• 1920 yılında bugün ukrayna topraklarında bulunan, bir dönem polonya’ya, o donemin avusturya’sına bağlı galicya bölgesinin lvov (lviv) şehrinde yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş olan leopolde weiss'in hatırat tarzında kaleme almış olduğu eseri. kendisini tanımak ve değerini takdir edebilmek açısından kuran mesajı ile birlikte anılması gereken ikinci büyük eser. cahit koytak tarafından türkçe’ye çevrilen kitabı insan yayınları basmıştır. bu kitapta weiss hayatının 1932’ye kadar olan kısmını basit bir anılar bütünü olmaktan ziyade dönemin önemli gelişmelerine ışık tutacak biçimde öğretici özelliği olan bir dille kaleme almıştır.1926'da islam’a gectikten sonra muhammed esed ismiyle anılmaya başlamış olan yazar diğer çılgın kahramanlar gibi içi içine sığmayan bir gençtir; daha 16'sinda orduya katılmak ister ama yaş tahdidinden dolayı hevesi kursağında kalır, sonra yaşı kemale erip de 18'e varınca bu sefer de savaş sonra erer. viyana üniversitesine falan takılır bir donem ama aradığının bu olmadığını anlar ve aslında fizikçi olmak isteyen ama avukatlık mesleğini icra eden babasının kendisi için belirlediği huzurlu bir hayata götürecek gelecek projesini elinin tersiyle bir tarafa iterek gazeteci olmak ümidiyle 20 yaşında evden kaçar. berlin’de uzun sure iş arayan esed ilk zamanlar is bulamasa da babasından para istemeyi de yediremez gururuna. hasbelkader küçük bir gazetede küçük bir iş bulur ve 1921 senesinde şans yüzüne güler. o yıl sovyet rusya’da yaşanan kıtlıktan dolayı avrupa’dan yardim istemeye gelen madam gorki* ile sadece esed röportaj yapar ve bu adım kendisi için parlak gazetecilik geleceğinin ilk adimi olur. ardından kudüs’te psikanalist olarak çalışan dayısı dorian’ın daveti üzerine buraya giden esed ortadoğu’da 1,5 yıl geçirir ve bu süreçte ortadoğu hakkında yazdığı makaleleri beğenen donemin en saygın gazetesi frankfurter zeitung tarafından gazetenin ortadoğu muhabiri olarak atanır. bir ara tekrar avrupa’ya döner ve burada ününün kendinden önce buralara yürüdüğünü görür ayni süreçte daha sonra evleneceği kendisinden 15 yaş falan büyük elsa hanim ile tanışır. bir ara tekrar arabistan’a gelir ve sonra 1925'te yine avrupa’ya döner ve elsa ile evlenir çok geçmeden birlikte müslüman olurlar ve 1926'da birlikte hacc'a giderler, mekke’ye vardıktan 9 gün sonra eşi olur ve kendisi 1932'ye kadar suudi arabistan’da yasar, ardından hindistan, türkistan, çin ve endonezya’yı da gezmek üzere buradan ayrılır.

    kitapta esed’in dönemin ünlü simalarıyla olan yakın ilişki ve dostluklarından ve o kişilerle ilgili kanaatlerinden büyük bir açıkyüreklilikle bahseder. örneğin dönemin arabistan kralı ki bugün bu ülkenin suudi arabistan olarak anılmasının sebebidir, ibni suud ile olan yakın dostluğundan ve kralın güçlü ve zayıf taraflarından bahseden yazar karakter olarak kralın çok saygıdeğer ve yetkin bir insan olmasına karşın bir lider olarak basiret noktasında sıkıntılarının olduğundan ve bu haliyle islam dünyasının kendisine beyhude yere bel bağladığından bahseder. bugün en modernist islamcının bile kabul edemeyeceği vahhabilik hareketinin ibni suud döneminde siyasetle olan ilişkisinden ve kralın basiretsizliği dolayısıyla eğitim kurumu ile desteklenmemesinden dolayı başarıya ulaşamadığından dem vuran yazara göre aslında islam’ın hurafelerden arınması noktasında vahhabiliğin tüm katılığına, uzlaşma bilmez tavrına rağmen önemli bir hareket olduğunu söyler. sorun siyasetle girmiş olduğu ilişki ve eğitim ile desteklenememiş olmasıdır.

    yine dönemin iran başbakanı rıza han ile tanışmış ve dostluğunu kazanmış olan esed kitabın iran mektubu kısmında iran kültürü ve iran ulusçuluğunun iran halkının islam anlayışına olan etkisi ve bu bağlamda ortaya çıkmış olması muhtemel şia inancının kökenlerine dair yapmış olduğu çözümlemeler hayli ilginç ve kayda değerdir. rıza han’ın kaderin bir tecellisi ve iran halkının ve kültürünün kahramanlara vermiş olduğu değer sayesinde hasbelkader başkanlık koltuğuna gelebilmesi yine bu açıdan önemlidir. zira kendisi 45 yaşına kadar okuma yazma bilmeyen basit bir çavuştur.

    aynı dönemde italya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren kuzey afrikalıların direniş odağı olan senusi tarikatının reisi seyyid ahmed senusi ile yakından tanışan yazar yine onun görevlendirmesi ile direnişe yeni bir boyut katmak amacıyla libya’ya, direnişin ünlü sembolü, çöl arslanı ömer muhtar’ı görmeye gider, kendisiyle görüşmeye muktedir olan esed’e göre senusi hareketi o dönem islam hareketinin özüne en uygun ve başarıya ulaşma ihtimali en yüksek harekettir, lakin osmanlının birinci dünya savaşına girmesi ve yapmış olduğu cihad çağrısı gereği senusiler ingilizlere savaş açmak zorunda kalmış ve bu onların yıkılışının ilk adımı olmuştur zira osmanlı askerlerinin yalnız bıraktığı kuzey afrikalılar trablusgarp’ta italyanlara karşı ancak ingilizlerin mısır’da kendilerine bazı hususlarda göz yummasıyla başarılı olabilirken bu yeni durumda iki ateş arasında kalmışlar ve ömer muhtar’ın asılmasıyla neredeyse tamamen bitmişlerdi. kitabın en azından bu kısmının, türk düşüncesinde “arkadan vuran arap” imgesini yeniden ve eleştirel bir şekilde irdelenebilmesini mümkün kılması açısından, okunmasında fayda mülahaza etmekteyim.

    sebebi tam olarak belirtilmemiş olsa da esed’in 1932 senesinde arabistan’ı niçin terk ettiği hususu netlik kazanmamış olmakla birlikte kralla olan ilişkilerinde birtakım sorunlar yaşandığı ihtimali güçlüdür.
  • diyanet işlerinden geçer
  • bu sene bu kitap hakkında bir belgesel çekilmiş, george misch tarafından. geçenlerde trt de de yayınlandı sanki.
    dunyabizim com hakkında bir güzel değerlendirmeye ve yönetmen ile konuşmaya yer vermiş;

    http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=158
    http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=169
  • --- spoiler ---

    yıldızların altında uzayıp giden geceler.insan ne istediğini bilmeden,ceplerinin bomboş olduğunu ve ertesi günün vaat ettiği sorunları unutarak,kendi gibi züğürt ve umutlarla dolu bir arkadaşla,bomboş sokaklar boyunca büyük ve güzel şeylerden konuşarak dolaşıp durduğu uzun geceler..yalnız gençlerin hissedebileceği mutlu bir hoşnutsuzluk;ve dünyayı değiştirmek,yeniden kurmak arzusu..toplum nasıl yeniden biçimlendirilmelidir ki insanlar doğru ve yoğun bir hayat yaşayabilsinler?insanlar arasındaki ilişkiler nasıl düzenlenmelidir ki,insanları teker teker kuşatan yalnızlık aşılabilsin ve böylece gerçek toplum gerçek birliktelik doğsun?iyi nedir?kötü nedir? kader? ya da başka bir deyişle, insan sadece görünüşte değerli fakat sahiden kendi hayatıyla, yapıp ettikleriyle özdeşleşmek,”ben ve yürüdüğüm yol aynıyız, bir bütünlük içindeyiz” diyebilmek için ne yapmalıdır? bilgiye ve kavrayışa duyulan açlık…ve sınırsız tutkular içinde yaşanan geceler;gün ağarırken,gecenin sönmüş arzularından,yavaş yavaş donuklaşmış,katılaşmış ve ıssızlaşmış arzulardan arta kalan karmakarışık bir yatak…

    --- spoiler ---
  • namaz hakkında, harikulade bir bölüm içerir. şöyle ki;

    günde bir kaç kez namaz için toplanıyorlar ve eğer hava yağmurlu değilse namazlarını açıkta kılıyorlardı. uzun tek bir safta toplanıyorlar ve hacı da önlerine geçip imamlık yapıyordu. hareketlerindeki düzen ve uyumla askerlere benziyorlardı; hep birlikte mekke yönüne er, birlikte eğilir, sonra kalkar ve birlikte diz çökerek alınları üzerine yere kapanırlardı. iki secde arasında seccadesi üzerinde, yalın ayak, elleri önünde bağlı, dudakları sessizce kıpırdayan ve kapalı gözleriyle derin bir huşu içinde dalıp giden imamın, bütün kalbiyle dua ettiğini görürdünüz; ötekiler, imamlarının işitilmeyen sözlerini izliyor olmalıydılar,

    böylesine içten bir duanın bir takım mekanik bedeni hareketlerle birleştirilmesi beni nedense biraz tedirgin ediyordu bir gün, biraz ingilizce bilen hacı' ya bu konuyu sordum;

    allah'ın sizden ona duyduğunuz saygıyı eğilerek, diz üstü oturarak ve yere kapanarak göstermenizi istediğine gerçekten inanıyor musunuz? insanın sadece kendi , içine bakarak; yüreğin sükûneti içinde dua etmesi daha uygun olmaz mı? bütün bu bedeni hareketlerin hikmeti ne?

    daha bunları söyler söylemez, pişmanlık duymaya başladım; yaşlı adamın dinî duygularını incitmek istememiştim. fakat hacı hiç de gücenmiş görünmüyordu. dişsiz ağzıyla gülümsedi ve şöyle dedi:

    -başka nasıl ibadet edebiliriz ki allah'a? o, bedeni de, ruhu da birlikte yaratmadı mı? böyle olunca da insanın ruhuyla olduğu kadar bedeniyle de dua etmesi gerekmez mi? bakın, biz müslümanlar duamızı niçin böyle yaparız anlatayım size.

    -yüzümüzü kâbe'ye, allah'ın mekke'deki beyt-ül haremine çeviririz ve biliriz ki, o anda dünyanın neresinde olursa olsun, namaz kılan bütün müslümanlar, hepsi yüzlerini kâbe'ye çevirmişlerdir; bir tek vücut gibiyizdir ve düşüncelerimizin merkezi de o' dur.

    -önce ayakta durarak kur'anı kerimden bölümler okuruz, bunu yaparken, okuduğumuz kelâmın, insana hayatta dimdik ayakta kalması, sebat etmesi için verilen allah kelamı olduğu bilinci içindeyizdir. sonra 'allahu ekber' (allah en büyük! ) deriz; bununla allah'tan başka kulluk etmeye değer başka hiç kimsenin, hiç bir şeyin olmadığını dile getirir ve bunun apaçık bir gerçek olduğunu bir daha duyar ve bu gerçeğe bir daha tanıklık ederiz.

    -sonra o her şeyden yüce olan allah'a duyduğumuz saygıyı, bu yüceliğin önünde eğilerek gösterir, onun gücünü, celâl ve azametini övgüyle anarız. ve onun önünde bir toz zerresinden, yokluktan, hiçlikten başka bir şey olmadığımızı, onunsa bizim yüceler yücesi yaratıcımız, ve babbimiz olduğunu duyarak alınlarımızın üzerine coşkuyla yerlere kapanırız.

    -sonra alınlarımızı yerden kaldırır ve oturup, günahlarımızı bağışlaması, bizi rahmetiyle yargılaması, doğru yola yöneltmesi, bizi sağlık ve rızkla nimetlendirmesi için dua ederiz, onun haberini bize ulaştıran muhammet (s.s.)'e, ondan önceki peygamberlere, bize, kendimize ve doğru yolu izleyen herkese allah'ın selâm ve rahmetini dileriz.
    bize bu dünyada da öteki dünyada da iyilik ve güzellik ihsan etmesini niyaz ederiz allah'tan. ve sonunda da, başımızı sağa ve sola çevirerek, nerede olursa olsun, doğru yolda olan herkese selâm vererek namazdan çıkarız.

    -peygamberimiz böyle namaz kıldı, böyle dua etti ve kendisini izleyenlere de böyle yapmalarını öğretti, bu onların kendilerini isteyerek ve ta yürekten allah'a teslim edebilmelerini -ki islam'ın anlamı da budur ve onunla da, kendi kaderleriyle de barış içinde yaşayabilmelerini sağlamak içindir.
  • büyük mütefekkir muhammed esed’in hak yolu buluşunu anlatan bu muazzam eser için, hayatımda okuduğum en iyi anı/hatırat kitabı diyebilirim. okurken yazarla beraber o mistik yolculuklara siz de çıkıyorsunuz adeta. bu kitapta daha çok ortadoğu ve hicaz var, arapların osmanlı’ya isyanı konusunda önemli bilgiler içeriyor, ikinci kitapta ise yazarın kuruluş ve gelişme sürecinde önemli rol oynadığı pakistan, birlik olmaları konusunda büyük emek verdiği islam dünyası(ülkemiz de var) var. 40’lardan 90’lara kadar bu ülkelerdeki durumu ve gelişmeleri çok güzel özetliyor esed. roman tadında ama bilgi verme konusunda da kaynak eser arayanlar kaçırmasın derim.
  • yıllardır alıp okumayı hep ertelediğim ve en nihayetinde bitirdiğim, hem seyahatname, hem otobiyografi hem de roman tadında güzel kitap. yahudi bir ailenin çocuğu olan avusturya asıllı gazeteci leopolde weiss’in görevi gereği bulunduğu müslüman topraklarda muhammed esed oluşunu, yolunun islam'a gidişini, yol boyunca karşılaştığı müslüman toplumların kültürlerinin ve inançlarının muhammed esed'i nasıl etkilediğini, yaşadıklarının ve gördüklerinin akabinde kalbinin islam'a karşı nasıl ısındığını bu kitapta okuyabilirsiniz. aynı zamanda orta doğu coğrafyası ile alakalı kelime haznesi ve kültür yelpazesi geniş, hem tarihi hem coğrafi bilgiler de içeren muazzam bir edebi anlatıma sahip olduğunu eklemeden geçemeyeceğim.
  • yahudi asıllı gazeteci yazar mühtedi muhammed esed'in; doğu-batı kültürünü, islam ve ehl-i kitab'a bakışını ve semavi dinler arasındaki farkları, islam dünyasının iç yüzünü ve batı'ya karşı direniş destanını eşsiz bir edebi üslupla kaleme aldığı kıymetli eser.
  • müslüman olmadan önce dr. weizmanla filistinle ilgili yaptığı enfes bir konuşma

    --- spoiler ---

    " peki ya araplar ne olacak?" diye sormak zorunda bıraktı. dr weizmann : araplar ne mi olacak? tabii her şeye rağmen bu ülkede yine de çoğunluk durumunda olan araplar değil mi? - onların açık ve kesin muhalefeti karşısında filistin'i kendi vatanımız haline getirmeyi nasıl umabilirsiniz? " siyonist lider omuz silkerek, kuru ve alaycı bir tavırla : " birkaç yıl kadar, umuyoruz ki, çoğunluk filan kalmayacak onlar için " " olabilir belki. yıllardır bu sorunla uğraştığınıza göre durumu benden daha iyi biliyor olmalısınız. hadi diyelim ki, arap mukavemetinin yolunuza koyduğu engeller aşılabilir türden engeller ; peki ya sorunun ahlaki yanı? bu sizi hiç kaygılandırmıyor mu? öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin, sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz? fakat burası bizim memleketimiz, diye cevap verdi dr. weizmann, kaşlarını kaldırarak, biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz hepsi bu. ama neredeyse iki bin yıldır filistin'den uzakta yaşıyorsunuz! üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğiniz günleri toplasan - ki bunun da bütün filistini kapsadığı su götürür - beş yüz yılı bile bulmaz. bu duruma bakılırsa, arapların da ispanya üzerinde pekâlâ hak iddia edebileceklerini düşünmek gerekir. çünkü ne de olsa onlar ispanya'da sizden daha fazla kaldılar.; neredeyse yedi yüzyıl... ve daha da önemlisi, onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman da geçmedi, topu topu beş yüz yıl... dr. weizmann, gizleyemediği bir sabırsızlıkla : saçma saçma! araplar ispanyayı ancak fetih yoluyla ele geçirmişlerdi. ispanya hiçbir zaman onların ana vatanı olmadı ; bunun içinde, eninde sonunda birgün ispanyollar tarafından kovulmaları mukadderdi. bağışlayın ama dedim, bana öyle geliyor ki, burada büyük bir tarihi gerçek gözden kaçırılıyor. öyle ya unutmayalım, ibraniler de filistin'e fatihler olarak girdiler. onlardan önce, semitik, non semitik, pek çok başka yerleşik kabileler vardı burada - amoritler, edomitler, ferisiler, moabitler, hititler ve daha başkaları. bütün bu kabileler, israil ve yahudi krallıkları zamanında bile bu ülkede yaşamaya devam ettiler. romalılar bizim yahudi cedlerimizi buralardan sürüp çıkardıkları zaman bile, onlar bu ülkede kaldıkları zaman bile, onlar bu ülkede kaldılar. bugün de işte yine burada yaşıyorlar. yedinci yüzyılda arap fetihlerini izleyerek suriye ve filistine yerleşen araplar her zaman nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyorlardı. bugün bizim suriyeli ve filistinli olarak tanıdığımız halk, aslında bu ülkenin araplaşmış eski sakinlerinden başka kimseler değil. onlardan bir kısmı zaman içinde müslüman oldu, bir kısmı da hristiyan olarak kaldı ; müslüman olanlar, ister istemez arabistan'dan gelen dindaşlarıyla evlendiler. fakat filistinde yaşayan ve müslüman olsun, hristiyan olsun arapça konuşan bu halk yığınlarının ülkenin gerçek sahiplerinin soyundan, yani daha ibraniler filistin'e gelmeden önce yüzyıllardır bu ülkede yaşayan kadim halkların soyundan geldiklerini inkar edebilir misiniz? dr. weizman, benim bu beklenmedik çıkışıma karşılık nezaketle gülümsedi ve konuyu değiştirdi
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap