*

  • nostalji'ye reddiye diye bir yazıyla başlayan kitap. eski istanbul'u anlatmak yerine şimdikinin tadını çıkarmayı yeğliyor.
  • kitap nostaljiye reddiye başlıklı bir yazıyla başlıyor ki bu yazı, eserin fikrinin özünü de ihtiva ediyor. yazının sonundaki beyit gerçekçi-kanaatkâr bir mefkûreyi işaretliyor aynı zamanda:
    "eğer ele geçmezse sevdiğimiz,
    çare ne? eldekini sevmeliyiz!"

    haluk hoca* istanbul ve boğaziçi sahasındaki aşmışlığını ismiyle müsemma kitabıyla ortaya koyuyor: ne bir hâtıra derlemesiyle hayale daldırıyor okuru, ne de gezi rehberiile yetiniyor; istanbul'u, medeniyetimizin sembolü, tecessüm etmiş hâli ve şehir pratiğimizin yegâne numûnesi istanbul'u diriltmenin, yaşatmanın onu bizatihi yaşamakla mümkün olacağını bilmenin gereğini yerine getirerek, fikren (zannımca) en makul ve gerçekçi yaklaşımı; fakat istanbul'un sunduğu ve istanbullunun sahibolduğu hayat şartları bakımından pek az kimsenin hayata geçirebileceği bir projeyi sunuyor okurun, nam-ı diğer "şehir sakini"nin huzuruna ve vicdanına.
    belki bu sanatı bilcümle icra edemez herkes; fakat, hayatına estetik, zarafet ve zevk katmak isteyen biri için birçok mâkûl seçenekler sunan bir kaynaktır mâhut eser.
    bir temennî: yerli kalmaya çalışanlar yaşayışlarına zevk katmaya, modavarî zevk sahibi olanlar yerlileşmeye başlasa ne hoş olur, pek hoş olur!
  • benzer bir örneğine kitap bazında rastlayamadığım eser, sürekli verdiği sıkıntılardan dert yanılan güzide şehrimize zevk almak için bakmayı okuyanlara aşılamaktadır. hangi balık ne zaman yenir, en güzel manzara nerededir... gibi birçok istanbullunun bilmediği, bilenlerin ise çoktan unutmaya başladığı birçok güzel ayrıntıyı içinde barındıran kitabı istanbulda yaşayan herkesin okuması, okuyanın ise okumayanlara okutması gerekir.
  • su anda ayasofya'yı adam etmekle mesgul olan haluk dursun hocanın gözbebeğimiz istanbul'u bize tekrardan sevdirdiği, kösesini bucağını, sandığında sakladıklarını gösteren kitabı... okuyup okumamakta kararsız olanlar için kitaba ismini de veren baslığı koyalım buraya...

    *
    fransizca'da bir tabir vardır ; "l’art de livre" yaşama sanatı anlamına gelir, "l'art de genre" ise yaşama üslubu demektir. avrupa'da bir şehir hakkında tanıtıcı kitap yazılırken basit bir rehber mahiyetinde kitap bile olsa o şehirde "yaşama sanatı" adı verilir; "paris'te yaşama sanatı", "londra'da yaşama sanatı" gibi. biz de ise nedense hep şehir rehberi, istanbul gezi rehberi yahut en fazla istanbul'da yeme içme sanatı gibi başlıklar konup, o muhtevaya uygun bilgiler veriliyor.
    halbuki bir şehri şehir yapan oradaki kendine özgü yaşama imkânları, renkleri, çeşitlilikleri, havasıdır. eğer bütün bu bileşimleri, armoniyi farkedemez, onu sindiremez, o güzellikleri idrak edemeyip oradaki yaşama sanatını gerektiği gibi icra ve tatbik edemezseniz o şehirde bulunuyor, vakit geçiriyor, hatta doğup ölüyor, ama o şehirdeki yaşama sanatının farkına varamıyorsunuz demektir.

    şimdi gelelim bizim şehrimizde, bizim istanbulumuzdaki yaşama sanatına: öncelikle mutlaka bu şehirde nostaljiye takılmamak, mazide kalmamak, ah'lar vah'lar arasında sıkışmamak, yaşayanın, mevcudun, kalabildiği kadarıyla eldekinin tadını çıkarmanın peşinde olmalıyız, istanbul'da yaşama sanatının sanat haline gelmesi için bu tarihî şehir iyi tanınmalı, yedi tepesinden kıyısına, parkından dağına, tarihî osmanlı çınarlarından, taşlardan fışkıran centrantus ruber'lerine kadar iyi bilmek gereklidir.
    istanbul'da erguvan zamanı boğaz'da, kuruçeşme' de, vaniköy-papaz korusu'nda, mihrabat'ta seyre çıkmak, salacak sırtlarında, bebek tepelerinde, hisarların üstünde bu aziz şehre bir tepeden bakmak, çengelköyü'nde, kız kulesi açıklarında, kumkapı'da yazın sandalla istavrit, teşrînlerde ise lüfer avına çıkmak, artık şirket-i hayriye'nin o eski yandan çarklı vapurları kalmasa bile denizcilik işletmeleri'nin boğaz hattında çalışan bir vapuruna binerek şöyle eminönü'nden kavaklar'a gitmek, fenerbahçe'de, kalamış'ta, moda'da, topkapı sarayı üzerinden kızara kızara bir gurubu seyretmek, ağustos ayında kanlıca körfezi'nde mehtaba çıkmak, mayıs ayında çubuklu-hidiv kasrı'nda bülbül dinlemek, kasım ayında çamlıca korusu'nda kasım sakası melodisine kulak vermek, hâlâ kalabilen birkaç istanbul konağında, yalısındaki mor salkımların izlerini araştırmak, baltalimanı'ndaki o tarihî manolyaların bir yaz sonu kokusunu du-yuvermek gerektiğini idrak etmek şarttır.

    istanbul'da yaşamayı bir sanat haline getirmek için bir ramazan'da üsküdar'da atik vâlide'yi, koca mustafa paşa'da sünbül efendi'yi, fatih'te hırka-i şerifi ziyaret etmek, mutlaka bir sabah yahut cuma namazını eyüb'te, bayram namazını ise süleymaniye'de kılmak, beyazıt'ta, fatih'te kur'an-ı kerim'i en iyi tilâvet eden bir imamı (bu sene göztepe tütüncü mehmet efendi camii'nde ilhan tok hocaefendi), bir mevlidde kani karaca'yı, segâh bir akşam ezanını da mesela fenerbahçe camii'nde yunus balcıoğlu'dan, fatih'te ali rıza şahin'i dinlemek, muharrem ayında bir bektaşî-alevî cemevi'nde aşure pişirilmesine, aynı işlemin safer'de cerrahî tekkesi'nde yapılmasına, ilahiyat fakültesi camii'nde enderun usûlü cumhur müezzinlikle bir teravih namazına katılmak, üsküdar'da seyit ahmet deresi'nde, halkalı'da caferîlerin mersiye, tophane'de kadirîhâne tekkesi'nde mir'aciyye okunmasına tanık olmak, galata mevlevihanesi'nde semâ seyretmek sizin için her sene yapma ihtiyacı duyduğunuz genel bir kural olmalı.

    ramazan'ın ilk günü iftarınızı oruç baba'da diğer istanbullularla açmanın zevkine varın, laleli'deki meşhur hasan paşa fırını'na yetişemediyseniz bile, beşiktaş' daki 7-8 hasan paşa fırını'nda pide kuyruğuna girip pide yahut fırından yeni çıkan bir gevrek istanbul simitiyle eski kaşar peynirini katık edin.

    baharda hacı bekir'de çıkan demirhindi şerbetini içip "eski ağıza yeni taam" diyerek şükredin. beykoz-tolon'da hâlâ eski usulde yapılan paçanın bir tadına bakın, süleymaniye-darüzziyafe'de kuru fasulye, fatih-hünkâr' da kıkırdaklı bamya, hacı salih'de bayrampaşa enginarı, kadıköy-yanyalı fehmi lokantası'nda hünkâr beğendi, divan'da su böreği, sarıyer'de artık çok yağlansa ve eski tadını kaybetse de kuşüzümlü sarıyer böreğini yemeden sakın istanbul mutfağını biliyorum deme cür'etini göstermeyin.
    kış gelip kar yağdığında boğaz'a bir de o haliyle uzanarak istinye-zeynel'de mis gibi kokan sıcacık bir salebi yahut suriçini tercihle vefa'dan tavşanlı'nın çorum'un sarı leblebisiyle vefa bozasını içmeyi sakın ihmal etmeyin.

    bebek'te badem ezmesi, sarıyer'de su muhallebisi, kanlıca'da yoğurt, beyoğlu'nda saray'da tavukgöğsü, inci'de profiterol, kavaklar'da balık, koska'da helva, kanaat'da elbasan tava, güllüoğlu'nda baklavanın istanbul'un eskimeyen tatlarından olduğunu hatırınızdan çıkarmayın. ama ille de kurukahveci mehmet efendi'nin esas yerinden bir bayram arifesinde kuyruğa girip kahve alın, ramazan arifesinde de aynı sokaktaki namlı pastırmacı'dan kuşgöğnü pastırma kestirin.

    bütün bunların üzerine ne mi yapılır? taşdelen'den karakulaktan su içip şükretmek, bulamazsanız kayışdağı'nın, hamidiye'nin suyunu içip "allah bunu da aratmasın" deyip yudumlamak tabii ki...

    yine emirgân'ın yaşlı çınarının gölgesinde çay içip yesâri hatlarına dalmak, sarıyer'de, göksu'da mısır yemek, moda'da ve hele özellikle üsküdar kanaat'te eski usûl kaymaklı dondurma yemek, fatih-hırka-i şerifte hâlâ koyun yoğurdu satan barbaros yoğurtçusu'na uğrayıp kaymaklı koyun yoğurdu almak, istiklâl caddesi'nde, kadıköy-bahariye'de, nişantaşı gibi semtlerdeki çingene kadınlarından zamanı gelince lavanta almak, bir istanbul efendisi'ne rebûl lavantası hediye etmek sadece istanbul'da yapabileceğiniz, istanbul'a has şeylerdir.

    ayaküstü midye-kokoreç atıştırırken kadıköy'ün, eminönü'nün, beşiktaş'ın ve hele beyoğlu'nun balık pazarlarını gezmek, mevsimine göre manavlardan bozcaada'nın çavuş üzümünü, kırkağaç'ın kavununu, tereyağ gibi yumuşak hamdi sünkâr armudunu, diyarbakır karpuzunu satın almak, çiçek veya balık pazarı'ndaki reşat'tan, bebek'te nevzat'tan ocakta lakerda alıp kırmızı soğanla yemek, ağustosta sardalya, şubatta kalkan tava, eylülde çingene palamudu, nisanda yumurtalı gümüş tava, hıdrellezde trakya kıvırcığından külbastı ve sütkuzu şiş yapmak ne büyük hazlar tattırır yaşama sanatını bilen istanbullulara.

    artık çiçek yetiştirecek, gül dikecek bahçeniz kalmasa bile mutlaka her sene eminönü'ndeki çiçek pazarı'na uğrayıp fesleğeninden sünbülüne, sakız sardunyasından kokulu karanfiline kadar küçük saksı çiçekleri satın almak hâlâ mümkün.

    beyazıt'ta çınaraltı'nda gezinip, sahaflar'da kitapçı tabiriyle "eşinerek" eski kitapları karıştırmayı deneyin. nasılsa kalabilmiş birkaç sahaf-ı bi-insâf’tan bile bile kazık yiyip nasıl ancak tek nüsha (!) kitap alabileceğinizi görün. hazır bu civarda iken, kapalıçarşı'ya "el kâsibü'l-habibullah" yazılı kapısından girip avare avare dolaştıktan sonra mutlaka sevim lokantası'nda bir eski istanbul yemeği yiyin. yok orası tercih edilmezse çarşının nûr-i osmani kapısından çıkarak sultanahmet'e dalıp tarihî köftecisi'nde içi pişmemiş çiğ olduğundan midenizi yaksa da o mis kokan köftesinden yiyip, taş gibi oturan sımsıcak helvasının tadına özellikle bakın.

    sultanahmet meydanı'nda ayasofya'ya doğru yürüyüp, iii. ahmet çeşmesi'nde "aç besmeleyle iç suyu han ahmed'e eyle dua" kitabesini okuyarak şehrin bu en eski bölgesindeki anıt niteliğindeki yapılarıyla istanbul'un neden imparatorluklar merkezi olarak seçildiğini idrak edin.

    istanbul mimarîsinin osmanlı yadigârı belli başlı bütün eserlerini bilmek, sadece mimar sinan'ın büyük selâtin câmiilerini değil, sokullu, takkeci ibrahim ağa, edirnekapı-mihrimah, hadım ibrahim paşa gibi küçük güzellerini de görmek şarttır.
  • 1999 yılında a. haluk dursun tarafından kaleme alınan ve ötüken yayınları'ndan çıkan kültür serisi kitaplarından. eski istanbul'a, istanbul'un içerisinde ne anlamlar, yaşanmışlıklar taşıdığına dair çok güzel, okunası bir kitap. "ben istanbulluyum", "istanbul'u çok severim" diyen hemen hemen herkesin okuması gereken bir kitap. istanbul ve istanbullular hakkında birçok bilgi barındırıyor, içerisinde. ayrıca anlatılanların arasına şiirler, hikayeler serpiştirilmiş. pek hoş olmuş, okurken kasmıyor. güzel istanbul'cuğumuza daha özenli davranmaya çalışıyorsunuz. artık bahçelerinde yetişmeyen çiçekleri, ötmeyen kuşları duydukça bari elimizde kalanlara sahip çıkalım diyorsunuz. istanbul'un sadece bir kültüre ait olmadığını anlıyorsunuz. istanbulluların nereye giderse gitsinler hep istanbullu kaldıklarına dair hikayeler okuyorsunuz.

    kitapta giriş haricinde sekiz bölüm vardır. bunlar; istanbul'un derununa aşık olmak, yaşayan boğaziçi, istanbulluluk, istanbul'da musiki, istanbul'un florası ve kuşları, istanbul'da ağız tadı, su şehri istanbul ve istanbul'un böyledir baharı'dır. ayrıca her bölümün sonunda "meraklısına notlar" başlığı altında ilgi çekici bilgiler verilmiş.
  • yazarını kaybetmiş kitaptır.
    başımız sağ olsun...
    ne diyelim, fani dünya!
  • "istanbul'da doğmadım, ama istanbullu oldum. istanbul'da yaşayıp da bir türlü istanbullu olamayanlara, bir türlü istanbul'u yaşayamayanlara hep acıdım, onları hiç anla yamadım. istanbul'u geçmişte bırakıp, nostalji feryatlarına katılmadan elde kalanlarla yetinmeye, onları keşfetmeye çalıştım." diyor yazar.

    dolu dolu bir kitap bu. niş zevklere çokça yer verse de, örneğin istanbul'u seyretmek için ihsaniye salacak arasını ya da haliç'i seyretmek için yavuz selim camii türbe tarafındaki duvar dibini önerse de genel olarak erguvan gibi, boğazın keyfini sürebilmek gibi konular sık sık tekrarlanıyor.

    istanbul gibi kültürel yozlaşmadan ziyade kültürel çöküş yaşamış bir şehir için, bu gibi yazıları bir "yeniden istanbullu olma çabası " olarak okuyorum açıkçası. öte yandan nostaljiye boğulup ah vah etmektense bugün hala elimizde olan, şehre dair hususiyetlerin aktarılması taktire şayan elbette.

    haluk dursun istanbulluluk için gerçekten çalışmış biriydi üstelik. mekanı cennet olsun.

    not: bu kadar yoğun yer, kişi ve şey adlarının olduğu bir kitaba index koymayan ötüken yayınevini de esefle kınıyorum.
hesabın var mı? giriş yap