• (bkz: monoton)
  • (bkz: reb tevye)
  • sürekli anlamında kullanılan, kulağa hoş gelen, eski dilden olsa gerek bir kelime
  • yilmadan, hic bikmadan, tekrar tekrar yeniden, mutemadiyen. rutin in temposu. tik tak.
  • "günün ilk ekspresinde bulunan yolcu sayısı, transit geçilen bir ara istasyonda, belediyenin üzerine gururla adını kazıdığı bir bankta ve uykulu gözlerle banliyö bekleyen biri tarafından rahatlıkla sayılabilecek kadar azdır...

    o sabah da, diğer her sabah olduğu gibi bitişik şehirdeki işe yetişmek; ilk ekspresi kaçırıp dükkanı vaktinde açamadığını gören ve akşamdan kalanların ayılmak için (madem içer içmez ayılınacak, neden içilir ki?) kelle paça filan yiyip içtiği çorbacının patronuna durumu bildirmesi sonucu, güç bela - o da şehir dışında- bulduğu bu işi de yitirmemek isteyen serhat, trene binen -daha doğrusu tren henüz hareket etmekteyken atlayan- son yolcu olmuştu.

    vagonlara dışarıdan alıcı gözle bakarak istediği boşlukta, loşlukta ve dolayısıyla hoşlukta bir yer seçememenin ezikliğinden kendini kurtarmak için, ertesi gün istasyona erken, daha erken, çok daha erken gelmeyi tasarladı... ne var ki bu düşünce, bindiği ilk vagonu beğenmeyerek başka bir vagon aradığı zamanlarda belirip rahat koltuğa gömüldüğü an kayboluyordu.

    trenden indiğinde daha istasyon kapısından bu 'hep yabancı' şehre (hiç ısınamamıştı) adımını attığı an dükkanın o kötü ve yoğun kokusunu burnunda hissediyor; trenle yolculuk etmenin üç aşağı beş yukarı her insanda oluşturduğu gizemli havadan ve ertesi gün istasyona erken varmak düşüncesinden iz kalmıyordu. bu sefer de gün bitip bu hep yabancı şehrin ekspres trene duraklık eden tek istasyonuna adımını atana dek iş yeri telaşına kapılıyordu. eve dönüş trenine bindiğinde düşündükleri de yaklaşık her gün aynıydı. aynı manzara, aynı vagon memurları, aynı yorgunluk ve kim bilir, her gün aynı saatte aynı ekspreste olduğu halde aynı vagona binmediği, binmişse de yüzlerini hatırlamadığı aynı insanlar... her şeyin sabit olduğu dar dünyasında yeni şeyler düşünmenin zorluğu içinde bocalıyordu. "bu günü de atlattık" hayat felsefesi olalı kaç zaman geçmişti? bunu hatırlayamazdı. kendini bu sığlığa kaptıran, artık derinlikten korkan biri, günün birinde boyunu aşan sularda yüzmüş olduğunu veya gelecekte yüzecek cesareti kendinde bulabileceği ihtimalini düşünmezdi.

    işte yine adrenalin vücudunda kısa bir gezintiye çıktı. hareket halindeki trene binmeye çalışmanın tehlikeli oluşundan değildi bu heyecan. işe geç kalma, sokakta yankılanan ilk kepenk sesinin faili olamama endişesi. ha yatıştı yatışacak derken ve serhat kendine uygun vagon ararken, sağ ve sol yandaki herkesi ve her şeyi süzen gözleri, yalnızca aksiyon filmlerinde gördüğü türden bir çantaya takıldı. çanta, sert hatlı, dikdörtgen prizma biçiminde, şifreli ve yeşil renkteydi. içinde bulunan nesneyle aynı renkte yani. çantanın içi hepsi yüzlük gibi görünen (oysa alt kısımlarda birlik olabilirdi, bu hiç hesaba katılmazdı filmlerde) amerikan dolarlarıyla doluydu.

    koridor tarafındaki koltuğun üzerinde, çıplak ve davetkâr ve üzerini örtmekten çok açık bırakmak için dizayn edilmiş transparan bir kıyafete fakat hepsinden önemlisi ezelden beri kendisini bekliyormuşçasına kösnül bakışlara sahip bir kadın gibi yatıyordu para. bu kadını kimse serhat'tan daha çok istememiştir ve kimse ondan daha fazla mutlu edemez. senelerce paraya sadece saygı duymuş olmanın burukluğu çocukken yuttuğu bozuk paranın tadı gibi midesini kaldıracak oldu ki kendini toparladı. artık paraya, ona sevgi duyacak kadar yakın olmak istiyordu. sevgi duymak için yakın olmak mı gerekiyordu? doğru kelimeyi hiçbir zaman bulamamıştı zaten. bu yüzden sevdiklerini incitmek, istenmeyerek edinilmiş kötü bir alışkanlık gibi üzerine yapışmıştı. parayı incitmek istemiyordu. ve işte doğru sözcük (ey para! sen nelere kadirsin...): o, sevgisini 'gösterecek' yakınlıkta olmak istiyordu. galiba yine olmamıştı, çünkü insanın sevgi gösterisinde bulunması da gösteriyi sunacağı kişiye cismen yakın olmasına bağlı değildi...

    aynılığından sıkıldığını bile fark etmediği biteviye yaşamına, hiç hesapta yokken (hayat boyu hesap ettiğinden daha fazla para vardı çantada) giren bu çanta ve içindekiler sayesinde 'farklı' birtakım düşüncelere dalmış olmak bile güzeldi. "paslanmamışsın oğlum serhat" dedi. "demek sen hep farklıydın. hep 'başkaları' yüzünden onlar gibi 'aynı' rolü yapıyordun..." sevindi. gülümsedi. sonra parayı gördüğü andan itibaren aklında olmasına rağmen yumuşak ve hayalle karışık düşünceler içinde eriyik halde duran o şeytani fikir bütün hücrelerini kapladı: parayı alıp kaçacaktı! bir kısmını mı yoksa hepsini mi alacaktı? geldiği yöndeki kapıdan mı yoksa ötekinden mi çıkacaktı? trenin bir ekspres istasyona yanaşmasını, elinde kendine ait olmayan paralarla dolu ve yine kendine ait olmayan bu çantayla, kendine ait hayallerle ve soğukkanlılıkla bekleyecek miydi; yoksa bedenini trenin gittiği yöne doğru olanca gücüyle itip kendini rayların kenarına savruk taşların üstüne mi savuracaktı hemen? hayal kurmanın eyleme geçmekten çok daha kolay olduğunu düşündü bir kez daha.

    polisiye filmleri de düşündü: elinde para dolu olduğu her halinden belli bir çantayla fazla uzaklaşmadan, hayalleriyle beraber 'kıskıvrak' yakalanacağını; hayalleriyle beraber hapse tıkılacağını ve biraz da karamsar bir bakışla (yaptığı çok ağır bir suç sayılmasa gerekti, çünkü kimseye zarar vermemişti. hem çanta da ağzına kadar açıktı. transparan) bir ömür boyu bu hayallerle başbaşa kalacakları bir 'dört duvar bir pencere' kurdu kafasında.

    'şu kadar param olsa' konulu ve sonsuza kadar uzaması mümkün (merkez bankası dilediğince para basabilirdi; dilediği kadar hayal kurabilirdi o da) arkadaş geyiklerinden kalan hayal kırıntıları (kırıklıkları?) hücum etti aklına. birden bire mutsuzlaştı: çantadaki parayı az buldu. sonra, büktüğü dudağı ve kıvırdığı burnu 'ne yapalım, yetineceğiz' diyen tevazu dolu bir ifadeye büründüler.

    paranın birkaç destesini alıp tüyse kimsenin ruhu duymazdı ya, bu ona, tabakta artık bırakmanın çocukken yaşattığı o kötü hissi yaşatıyordu düşününce: hepsini alacaktı. almalıydı. bütün bunların bir film setinde geçmediği, bir şaka olmadığı ortadaydı. bu para (kadın) serhat için yaratılmıştı, (para) bunu biliyordu ve uzanmış kendisini bekliyordu işte. şehvete, hele ki doruğa tırmandığı anda kim dizgin vurabilirdi? hem, aziz olmak filan umrunda değildi. kadını istiyordu o. nefesleri birbirine karışmalıydı. kim kime sahip olmuş, ne önemi vardı ki? önemli olan birliktelikti. elini çantaya uzattı...

    adamın uyuduğundan emin olmak için nefes derinliğini ve sıklığını ölçtü kulak ve göz yordamıyla.yavaşça kapağı indirmeye başladığında terlemeye başladığını hissetti. gözeneklerinden neşter batırıldığında çıkan ilk kanı andıran yuvarlak bir sıvı sızdığını duyuyor, büsbütün rahatsız oluyordu. kilit sesi her şeyi berbat edebilirdi. çantayı kucaklamalıydı. sık dokunmuş kumaştan koltuk kılıfı ile deri çanta ses çıkaramazdı. çantayı kucakladı. diz çökmüştü...

    trenden atladığı anın hayali geldi gözlerine; kovmadı bu hayali. saliselerle ölçülse de bu an, kurduğu hayalin keyfini sürmek istedi. orasını burasını kesip kanatan taşlara, paraları, çantayı ve kendini savuran fizik kanunu hükümlerinden merkezkaça inat, şeytanca gülüyordu.

    saliseler tükendi... hayal sona erdi... an geldi. çantayı koltuktan ayırdığı salise, çantanın içinden çok kuvvetli bir siren sesi duyuldu. alarmı hesaba katmalıydı. yine de şanslıydı: diğer istasyonlarda da ötmüş olan tren düdüğü, ineceği istasyonda uyandırmıştı onu. amma da rüya!"
  • 80'li yillarda eurovision'a yolladigimiz halley sarkisinin sozlerinde gecen kelime. pek sırıtıyordu sarki icinde, miniciktim o zaman, nedir diye merak ederdim ama sozluge de baktigimi hatirlamam.
  • kafiyeli olması hasebiyle en yakın anlamdaşı 'habire'dir.
  • bir neslin ilk kez kır zincirlerini şarkısında duyduğu kelime.
hesabın var mı? giriş yap