saraya önceleri ‘aynaları kavak sarayı’ denilirken zamanla bu ad da aynalıkavak sarayı na dönüşmüş.(bkz: rivayet)
    2.mahmut zamanında yıktırılan bu saraydan günümüze kalan tek bina ise 3.selim in 1791 de sarayı meydana getiren binalardan kasr-ı hümayun un yerine inşa ettirdiği bugün de hasbahçe köşkü denilen binadır.
  • sayın semra hanım istanbul'a teşrif ettiği vakitlerde papatyalarla , işte bu aynalıkavak kasrı denen enfes yerde buluşurmuş.

    1993 te merhum cumhurbaşkanı ile papatyalar dönemi noktalanır , sene 1999 du yamulmuyorsam kasrı gezmeye gittim restarosyon var yazılı bir tabela ile karşılandım , bundan sonra her sene gittim hala restarasyonda diye biliyorum.google yeryüzünden bir bakarsanız , küçük bir bina göreceksiniz içinde türk musiki aletleri de sergilenen bu küçük kasrı bunca yılda restore edememeleri dikkate şayan bir durum , fransızlar beş tane louvre restore eder bu kadar yılda.
    tahminimce papatya yağmalamasından kasır da gösterecek bir şey kalmadı , kalan 4 duvarı müze diye teşhir etmekte suç sayılabileceğinden ?!!!! kasrı tamamen kapattılar.

    bazı sabahlar haliçte kürek çekerken kasra doğru bakıyorum ama kasra dair bir şey gözükmüyor , zamanında kayıkla gezinmeyi yasaklamalarını anlayamadım , demek ki eski kasır bildiğimiz bu kasır değildi denize sıfır başkaca bir yapı vardı yada donanma haliçi doldurarak tersaneleri inşa etmiş olabilir ve bu haliyle kasrın önünde bir pozisyona geçmiştir ?

    milli saraylara bağlıdır.
    1700 lerin başında sultan ahmet tarafından yaptırıldığı sanılıyor.
    ilk defa 1985 de ziyarete açılmış.
  • kasır, (hala) restorasyondadır.
  • şatafattan hoşlanan bir tıynetim olduğunu hiçbir zaman reddetmedim. tevazuu hayatımda hep oldu, ama insanlara karşı! nesnelere karşı nedense hep bir kibir taşıdım, kendimi onlardan üstün gördüm ve onlarda sanat kıtmeti aradım, değer ayrımı yaptım, gösterişlerinden etkilendim.

    hegel, daha on sekiz yaşımdayken kulağıma "sanat geçeğin deforme edilmesidir!" diye fısıldamıştı. kuru bir mantık yürütmüş, anlamaya çalışmış, insan-nesne ilişkisini ariz amig usa vurmuştum; ama doğal olanın ne olduğunun o yaşlarda yeterince ayırdına varamıyordum.

    doğal neydi? şeyler ve insanlar doğal olunca mı iyi oluyordu? çıplaklık doğallık mıydı? niçin çiş yaparken oralarımızı kimse görmesin istiyorduk? nereye kadar doğal olunabilirdi? doğallığın ölçütü ne olacaktı? ateş değmiş etle, çiğ et arasında da doğallık aranacak mıydı? ayrım neye göre olacaktı? düşüncenin, şiirin, fikrin doğalı ne olacaktı? inançta, huyda, yeteneklerde de doğal aranacak mıydı? doğal neydi, doğallık ne olacaktı?

    jan jak russo itiraflar'ıyla kafamı iyice allak bullak etmiş, toplum sözleşmesi'yle her şey birbirine girmişti. oysa bahsettiği sadece doğallıktı. söz sanatlarını, muaşereti, örf ve adetleri ve hatta nezaketi bile doğadışı ve yapma buluyor, bunlardan tiksindiğini söylüyordu. bense anlamıyordum, nasıl olacaktı, topluma ve hatta insanlığa artık neredeyse fermantasyon kanunuyla entegre olmuş kabullerden doğadışı denilerek nasıl vazgeçilecekti? bu mümkün müydü? henüz doğal nedir'in cevabını vermeden bu tür anlayış devrimleri bana çok marjinal ve ağır geliyordu.

    hala öyleyim galiba. şatafat hoşuma gidiyor, doğal olana nispetle iradenin form verdiği, estetize ettiği, cazibe ve sükseyle normalinin üstüne çıkardığı nesneler, olgular, duygular, sesler, renkler... daha çok ilgimi çekiyor, çekiyor.

    sanırım hegel'in fısıltısı bu manada: gerçeği deforme etmek, iyi yönde değiştirmek(hangi iyi, neye göre iyi, iyi ne?:). elbette bu demek değil ki insan eli değmeyen şeylerden hazzetmem ve sevmem onları! olur hiç böyle şey! hayır, bilakis, bu değil! ama konu uzatmaya gerek yok. ben optimizmi seviyorum ve meramım anlaşılmıştır sayıyorum!

    aynalıkavak kasrı bana öyle bir hoşluk yaşattı. burası inişli çıkışlı küçük tepeciklere asılan ağaçlar ortasında bir kasır. etrafı surlarla çevrili, korunaklı bir yer. girişi muhteşem! daha oracıkta etkiliyor insanı, gel diyor adeta, gir içime, tat beni!

    kasra girerken hamdi bey karşıladı beni; trakyalı ve kasrın görevlilerinden. genelde misafirler içeri grup grup alınıyor, ama ben tektim ve grup kuracak başka hiç kimse yoktu. hamdi bey sadece benim içim açtı kasrı. bu hoşuma gitti, gururumu okşadı, kısa sürse de önemli bir adam olduğum vehmi iyi geldi:)

    kapıdan girer girmez anlatmaya başladı hamdi bey kasrı ve tarihini. refakat ve rehaberlik bir arada yani. ama ben oldum olası ezberden konuşanları pek sevmem. yeri değil biliyorum ama kedimi tutamıyorum, sanıyorum bir anımı nakletmem çaçaronluk sayılmaz.

    efendim, zamanın bahrinde üsküdar'ı konu alan bir tv programı çekiyorduk ve bendeniz programın metin yazarlığıyla muvazzaf idim. üsküdar tarihi ve kültürü üzerine muhtasar bilgiler almak için üsküdar kültür müdürlüğü'nde bir uzmana yönlendirilmiştim. ismini vermeyeceğim, uzman ağabey kitapları olan, meşhur bir zat idi. gittim. odasına girdim. tanışma faslının, hoşbeşin ardından üstad anlatmaya başladı.

    üsküdar'ı anlatıyor, ama o nasıl bir anlatış, aman allah'ım, dur durak bilmiyor, dudakları bir an kapanmıyor! araya girmek, soru sormak için zaman kolluyorum. en ufak meyanda bir sırtlan hızıyla atılıverip murad alacağım; ama ne mümkün, izin vermiyor, konuşuyor da konuşuyor! baktım olacak gibi değil, nezaket kaidelerini bir kenara bırakıp, metazoriyle araya girdim ve sordum. sonuç aleyhime oldu tabii: "anlatacam şimdi orayı, sabırlı ol biraz!". ki biraz daha üstelesem zılgıt yemem kaçınılmaz olurdu!

    o an bir vahametteyedim kardeşler, sanki dakikalar yıl olmuş, çıldırmama ramak kalmıştı. bir zamanlar ismet özel kitabına "zor zamanda konuşmak" isimini vermişti de ben bundan etkilenmiştim. şimdiyse zor zamanda susmak ne demek, onu öğreniyordum. öğreniyor, susuyordum; susuyor çıldırmıyordum! ezcümle, bir saatlik monolog sonrası dışarı çıktığımda hürriyetin ne olmadığını gayet iyi anlamıştım: hürriyet, kesinlikle susmak olamazdı!

    hamdi bey de belli ki kafasındaki 'giriş-gelişme-sonuç' metoduyla rehberlik icra edecekti ve sorulara işte öyle kapalıydı. sorulara kapalı ama onaylara açık!

    kişisel tarihimden ders çıkarmak konusunda üstüme yoktur. plan kafamda netti: hamdi bey'i sabırla kasrın çıkışına kadar dinleyecektim; uslu uslu ve hiç soru sormadan. tam çıkış kapısına gelince içtenlikli bir eda ile bir ricada bulunacaktım: "hamdi bey, buraya kadar her şey güzeldi, ancak benim takıntılarım var, ben bu kasrı sessizce bir daha gezmek istiyorum ve yüksek müsadenizle bazı şeylere dokunacağım. bunun için size minnetar olurum!".

    plan işe yaradı ve hamdi bey tav oludu, pekala, buyrun, dedi. veeee, işte... kasrı giriş kapısından itibaren tekrar geziyorum. bu bir güzellik ki eşine az rastlanır; kasır ve ben başbaşayız! :))

    iii. selim gerçekten çok zevkliymiş, musiki ile yakından ilgili ve bizatihi bestekarmış. öyle ki kasrın bir odası onun beste çalışmalarına mahsusen yapılmış.

    giriş göz kamaştırıcı, oradan bekleme odasına geçiliyor, sonra salon beliriveriyor! salon o kadar iç açıcı, havadar ve aydınlık ki anlatamam! mobilyalar, duvarlar, tavan... altın sarısıyla ahşap adeta zifaftalar. koltuklar cevizden mi dersiniz, meşeden mi? sonra iki kenarda arzıedam eden iki ayna... ortada yüksekçe, oyularak desen verilmiş ayaklarıyla mermer bir masa... pencereler görkemli, perdeler gösterişli...

    gerçekten etkilendim ve hamdi bey'e "biz bunları rüya gibi seyrediyoruz, ama onlar burada bunlarla yaşıyorlardı!" dedim. hamdi bey, "ben şu koltukta oturdum, ama hiçbir şey olmadı!" diyerek bir espri yaptı. ben de güler gibi yaptım.

    kasrın aşağısı döneminde hizmetçilere tahsis ediliyormuş. şimdi müzik aletleri müzesi olarak kullanılıyor. fatma gevheri osmanoğlu'nun estrümanları da burada sergileniyor. ve muhtelif yazma notalar, sonra notlar, resimler... ilgilileri için tam bir hazine!

    esasında anlatacak çok şey var, -kasrın tarihi, geçirdiği evreler, restorasyonlar, başka kimlere, nelere ev sahipliği yaptığı...- ama her yazının da kendine göre bir limiti var. sanırım o limit doldu.

    bir not: şatafat kelimesi genelde negatif yollu kullanılır; bilhassa yokluğun hüküm sürdüğü yerlerde estetik, sanat, görkem ve gösterişe meyil hoş bulunmaz ve adaletsizliğe, duyarsızlığa, bencilliğe yorulur. dilin kemiği yoktur, ben kelimeyi 'nötr' kullandım; bir başka kelimeyle tebdili pekala mümkün.
  • girisi 2,5 tl olan sutlucenin az ust tarafindaki kasirdir. icerisi fena degildir, eski osmanli tarzi 3 tane tuvalet var icerisinde. mobilyalar oldukca hos, iceriyi gezdiren adam antipatiktir. bahcesinde havuz kenarinda bayat cay icmek oldukca gereksizdir. su siralar en guzel yani giristeki bilet kesilen mekanin orada takilan kral isimli yavru kopektir. onu sevmek icin bile gidilebilir, cok cana yakin yumuk bir sey kendisi.
  • sururi’nin kasrın onarımını yapanı öven dizeleri vardır

    “hakka ki buldu sây-ı cemilinle asafa
    sahil saray-i saha-i tersane safveti
    tevcihi ruy-i pâk ile tarihe kıl nazar
    âyinelkavak ne güzel buldu sureti”

    ( gerçekten güzel çalışmanla buldu ey vezir
    tersane alanındaki sahil saray temizliği
    temiz yüzünü dön de tarihe bir bak
    kavak aynası ne güzel buldu yansımanı)
  • 40 yıllık istanbullu olarak bugün ilk defa gittiğim kasır.

    girişte her yerde: "saat 17.00'de kapanır." yazmasına rağmen, 18.00 sularında içeri giriş yaptık.

    kapıdaki güvenliğe: "kapalı değil mi?" diye sorduk.
    "yok, yok değil. girebilirsiniz." cevabını aldık.

    bahçeye giriş: kişi başı 15 tl.
    (6 yaş altı ücretsizmiş.)

    kasrı ve kasrın içindeki musiki müzesini gezmek isterseniz, ayrıca ödeme yapmanız gerekiyor.

    bizim amacımız bahçedeki büfeden birer çay alıp, ağaçlar altında içmekti.

    15'er liramızı verdik. bahçeye girdik, ağaçların altında büfeden aldığımız çayı-kahveyi içtik. herhalde henüz pek keşfedilmemiş. içerisi inanılmaz sakindi.
    yalnız türk kahvesi baya baya kötüydü. tavsiye etmem. (güncel kahve fiyatı 45 tl)

    amaç istanbulun içinde sakin bir ortam bulmaksa, gidin görün. biz ortamın ferahlığını, sakinliğini çok sevdik.

    not: otopark var ve ücretsiz.
hesabın var mı? giriş yap