• nazım hikmet tarafından destan formunda kaleme alınan ilk eserdir.

    (destanın tam metni sözlükte şu entryde yer alıyor: #1228754)

    eserin başlangıcında nazım, yararlandığı kaynaklar ve yazarlarını masalsı bir havada aktarır okurlarına... darülfünün ilâhiyat fakültesi tarihi kelâm müderrisi mehemmed şerefeddin efendinin 1925-1341 senesinde, evkafı islâmiye matbaasında basılan «simavne kadısı oğlu bedreddin» isimli risalesininden alıntılarla başlar destana...

    "bu ilâhiyat fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından bedreddinimi kurtarmak lâzım" diye düşünür ve cezaevindeki koğuşunda gördüğü bir rüya ile şeyh bedrettin'in varidat'ı yazdığı zamana, ankara savaşının hemen sonrasına gider...

    destan bittikten sonra yine düzyazı ile kaleme alınmış, ahmedin hikâyesi başlıklı bir bölüm vardır ki bu bölümde de hükümlülerden birinin bedrettin'in tarikatından olan bir köyde dinlediği bir hikaye anlatılır.

    iki düz yazının arasında yer alan destanın belki bir parçası sayılmaması gereken; ancak şair tarafından baskı aşamasındayken eklenen bir zeylkısmı daha vardır. tek formalık bu ek, destanda ele alınan, işlenen konunun bir milli gurur meselesi olup olmadığı tartışmasını içerir ve muhtemelen şaire yöneltilecek "marksist dünya görüşüne sahip bir kişinin milli gurur öğeleri içeren bir eser kaleme alamayacağı" yolundaki tutucu eleştiriyi göğüslemek için kaleme alınmıştır.

    ahmedin hikayesi başlıklı son bölümde anlatılan hikayenin devamı olan bu bölüm için bakınız simavne kadısı oğlu şeyh bedreddin destanı'na zeyl.
  • en sevdigim kismi,

    kırlarda çocuk başlarını
    kanlı gelincikler gibi koparıp
    çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
    beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.

    bu gelen
    şehzade murattı.
    hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki şehzade muradın
    ismine
    aydın eline varıp
    bedreddin halifesi mülhid mustafanın başına ine,

    ve

    aydının türk köylüleri,
    sakızlı rum gemiciler,
    yahudi esnafları,
    on bin mülhid yoldaşı börklüce mustafanın
    düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
    bayrakları al, yeşil,
    kalkanları kakma, tolgası tunç
    saflar
    pâre pâre edildi ama,
    boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
    on binler iki bin kaldı.

    kismi olan destan. ulke bolunme esiginde iken, fetret devri yasanirken, bosluktan yararlanip ayaklanan diger beyler gibi ayaklanan, ufak bir devletim olsun diye cikan seyh bedreddin'e sultan murat'in verdigi cevabi anlatir bana gore.

    cok da guzel kesmisler kendisi ve bozguncularini. eline saglik sultan'im, efendimiz.
  • nurullah ataç destan için şöyle bir yazı yazmış

    nâzım hikmet’in sanatını: “ şair zamanının geçici endişelerine bağ-lanmamak, bir ideologianın yayıcı-sı olmamalı, insanda ebedî olan şeyi aramalı” diye tenkit edenlere, simavne kadısı oğlu şeyh bedreddin destanı öyle sanıyorum ki, susturucu bir cevap olabilir. bu kitaptaki parçaların hepsi de zamanımızın bir fikir cereyanına tâbi olmakla beraber, ine insanın ebedî bir hissini, tarihin her devrinde rasgelinen bir kaygusunu aksettiriyor; bir parça olsun insaf göstermek şartıyla, bunu inkâr etmek kâbil değildir. harap olmuş insanları, yoksullaşmış bir memleketi, bir fikir uğrunda çarpışanları, ihanete uğrayanların elemini tasvir etmek; hak bildikleri bir yolda başlarını vermiş olanlar için ağlamak, insanın “ ebedî” hislerinden doğmaz mı? destanı okuyun, göreceksiniz ki, o manzumelerdeki hisleri sizin kendi hisleriniz saymanız için içtimaî veya siyasî itikatlarına iştirak etmeniz hiç de zaruri değildir.
    hatta daha ileri gideceğim, şeyh bedreddin’i nâzım hikmet’-in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kâbildir. “ şairin insanda ebedî olan şeyi araması lâzımdır” demek, “ şair, her devir insanlarının tarafından kabul edecekleri, kendi hislerine, hakikatlerine göre tefsir edebilecekleri mythe’ler yaratmaya çalışmalıdır” demektir. şeyh bedreddin’in nâzım hikmet’in kitabındaki çehresi ile, böyle bir mythe olduğu söylenebilir.
    o destandaki manzumeler güzel midir? herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için elimizde heyecanımızdan başka bir ölçü yoktur. ben, şeyh bedreddin destanı ’ndaki manzumeleri heyecandan sarsılarak okudum. demek ki onlar benim için güzeldir. bir insan için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir. şu var ki, şiir gözden ziyade kulak içindir. mısraları sade gözle takip etmemiz, mânâlarını anlamanız için kâfi değildir. kitapta kalan bir mısra hareketsiz, cansız, mânâsız bir şeydir (böyle olmayanları da vardır; fakat onlara şiir diyemiyoruz). şiirin -kelimeyi hemen hemen musikideki mânâsı verilerek“ okunma” sı lâzımdır. bir manzume, bilhassa bir bestedir; mânâsı, yani güfte, o besteyi bulmamıza yardım eden bir vasıtadan başka bir şey değildir. nâzım hikmet’in şiirini o mânâda “ okumak” ise, itiraf edelim ki pek kolay değildir. çünkü klâsik nazım kalıplarını kullanmadığı için her manzumede ahengi aramaya mecburuz (fakat bu zaruret, klâsik nazım kalıpları ile yazılmış, yani aruz veya hece vezinlerine uygun manzumelerde de vardır; ancak onlarda bir de veznin ittiradı vardır ki, biz ekseriya “ beste” diye bununla iktifa ederiz). nâzım hikmet’in şiiri için: “ bu nazım değil, nesir!” diyenler var. hayır; nesir ile nazım arasındaki başlıca fark, birincisinin “ okunamamasıdır” . halbuki nâzım hikmet’in şiiri muhakkak “ okunulmak” ister. bunun için onu şevseniz de, sevmeseniz de nazım olduğunu, hiç olmazsa nesir olmadığını kabul etmeniz lâzım gelir.
    şeyh bedreddin destanı’nı okuyun, bestesini keşfe çalışın. bulursanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk, gerçekten asil bir ahenktir (şiirin bestesi bittabi musiki değildir. “ şiir okurken kulağımıza bir keman, bir tanbur veya bir piyano sesi gelir” gibi sözlerin mânâsı yoktu. fakat bu ayrı ve uzun bir meseledir).
    emeksiz bulduğunuz bestelerin güzelliğine de pek inanmayın; onlar zaten bildiğiniz şeylerdir. her yenilik, yazan gibi okuyandan da -belki yazandan ziyade okuyandan- bir
    gayret ister.

    son posta gazetesi, 28.11.1936
  • şair ve politik bir figür olan nazım hikmet'in; yorumlayanın politik bakış açısına paralel şekilde olumlama ya da karalamaya maruz kalması, öne çıkardığı değerler ve kişisel motivasyonlarına üstünkörü bakılması, ne yazık ki kendisine dair kritik karakteristik özelliklerinin gözden kaçmasına sebep oluyor. bu sığ dünya görüşü ve yüzeysel yaklaşım, hem edebiyatının hem de yaklaşımlarının dayanaklarının anlaşılmasını engellediğinden elden geldiğince bireysel ön yargılardan ve ideolojilerden uzaklaşarak okumanız şart.

    bu destanı, otuzlu yaşların başında yazdığını akılda tutmamız lazım. nazım hikmet'in çıkış noktalarını, niyetini, çekincelerini bu destanı yazdığı dönemiyle birlikte değerlendirmemiz gerekir çünkü dünya görüşünün henüz yaşıyla birlikte evrilmemiş halini içeriyor. destanı pek çok kez okuduğum halde yıllar içinde edebi ve anlamlı gelen kısımları az çok değişti. mevcut perspektifimle, yani tamamen kendi açımdan akla ve hisse dokunan yerlerini buraya yazayım.

    1- kitabın başındaki düz yazıda, bedrettin'in hikayesi ile nasıl tanıştığını ve hapishanedeki vaziyeti anlatıyor. o ortamda ve ruh halinde bu destanı yazıya dökmek üzere içindeki motivasyonu açıkladığı cümle kritik:

    "bu ilâhiyat fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye düşünüyorum".

    bu hissi tanıyorum çünkü aynı motivasyonla yazdığım çok oluyor. birisini veya görüşü hak etmediğini düşündüğüm şekilde karalayanlara karşı boş durmayıp bir el atma güdüsüyle "hikayeyi bir de bu haliyle duyun" diye yazmaya başlıyorum. nazım, bedrettin'in hikayesi için sırtında bir sorumluluk hissediyor. demek ki sorumluluk duygusu olan birinden bahsediyoruz, çoğunun bildiğinin aksine nazım'ın karakteri için bu önemli bir ipucu. aslında zaten sorumluluk duygusu olmayan bir paşa torunu neden fakir insanların derdine düşüp yıllarını hapislerde geçireceğini bile bile kavgaya tutuşsun demek lazım. şairlerin nihilist veya hedonist olduğuna dair kendinden emin cehalet gözüme sözlükte de çokça çarptığından önemli burası.

    2- börklüce mustafa'nın ermiş modunda kendiyle hayalinde konuştuğunu söylemesi üstüne kendini yargılayacak eleştiriyi düşünüp şunu yazmış:

    "şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken ilâhiyat fakültesi müderrisini düşünüyorum. şerefeddin efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. fakat eğer sağsa ve bu yazdıklarımı okursa benim için: «gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur.»
    tarihi kelâm üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkakayı da duyar gibi oluyorum.
    fakat zarar yok. hazret kahkahasını atadursun. ben maceramı anlatayım."

    materyalist dünya bakışına sahip birinin, ruhlar aleminden çıkıp gelen bir ermişten ilham alarak hikayesini dile getirmesinden rahatsızlık duyması, nazım hikmet'in kendi yazdığını filtreden geçiren mantığının olası eleştiriye ön alması ile açıklanabilir elbette ama aslında burada bir otosansür ve kendinden emin olamama hissi de var. "ruhani bir dervişten bahisle acaba davama ihanet mi etmiş oluyorum" diye kendinden kuşku duyuyor. duymasa henüz gelmemiş eleştiriye karşı reddiyesini oraya iliştirmezdi. bu durumu, yani ideolojisinin tırnağını nasıl keseceğine kadar bireyin hayatına girmesine müsaade etmesi beni hafiften üzüp düşündürse de sonrasında "yerim ya, ben onu bunu takmadan yazacağım" cesareti ile takdir etmemi sağlıyor.

    3- bir üsttekine benzer bir "hissettiğinden utanma duygusu" yaşadığı mini itirafı daha var.

    "şimdi ben bu satırları yazarken, «vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. vay, vay, marksiste bakın...» gibi laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. tıpkı yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi.
    ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.
    bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi?"

    gene kendisini "ulan acaba kendi içimde tutarsızlık mı oluyor" diye tarttığı ama sonrasında mantığa vurup aslında bir sorun olmadığını söylediği kısımlardan biri de burası. bugün dahi, can sıkıcı cehaleti ile mide kaldıran ve solcu geçinen delikanlılardan bahsediyor. hatta, bu yüzeysel kalmakla suçladığı solcuları, tarihi kelam müderrisi mürteci ile aynı kahkahaya sahipmiş gibi hayal ediyor. "iyi ve güzel insanlar"ın kaybetmesinden dolayı duyduğu hüznün, tarihsel materyalizmin doğal ve yaşanması gereken sonucu olduğunu bildiği halde eleştirilecek olmasına ve dolayısı ile hızlı solculara "züppe" diyor. üstüne de bir örnekle bu hızlı devrimcilere ayar veriyor. kendi çevremde gördüğüm veya orada burada okuduğum örneklerde de bu tarz hızlı tayfa hep var olmuştur. bu hızlı tayfanın "marksizmi en iyi anlayan kişi benim ve hayatıma uygulamada zerre müsamaham yoktur" gösterişçiliği başka ideolojilerdeki ve hatta dinlerdeki marjinalleşmelerde de bolca görülebilir. nazım, bu yazdığından dolayı suçlanacağını düşünüyorsa, içinde bulunduğu akımın "hızlıları" etkinlik sağlayabilen yani halen "bunlar manyak be" diyerek ideolojinin merkezi çoğunluğu tarafından reddedilmemiş/mesafe konmamış demektir. bunlarla ilgili orwell'in müsamahasız hızlı sosyalistler için yaptığı tespit çok isabetli idi: "yoksul insanları sevmiyorlardı, sadece zenginden nefret ediyorlardı". bu hızlı tayfa, gemi su almaya başladığı zaman genelde fareye dönüşür veya itirafçı olur. neyse, bu yazdığım maddedeki hüznün sebebi alttaki mısralar.

    "yenenler, yenilenlerin
    dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
    kılıçlarının kanını.
    ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
    hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
    edirne sarayında damızlanmış atların
    eşildi nallarıyla.

    tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
    zarurî neticesi bu!
    deme, bilirim!
    o dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
    ama bu yürek
    o, bu dilden anlamaz pek.
    o, «hey gidi kambur felek,
    hey gidi kahbe devran hey,» der."

    4- efsanenin zeyl kısmında da benzer bir endişesi dikkat çekiyor. bu kısımda ahmet'in, bedrettin'in türk olmasından dolayı duyduğu "milli gurur"un eleştirilmesi diyalogları var. tarihsel materyalizm lensi ile bedrettin'in ve takipçilerinin katline hüzünlenmeyi ayıp gören yaklaşımın bir diğer tezahürü de burada "her türlü milli duygudan sıyrılmak"la ilgili ortaya çıkıyor. sosyal çatışmaların millet üzerinden yürüdüğü bir dünyada milliyetinden gurur duymanın ayıplanması da sosyalist fikirde zaten olmazsa olmazdı. ancak burada nazım'ın imdadına lenin bizzat yetişiyor. "rus milli duyguları ve haysiyetinden" bahseden lenin, nazım için bir vize vermiş oluyor. kanaat önderinin verdiği bu icazet olmasa belki de nazım hikmet daha sonra yazdığı kuvayi milliye destanını da yazmayabilirdi. milli gururla ilgili yazabilmek için nazım hikmet'in lenin'in yazdıklarına tutunmak zorunda hissetmesi çok acı değil mi? bu dogmatikleştiren saplantı bile tek başına ideolojilerle ilgili insanı ürpertmeye ve arasına bir mesafe koymasına yeterli. nazım gibi kafası zehir gibi çalışan, inançlı, inandığı yolda yürüyecek kadar gözü kara birinin bile otuzlu yaşları demek böyle imiş deyip kendimi rahatlatıyorum arada :]

    5- edebi açıdan bana en vurucu gelen kısımları da yazmasam olmaz.

    alttaki kısımdaki fedakarlık, güven, süphesizlik ve az sonra öleceğini bilse bile "dede sultanı"nı reddetmeyen ve celladına el açmayan vakur tavırdan etkilenmemek mümkün değil. bu hikayenin ne kadar gerçek olduğu elbette tartışılır ama zaten tarihte bundan farklı olmayan birçok hikaye de tartışılır.

    "ve her baş düşerken yere
    çarmıhından mustafa
    baktı son defa.
    ve her yere düşen başın
    kılı depremedi:
    —iriş
    dede sultanım iriş!
    dedi bir,
    başka bir söz demedi.."

    alttaki kısımda anlatılan "karaburun mağlupları" bazen hayatımda rast geldiğim manzaralarda aklımda şak diye beliriveriyor. hak etmediği halde zor durumda kalmış, yenilmiş "iyi"lerin yürek burkan perişan hallerini tariflerken dilimde dönmeye başlıyor.

    "geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
    geçer aydın ellerinden karaburun mağlûpları"

    daha pek çok şey yazılır ama bu kadarı şimdilik yeterli. tamamını okumak isteyen için
  • hikmet kıvılcımlı'nın tarih tezinden esinlenerek ve onun isteği üzerine yazıldığı, destanın sonunda kendisi için zeyl yazılan ahmet'in de kıvılcımlı olduğu iddia edilir.
    iddianın ayrıntıları için #121051813
  • bu 'destan'dan aklımda kalan yegâne şey, şiire başlamadan önce nazım hikmet'in yapmış olduğu idamlık tasviridir. aynen aktarıyorum;

    risaleyi kapadım. gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata baktım. ikiye geliyor. bir cıgara. bir cıgara daha. koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum. benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin öttürüyorlardı. bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece batan bir gemide sanırım.

    üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu. evrakları temyizde. yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.

    gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların pencerelerine baktım. üç insan. ikisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede. ilk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına oturanmış. en çok cıgara içen de o.

    üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar.

    seslerini hiç işitmedim. bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır. ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek sallanmıştır.

    tamamı için siir.gen.tr
hesabın var mı? giriş yap