• bu kavram, faşizmin sıradan insanın gündelik hayatı içerisindeki basit ama anlamlı tezahürleri olarak da kabul edilebilir. bütün sözlük yazarlarına tavsiye etmemek elde mi değildir nedir?
  • “biri bizi gözetliyor”u hiç izlediniz mi?on-on beş genç insanın bitmeyen bir tarassut altında yaşadıklarını 24 saat boyunca yayın yapan şifreli kanal veya internet ortamından “dikizlemeye” çağırıldığımız, şu “uluslararası medya süksesi” programı... ve “en zayıf halka” ve “kim çıksın” gibi “insan, insanın kurdudur” bildirisini yineleyen programlar... hepsi “sıradan” eğlencelikler... sıradan faşizm, faşizmlerin en tehlikelisidir.

    farkındasınızdır mutlak; nicedir, “vasatlığa” teslim olduk, büyük bir hızla sıradanlaş(tırıl)ıyoruz. insani olan, insanın içsel varlığını zenginleştiren tüm yeti ve değerler, önünde çivilenip kaldığımız “beyaz cam”ın da marifetiyle metamorfoza uğrayıp zavallılaşıyor. bilimin anası merak, “tecessüs”e, onurun anası başkaldırı “mızıklanmaya”, barışın anası empati “neme lazım”cılığa, toplumsallığın temeli kamu bilinci “köşe-dönmeciliğe” bıraktı hanidir yerini. başı sonu belirsiz bir ılımanlık ikliminde, “her şey uyar”cılığın itirazsızlığında, yavanlığın sığ sularında kulaç atıp duruyoruz.
    üniversitelerinin duvarlarını “gregor samsa size bakıyor!” afişleriyle donatan gençler haksız değil. çoğunluğumuz, uzun yıllar önce bir sabah, bir hamamböceği olarak uyanmış olduğunun ayırdına dahi varamamış samsa’larız. üstelik bu gerçek, ekrandan, gazetelerden arsızca her gün yüzümüze vuruluyor. kanıksadık... ya da “böyle gelmiş böyle gider”in sıradan bilgeliği, özgüven yoksunluğunun, iktidarsızlığın patetik’i teslim aldı hepimizi. veya belki sesini kimseye duyuramayan, kehanetlerine kimseyi inandıramayan “kassandra”nın umarsızlığına yenik düştük.
    bu ülkenin yüz binlerce, milyonlarca gencini teslim almış, her akşam ekran karşısına çivileyen “biri bizi gözetliyor”u (ya da “orada neler oluyor?” veya her ne ise!) hiç izlediniz mi? izledinizse mutlak neyi anlatmaya çalıştığımı anlayacaksınız. on-on beş genç insanın her tarafı kameralar ve mikrofonlarla döşenmiş bir evde, bitmeyen bir tarassut altında yaşadıkları ve ipe sapa gelmez diyaloglarını, olur olmaz hoplayıp zıplamalarını, sade suya tirit “felsefe”lerini, insanın içini bayıltan “duygusal”lıklarını, durup dururken ağlamalarını, hezeyanlarını tv ekranından ya da (24 saat boyunca yayın yapan) şifreli kanal veya internet ortamından “dikizleyen” izleyicilerden gelen (ya da geldiği söylenen), hangi kritere göre verildiğinin anlaşılması imkansız oylar sonucu her keresinde birinci gelenin evi paylaştığı arkadaşlarından birini elediği “uluslararası medya süksesi” programdan söz ediyorum. habersiz olamazsınız; olay, “oyun” sınırlarını çoktan aşarak, reha muhtar haberciliğinin “az sonra!”larıyla her akşam ana haber bültenlerinin onlarca dakikasını istila edecek boyutlara vardırıldı. vasat yetenekteki çocuklardan “pop star”lar yaratıldı; bir nevrastenik kadının sinir buhranları, başbakan’ın abd gezisini gölgede bıraktı.
    ignacio ramonet’nin “kriz oyunu” diye nitelediği program, ilkin 1989 eylülünde hollanda’da gösterime girdi ve daha ilk günden, yayınlandığı küçük özel kanal veronica’nın “rating”inde patlamaya yol açtı. o gün bugündür farklı versiyonları, brezilya’dan polonya’ya, abd’den ispanya’ya, arjantin’den isveç’e yirminin üzerinde ülkenin tv kanallarında yayınlandı, yayınlanıyor. versiyonlar, her ülkedeki yapımcıların yaratıcı sadizmleri ölçüsünde farklılık gösteriyor. örneğin fransız versiyonu “loft story”de birbirlerini eleye eleye bir kadın bir erkek kalan “ideal çift”, kendilerine armağan edilecek 3 milyon franklık bir evin sahibi olmaya hak kazanıyorlarmış. bir küçük koşulla: evin tapusunu alabilmeleri, ancak orada altı ay boyunca yine kamera ve mikrofonların gözetimi altında “mahrem yaşamlarının” tv kanalından yayınlanmasını kabul etmelerine bağlıymış!
    big brother’ın fransa versiyonu, bu ülkede devrimci komünist liga, komünist gençlik, anarşist sendika cnt, attac, genç yeşiller forumu gibi kuruluşların ve bir dizi özerk yurttaş medya kolektifinin, yayınlandığı kanalın büroları önünde protesto gösterileri düzenlemesine, polisle çatışmasına dek varan tepkilere yol açtı.
    yapımda insanın sırtını ürperten birden fazla unsur var. “sıradan faşizm”in semptomları... ilkin, hiçbir özelliği, hiçbir vasfı olmayan, sıradan insanların, kendilerine sunulan “teşhirci-röntgenci” rollerini kabullenmede orwell’in kemiklerini sızlatacak bir tepkisizlikle sergiledikleri gönüllülük... yıldırım türker, geçenlerde bir yazısında, “gizleyecek hiçbir şeyleri olmayacak kadar sığ” olduklarından söz ediyordu... katılmamak mümkün değil. ama dahası var. genellikle muhafazakârlığıyla, gelenekçiliğiyle, mahremiyetine düşkünlüğüyle tanımlanan, “kol kırılır yen içinde”, “ayıp yorganın altında” gibi vecizeler üretmiş, “el alem ne der?” korkusuyla büyütülmüş, “karıma/kızıma yan baktın” yüzünden cinayetleri göze alabilen bir toplumun politikacı, işadamı ya da “sanatçı”larının özel yaşamlarını dikizlemeden bunca zevk alır hale gelmesi, bu tecessüsün hiçbir özelliği olmayan insanlara dek uzanması ve nihayet, bir dakika, bir saniye ekranlarda görünebilmek uğruna, insanların kendi sırlarını, mahremiyetlerini faş etmede gösterdiği gayretkeşlik nasıl açıklanabilir? kumkapı’da annesi ve bir ahbaplarıyla yemek yerken birinin tacizine uğrayıp tacizciyi bıçaklayarak öldüren genç kadının, cezaevinden çıktıktan sonra maktülün karısıyla karşı karşıya gazinolarda şarkıcılığa başlamasındaki absürdlüğü, bir tarikat şeyhinin tecavüzüne uğrayıp bir diğerine sığınan ve bu kez de onun kapatması olan başı bağlı genç kadının kanal kanal dolaşıp başına gelenleri ballandıra ballandıra anlatması ve bütün bir toplumun, bu öyküyü soluk soluğa izlemesindeki “sır” nedir? her röntgencinin aynı zamanda teşhirci, her teşhircinin aynı zamanda röntgenciye dönüştüğü bu acımasız diyalektik, ne menem bir yabancılaşmanın ürünüdür?
    ikinci olarak, “sürekli gözetim altında bir hayat”ın olağanlaştırılması... çetin altan’ın “büyük gözaltı”sı, orwell’in “büyük birader”i, foucault’nun “panopticon”u, uyrukları sürekli denetim altında tutan bir iktidar sistemine gönderme yapan eleştirel kurgulardır; her biri okuyanlarda haklı bir tepkiye yol açmış, eleştirel yazın tarafından baskıcı rejimlerin metaforları olarak bolca yararlanılmıştır bu imgelerden. oysa bbg tarzı yapımlar, “oyun” olarak sundukları “sürekli gözetim”i sıradanlaştırmakta, olağanlaştırmakta, hatta çekicileştirmektedir. bu tarz “oyun”larla yetişen kuşaklar için kuşkusuz “özel hayatın dokunulmazlığı” yollu temel haklar anlamsızlaşacaktır. nitekim 11 eylülün ardından cia ve fbi gibi kuruluşların gizli dinleme, gözetleme, yazışmaları denetleme gibi alanlarda aldığı mesafenin kamuoyunda hemen hiç tepkiyle karşılaşmamasında, bu “kanıksamışlığın” da payı vardır kuşkusuz.
    üçüncü olarak, dayanışmacılık, empati gibi insanı insan yapan temel vasıfları berhava eden acımasız rekabetçiliğin körüklenişi... bir araba, bir miktar para ya da bunlara denk düşen, “popüler/medyada görünür olma” uğruna genç insanların bir dakika öncesine dek birlikte gülüp birlikte dans ettikleri arkadaşlarını göz kırpmadan elemeleri tüylerinizi diken diken etmiyor mu? roma sirklerinde imparator’un bir parmak işaretiyle birbirini boğazlayan gladyatörleri anımsatmıyorlar mı? sunucunun yarışmacıların birbirini kırmasına çanak tutan sorularıyla çileden çıkmıyor musunuz? yine tv kanallarında her geçen gün yenisi eklenen “en zayıf halka”, “kim çıksın” gibi yarışmalar, “homo homini lupus/ insan insanın kurdudur” özdeyişinin hepimize belletilmesine aracı olmuyorlar mı? “canım, bunlar birer oyun, birer yarışma” mı diyorsunuz? o zaman size, bir zamanlar meksika yerlilerinin aralarında oynadıkları futbol maçlarını ancak skor eşitlenince, yani taraflar berabere kaldıklarında bitirdiklerini anımsatayım.
    dördüncü olarak, gerek aktörler, gerek sunucular, gerekse izleyicilerin sergilediği inanılmaz anti-entelektüellik, tarifi mümkün olmayan sığlık, dehşet verici kayıtsızlık, apolitizm... günler, haftalar, belki aylar boyu bir araya kapatılan genç insanların ilaç için olsun şiirden, edebiyattan, sanattan, tiyatrodan, sinemadan, bilimden, toplumsal olaylardan, okudukları kitaplardan, siyasetten velhasıl, gençliği ilgilendirmesi gereken bir yığın konudan söz etmeden incir çekirdeğini doldurmayacak lakırdılarla saatler, günler boyu sürdürdükleri “geyik muhabbetleri”... “aslında tercihine saygı duyuyorum, bu nihayet kendi seçimidir, ama ben olsaydım öyle yapmazdım” derinliğini aşamayan “psikolojik” tahliller... 50 kelimeye sıkıştırılmış bir lugatçe... ille de birbirinden farklı görüntü vermek için jölelenip dikleştirilen saçlarla, abartılı yüz boyalarıyla, dekoltelerle, marka giysilerle daha bir sakilleşen aynı tornadan çıkmışlık... sıradanlığın sığ sularında kulaç atarak geçmeye yazgılı ömürler...
    ve nihayet, yine büyük çoğunluğunu 14-25 yaş arası gençlerin oluşturduğunu sandığım izleyicilerin “oy verme” davranışları... bu yaş grubunun inatla ve hayranlıkla “en sinirli”, “en faşizan”, “en kırıp dökücü, en yıkıcı” olana oy vermeyi sürdürmesi, ve en düşük oyların mutlaka ve mutlaka kadınlara gitmesinde “bizi hitler’lerden, mussolini’lerden koru!” dedirten bir şeyler yok mu sizce?
    burada marc augé ya da benzeri postmodern eleştirmenlerin “simülakr”larından, “ne gerçek ne de gerçek-olmayan” olanlarından, “imgeler dünyası”ndan ya da “yeniyetmelikten sıyrılmaya çabalayan insanlığından” daha tehlikeli bir şeyler var. elimizde kalan tek özgürlükle “sinisizm özgürlüğü”yle şurasından-burasından çekiştirerek estetize ve entelektüalize etmekle yetinemeyeceğimiz bir tehlike. fransa’nın entelektüel kanalı arte france’ın başkanı jérome clément’a “bu tip yayınlar yükselen faşizmin yerleşikleşmesine yol açıyor” dedirten bir tehlike. unutmamalı; gündelik hayatı teslim alan, yüreklerden ve akıllardan itirazı silen “sıradan faşizm”, faşizmlerin en tehlikelisidir.
    sibel özbudun
  • günümüzün baskın faşizmi olsa gerek.dünyadaki her türlü baskıyı,ayrımcılığı eleştirip eşitliği savunan kişinin gündelik hayatta,diğerleriyle ilişkilerinde önyargılarından sıyrılamayıp haksızca etiketler yapıştırdığı,aşkta ya da dostlukta durup düşünmeden güç savaşına girip kalp kırdığı zaman içine düştüğü kaçınılmaz durum.ne yazık ki pek çoğumuzun göremediği ve ingeborg bachmann'ın pek bi güzel değindiği gibi faşizm,asıl iki insan arasındaki ilişkide başlıyor.
  • ikinci dunya savasi sonrasinda da varligini surdurmeye devam eden fasizmin yeni ve daha tehlikeli formudur. kok fasizm olarak da bilinir.

    daha genis bir tanimini yapmaya kalkisirsam tanil bora'nin birikim dergisinde yazdigi yazidaki tarifini kullanmaktan cekinmem hatta aynen yazarim. "fasizmin ele aldigimiz ideolojik saiklerinin ve fasist hareket unsurlarinin, doktriner bir cerceveye oturmaksizin gundelik ideoloji icinde anlik veya surekli olarak tezahur edisini, politik bir hedefe baglanmaksizin, orgutsel bir yonlendirme olmaksizin kendiliginden eylemlerde disavurumunu anlatir. siradan fasizm, gorece ‘masumane’ bicimde gundelik iliski orgusunde, okulda, ergen erkek alemindeki iliskilerde, isyerinde nuvelenebilir... siradan fasizm, etki alaninin genisligine mukabil ‘ele gelmezdir”
  • bozuk bir türkçeyle; alışıldık düzene düzelmeye gönüllü çalışmak diyelim.
    (bkz: mevcut düzen beni düzmesin istiyorum)
  • aslında, insan-faşist turnusoluyle ölçüldüğünde gayet de faşizm olan, ama sıradanlaştığı için normal kabul edilen davranışlar toplamıdır. avusturya'nın bunun anavatanı olduğu söylenir.
  • ayni adli film rus yonetmen mikhail romm tarafindan 1965 yilinda yapilmistir. nazizm uzerine yapilmis belgesellerin en kuvvetlilerinden biridir.
hesabın var mı? giriş yap