• gözümüz yok ama, bu george santayana denen herifçioğlu yemiş içmiş, aforizma olarak çıkarmış. on-on beş tanesini ezberleyip, bir de nerede nasıl kullanacağını bilirsen, değme keyfine. en kralından bar filozofunu, bir sanat atölyesi avcısını* rahatça gölgede bırakabilirsin. adamın hayatı da bir ayrı eğlenceli, akademiye uzunca bir dönem yetecek dedikodu çıkar. romanı desen*, bir best-seller. özellikle romandaki monolog ve diyalogların zenginliği altında eziliyor insan. ama inanır mısınız, bir de naçizane felsefesi varmış adamın. cilt cilt yazmış, tuğla gibi koymuş. nasıl bir adamsa, sırf üç yüz küsur kişiyle becerilmiş, üç binden fazla mektubu bile toplamda sekiz cilt tutuyor. kronik ağız ishali varmış anlayacağınız.

    yine de kendisinin asıl eseri, 1927-1940 yılları arasında yazılmış dört ciltlik ‘the realms of being’. romanı dışındaki en ünlü eseri de, herhalde the realms of being’e bir önsöz niteliği taşıyan 1923 tarihli 'scepticism and animal faith'tir (saf olsun artık). ben de bu çalışmasını hazır biraz kurcuklamışken, bildiklerimi paylaşayım istedim…

    felsefe tatsız bir şey olmak zorunda mı? santayana’ya sorsan, alaycı bir tonlamayla “neden olmasın” der, “felsefecinin kendisi hem tatsız, hem de dürüstse, neden olmasın.” dürüstlüğe fena halde takmıştır kafayı, bu onun için belli bir felsefenin dikkate alınabilirlik ölçütüdür. hadi ben de dürüst başlayayım o zaman. çoğunuz biliyorsunuz, bu tatsız felsefe geyiği 19. yüzyıl sonu ve sonrasının ´artiz´ felsefecilerinde çok geçer. sanki iki bin küsür yıldır felsefeye tadını veren her deliğe sokulmuş metaforlarmış gibi**. neyse efendim, santayana süslü yazar, ve der ki, felsefede nasılsam hayatta da öyleyim kardeşim, içi dışı bir adamım (“i stand in philosophy exactly where i stand, in daily life; i should not be honest otherwise” saf, vi). şunu demeye getirir: eğer felsefeci yaşamı kurak bir çöl gibi görüyorsa, yazısı da onun aynası olacaktır. bak bana diyor santayana, hem güzel yaşıyorum, hem güzel yazıyorum. felsefeci olarak bu tarz bir tutarlılığı sergilemiyorsan, dürüst değilsen, at o felsefeyi gitsin. neyse işte, bunlar bana çok bir şey söylüyor olduğundan değil de, önemi sonra anlaşılacak dürüstlük perspektifini baştan ileteyim diye yazıyorum.

    peki santayana, nerede duruyormuş hayatta? şeylerin arasında. e nedir o şeyler? “işte onlar için ontolojisini görebileceğin ´the realms of being´e bakmalısın. ama ondan önce, onun önsözü olarak görülen 'scepticism and animal faith', seni bir keselesin” diyor santayana.

    santayana bir kuşkucu. ya da hadi önce, işe öyle koyuluyor diyelim. ona göre kuşkuculuk dogmatizme karşı bir gard. bu gardı düşürmediğimiz sürece, envai çeşit dogmamızın aslında desteksiz çıkacağını iddia ediyor. şu dogmaları üstümüzden bir atalım da hafifleyelim diyor. üstüne giyeceği rahat bir şeylere ise daha sonra geleceğiz.

    yani santaya’nın skeptisizmi metodolojik mi? hani descartes’ınki gibi? hem evet, hem hayır. bir kere, kuşkucu macerasına koyulduktan sonra santayana’nın elinde avucunda hiçbir şey kalmıyor, bir küçücük 'sum' mum bile. tartışılır ama bazılarına göre bir bilgi aramıyor santayana, onunkisi bir temel arayışı değil. arasa da aramasa da böyle bir temel bulamıyor ama, burası kesin.

    değişim, süreklilik, benlik, varoluş, düşünce, madde, töz vs. derken, hepsine olan inanışın bir inanıştan öte olmadığı sonucuna varıyor ve burada ayrıntısına giremeyeceğim şekilde kendince hepsini çürütüyor (arada oldukça sağlam argümanları da var). en temelinde diyor ki, akıl yürütme yoluyla bunlara dair vermeye çalışacağımız kanıtlar, yine bunların varlığını varsayan kriterler ya da kavramlar içerecektir. bu önkabullerden kurtulup da mutlak doğruluk iddiasında bulunmak mümkün değil diyor. yani akıl yürütmenin altında yatan bir mantık var ve bu mantık önkabuller içerir. dolayısıyla o kavramlara dair doğruluk iddialarımız nihayetinde desteksizdir diyor. ona göre kuşkuculuk olguların doğruluğuna dair şüphe sahibi olmaktır. bu da benzer doğruluk kriterleri olan aynı bilgi aleminin içinde yer almak anlamına gelir (saf, 8). sonuç olarak george, kuşkuculuğunu daha derinlere götürüyor. belleğe dayanarak ve güvenerek, benliğin sürekliliğine, bir şey olarak varoluşuna bel bağlayan kendi deyimiyle romantik skeptisizmin ve ´solipsizm´in de ötesine, şimdiki anın solipsizmine* gidiyor.

    ona göre başka her tür solipsizm çürütülmeye mahkummuş. şimdiki anın solipsizmi ona göre kuşkuculuğun mantıksal sınırlarına götürülmesiymiş ve dürüst bir pozisyonmuş. bana sorarsanız, çok içi dolu bir iddia değil. nedenlerini ileride biraz ima edeceğim. şimdi o sınırlara götürünce solipsistin ortaya çıkan sığınağı nasıl bir şeydir? bir dolayımsızlık halidir. yani aklın aracılığına girmemiş bir verililiğin şu anda olması ve yalnızca olması*. özne nesne ayrımını yok sayan, geçmişi geleceği olmayan pasif bir alıcılık hali. ama tuhaf olan şu ki, içeriksiz değil (her ne kadar santayana buna “içerik” demeyi sevmese de). yeri gelmişken, nedir şu dolayımsızlık fetişi arkadaşım? yani biriniz de şunu bir anlatın deseniz, abi o anlatılır mı be, dile gelmez derler. lan nesi, kime gelir o zaman?

    santayana’ya göre, bir şeyin varlığından (varoluşu değil) söz edebilmemizi olanaklı kılan tek yol onun verili* olması. işte bu verili olan bizde sezgi ya da görü´:intuition´ yoluyla verilidir diyor. hatta nasılsa, verili olanın ne’liğine dair bir fikri de var: ne’liğin* kendisi. yani öz. özler sezginin nesnesidir. onları kendilerine dolayımsız ve verili içerik olarak alırlar desek fena bir betimleme olmaz. çok açık ifade etmese de hisler, duygulanımlar, acılar, hazlar, özellikler, renkler, imgeler falan demek istiyor. bunlardan kuşku duyacak bir benlik ortaya koymadığı* için bu verili içerikten şüphe edilmez diyor. ama bütün bunları anlatırken kullandığı öz, nesne, dolayım gibi kavramların aslında ne kadar içerikli olduğunu, ne gibi önkabuller taşıdığını sanki ihmal ediyor.

    bu özler platon’un formlarına benziyor, ama ciddi farkları da var. bir özler hiyerarşisi söz konusu değil, biri diğerinden daha üstün değil. platon’un cumhuriyetine zıt bir şekilde, “özler alemi her özün vatandaşlık sahibi olduğu bir demokrasi”ymiş (saf, 80). tamamlanmış ve değişmez, olanaklı sonsuz öz var ve hiçbirinin varlığı olumsal değil. öte yandan edimsellikleri* tamamen olumsal. özleri varoluşlardan ayıran temel şey santayana’ya göre dışarıya referans vermemeleri, yani içsel*, kendilerinde kalmaları, kendine-özdeş olmaları. varoluş ise mutlaka ona işaret eden verili veriye dışsal ilişkiler içinde olmalı. sonsuz öz arasında yalnızca bazılarının edimsel olması da olumsal bir şey. bedenimizin kompozisyonu, tarihi, çevresel şartlar vs. hangi öze toslayacağımızı belirleyen olumsal faktörler. varolan şeylere, santayana’ya göre maddeye ve düşüncelere, atfettiğimiz özellikler aslında özler. onları varolanlara atfederek* simgeleştiriyoruz. bilgi dediğimiz şey de bu simgeleştirmeye ve simgeler arası ilişkilere olan inancımız.

    peki şimdiki anın solipsizminden pozitif bir felsefeye nasıl geçiyor santayana? buraya kadar verili olanın dışında her şeyi desteksiz bir inanç olarak niteledi. şimdi ise, bu inançların dirilişine geçer. ama nasıl? en temelde animal faith* dediği nane yoluyla. bu dirilişi de sanki orta yaşlı bir hayvanatı klonlayıp doğanın içine koymuş gibi, hayvanın olası doğal yönelimlerini kavramsal düzlemde simule ederek kotarmaya çalışıyor. başarısı tartışılır.

    peşin peşin şunu söyleyeyim. santayana solipsist yelkenlerini indirdikten sonra, hakikat adına beklentilerimizi düşük tutmamızı öneriyor. bilgi de doğru inançtan ötesi değil diyor. bu çerçevede, ‘animal faith’ aracılığıyla dirilttiğim inançlarım hâlâ da desteksiz, yani kanıtlanmamıştır diyor. işte tam burada santayana’nın pragmatist damarı akmaya başlıyor. bu inançlarım, yaşamın akışı içinde doğrulanıp güvenimi kazanıyor, hatta bir anlamda yaşamamı mümkün kılıyor diyor. (yanlış anlaşılmasın, amerikan pragmacığıyla ciddi sorunları olan bir adam.)

    ‘animal faith’ bir tür itki, doğanın hayvanı zorladığı bir yaşam dürtküsü. bu dürtkü, yaşamın akışının zorlayıcılığıyla alakalı olarak, önündeki barikatları tek tek yıkıyor. özler arası dışsal ilişkiler kuruluyor, deneyimin sürekliliğine benliğin varlığına dair inançlar canlanıyor, dış dünya, zaman-mekan, madde vs. takip ediyor. şöyle sesleniyor santayana: bak koçum, diyorsan ki ben bu 'animal faith' olmadan, dolayımsızlığın, arı deneyimin vs. dünyasında gül gibi yaşayıp giderim, o senin bileceğin bir şey. ancak bu yalnızca sessizlik ve ölümün tutarlı bir biçimde dışa vuracağı bir nihilizme gider. çünkü öne süreceğin tek bir iddia, dışsal bir varoluş iddiası taşıyor olacağından, senin konumunla çelişecektir (saf, 168).

    öte yandan, santayana zaten böylesi bir tutumun ne olanaklı ne de dürüst olduğuna inanır. şöyle der mesela
    köpek önündeki kemiğe bir öz değil, bir tözmüşçesine* yaklaşır. kemiği ısırdığı veya kemirdiği sırada, kendi inancına ikna olmuştur artık. işte o anda bu inancını inkar etseydi, sahtekar itin teki olurdu. benim için de, hayatta olduğum sürece, bu inancı inkar etmek sahtekarlık yapmak olacaktır. sahtekarlık olsa yine iyi, düpedüz budalalık olacaktır. (saf, 233)

    işin özü, hayvanız lan işte diyor george santayana. hayvansal bir inanç hali bütün ilişkilerimizi, bütün yaşamımızı saran bir dürtkü. nesnelere yönelimi sağlayan şey olduğu için, görünün bile mantıksal ve ontolojik öncülü. ‘animal faith’ temelli inançlarımızı kafaya taksaydık, ona göre yaşayamaz olurduk. uyuyunca uyanacağımıza, güneşin doğacağına, gözümüzü açınca göreceğimize, sokakta yürürken yerin göçmeyeceğine, yediğimiz yemeğin bizi öldürmeyeceğine, dostumuzun, sevdiceğimizin, bizi kandırmadığına, patronun paramızı vereceğine, bize benzemeyen insansıların uzaylı olmadığına vs. inanmasak, istenci olmayan bir niç’olurdu halimiz diyor santayana. neyse, nihayetinde, inanç diye bir şeyi nasıl ‘posit’ ediyorum sorusuna kafa yormuyor. işte doğal diyor. e doğalsa niye inanç o zaman diyorsun, temel ontolojik bir 'positing' kategorisi denmez mi buna diyorsun, onu dersem bir inanca bağlanmış olurum diyor. gel gör ki, inanç kavramının mantıksal içeriğini fazla sorgulamıyor…

    işte böyle. fazlaca yorum sokmamaya çalışarak, elimden geldiğince kısa bir biçimde ve az açık bırakarak anlatmaya çalıştım. bir noksanımız varsa affola. kaynak ihtiyacı olana derhal yardımcı olabilirim.
hesabın var mı? giriş yap