• [bir ukte olmakla beraber evvelinde girmiş olduğum #14349456 nolu entirideki boş bkz. olarak ortalıkta aylak aylak dolanırken unbeknown the black'in ayağına takılmış; o da 18.12.2008 11:38 civarinda uktelemiş.]

    john horgan'ın daha sonra the end of science'ında detaylarını aktaracağı bir röportaj için karl popper efendiyle görüşmeye gitmiş de, orada ifade edilmiş bu söz. ifadenin evvelinde şöyle diyor popper efendi: "çok yol kat etmiş olduğumuzu ancak hâlâ katetmemiz gereken çok fazla yol olduğunu düşünüyorum." (http://jimithekewl.blogspot.com/…gisizliimizde.html)

    peki niye hatırladım bunca zaman sonra? şöyle, geçen sabahlardan birinde (ki sabahlar hep geçilmek içindir) #14940834 no'lu entiriyi girerken platon'un timaios diyalogunu anımsayıp, üzerinden şöyle bir geçmeyi yeterli görmüştüm. sonsuz bilgisizliğimiz'in makulluğuna dair önemli bir vesika olduğunu düşündüm o zamandan beri; peki bu makulluk nerede ve nasıl ortaya çıkarılabilir? sanırım önce her zaman olduğu gibi sağlam bir analize ihtiyacımız var; evvela özneyi daha sonra zamanı ve eylemi belirleyip henüz her şeyi tam anlamıyla hazmedebilmek ve hatmedebilmek için vaktin erken olduğunu tespit edebiliriz. o halde başlayalım: özne kim? bunu öğrenebilmek için platon'un timaios diyaloguna geçiyoruz; diyalogun hemen başlarında kritias, büyük yunan yasa-koyucu solon'un mısır seyahatinde bir mısırlı rahipten işittiklerini aktarır; şöyle diyor rahip: "siz yunanlar, her zaman çocuksunuz, sizin ülkenizde hiç yaşlı yok... çünkü kafanızda ne eski bir geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş bir düşünce, ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var." mısırlı rahibe göre tanrısal cezalandırmalar (hatırlayın: kavimlerin helakı meselesi) sonucunda eskiler bütün birikimleriyle yitip gitmiş; geride kalan üç beş cahil zihin de bilgilerini tam anlamıyla yeni kuşaklara aktaramadıklarından; sonraki her kuşak her defasında yeniden ele alınan bilgi tomurcuklarıyla yaşama adeta birer balık sürüsü gibi sarılmıştır. platon'un, buradaki satırları yazarken yunan'ın bebek olarak düşünüşü aslında bilincin sağlamlığını gösterir; yani demem o ki, kendisindeki tazeliği, henüz olmamışlığı mısırlı rahip üzerinden hem de bir ara ona şunu da söylettirerek kabul eder: "mısırlı rahip: göreceksin ki şimdiki yasalarımızdan birçoğu sizin o zamanki (tufandan önceki) yasalarınızdan alınmıştır" buradaki ifade şu manayı kapsar: biz arada bir tufan olsun ya da olmasın; en nihayetinde eski bilgeliklerimizden yoksunuz. bu bir nevi altın çağ mitosunun başka türlü ele alınışı demektir. taşın değeri sürekli düşmekte; en değersiz olduğu anda yeniden en başa yani en değerli olduğu ana geçecektir; yani devinim çembersel bir seyir izlemektedir. peki kadim mısır, tufandan (eserde geçtiğine göre nil nehrinin ve toprağının niteliği sayesinde) yara almadan kadimliğini sürdürebilmektedir; alın size doğudaki birikimin batı aynası önündeki imajı. şimdi ilk soruya dönelim: "sonsuz bilgisizliğimizde hepimiz eşitiz" önermesinde özne kim, biz (hepimiz) kimiz? görüldüğü kadarıyla eksikliğin farkına ister external ister internal bir etkiyle olsun, hiç fark etmez; en nihayetinde varandır. farkına varmak bilinçliliği gösterir, ister tez olsun ister yavaş, önemli değil. bu durumda yine popper'ın "gerçeği aramak bir çeşit dindir ve bunun aynı zamanda etik bir inanç olduğunu düşünüyorum." (aynı bloga bakın) ifadesi de anlam kazanır. o halde bu bilinci süsleyecek, manalı kılacak olan şu öğüt: sapere aude!

    ziya gökalp, cumhuriyet gazetesi'ndeki yazılarında kullanmış olduğu o meşhur çınaraltı teması kapsamında kendine meçhul bir filozof yaratmış ve fikirlerini onun üzerinden dile getirebilmişti; bir makalesinde şöyle diyordu: "bazı kimseler hala hedef ile mefkurenin ayrı ayrı şeyler olduğunu anlayamıyorlar. hedef şuurlu bir fikir, mefkure şuursuz bir duygudur... mefkure yaratıcı bir hız, yaratıcı bir hamledir. hedef, düşünülmüş bir gaye, yaratılmış bir maksattır. bu gayeyi, düşünen, bu maksadı yaratan da cemiyet değil ferttir. o halde mefkure maşeri, hedef ferdidir." (z. gökalp, makaleler ix., sf.168, xxxi. hedefler ve mefkureler, kültür bakanlığı yay., 1980) "sapere aude" yani "daima (öğrenmeye) atıl/cesaret et" düsturu da ferdidir; bu yüzden sonsuz bilgisizlikteki eşitliğin bozulmamasını sağlayan asli unsurdur aynı zamanda. zira "aydınlanma" nosyonunu "18. yy. aydınlanması" kalıbından bağımsız olarak, ziyadesiyle ferdi düşünürsek, anlamaya çalışırsak aslında hiç kimsenin kimseyi aydınlatamayacağı da ortaya çıkar. çünkü bilgiye yönelim sayesinde amaçlanan yeni durumun ne olduğu belirsizdir. mağara figürü alabildiğine karanlık bir izlenim bırakıyor (ki in inferno nulla est redemptio kapsamında incelediğim figürlerin boğuculuğunu anımsayın); daha rahat olalım; örneğin bir sandalın içinde uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında aylarca, yıllarca kaldığınızı düşünün; mağaranın içindeyken dışarıdan içeriye arasıra gelen ışığın belli ölçüde her tarafınızı sardığını düşünün; ne fark etti? "mağaranızın girişine arkanızı dönmeyin, önünüze dışarıda yaşanan/yaşayan her şeyin gölgesi düşer, onu da hakikat sanmayın" önerisine ne gerek var; alın işte sanki sonsuzluğun ortasında, her tarafınız açıklıkken de aslında siz yine mağaranızda, yine gölgelerle boğuşmaktasınız. önemli olan sadece sizdeki aydınlanma; sizdeki atılım, mağaranın içinde veya dışarıda hiç fark etmez; önemli olan ferdi atılım. zaten bu yüzden başlıkta zikredilen eşitliğin bozulması mümkün değil.

    peki o halde öznenin zamanı ve mekanı söz konusuysa onların tek tek anlaşılabilirliği nerede? simone weil "yalnızca vazgeçilen şeye sahip olunur. vazgeçilmeyen şey bizden kaçar." diyor yerçekimi ve tanrı'nın lütfu'nda. bana kalırsa zamana ve mekana sahip olabilmek için onlardan vazgeçmek gerekiyor; yoksa yaşıyor olma halinin ölme hali olduğu aşikar; bu açıdan zamanın, yok oluşun boyunduruğuna rağmen anlamlı kılınabilmesinde anın anlamını yitirmiş olması çivi gibi çakılır zihnimize. henüz bebekliğinde olduğunu varsaydığımız bir kitlenin bebekliğini kanıtlayan birer insan sureti olarak hem ana bir anlam yükleyemeyerek hem de bir gün mutlaka öleceğini bilerek mekandan yani yeryüzünden vazgeçmemek de saçma. "sapere aude!" tamam da ne için, ne suretle, nereye kadar? yalçın küçük'ün şebeke'sinde şöyle deniyor: "teori, eninde sonunda, kurgudur. ütopya, aklın toplumsal-egemen duvarlarını yıkabilmesidir" (sf. 370, ithaki yay, 2005) evvelden distopya başlığında "zira vazgeçemeyişlerimiz (çözümsüzlüklerimiz) tragedyalarımızı oluşturur, distopyalarımızı değil." demişim; buradan yapılan çıkarım şu: özneye zerk edilen "sürekli bil" hatta mümkünse "kendini de bil" öğütleri başka bazı şeylerden sine qua non vazgeçişlerimiz anlamına gelir. bu kaçınılmaz bir sonuçtur; çünkü niteliğinde ferdilik var yani yalnızlık: insan iki yana birden dönemez, hep tekil kalır. en fazla kendisini aydınlatabilecek kadar bir dünyası olduğundan; düşleyebileceği en kötü dünya projesi bile diğer insanları ilgilendirmez, ki bir de ütopyaları düşünün. sadece yazarları için bir anlam ifade eder; çünkü ziya gökalp'in dediği gibi "hedef ferdidir", tıpkı tragedyalarda olduğu gibi.

    şu açıkça ortaya çıkıyor sanırım: orestes örneğini defaatle vermiştim, çektiği acıların bir kısmını kızkardeşleriyle paylaşıyordu ama bu ortak acıların müthiş getirisi niyetine ana katili olduğunda, biz yunan tiyatrosunun izleyicileri çözümsüzlük anlamında, tragedya izlemiş oluyorduk. bu da herkeste ortak, ancak herkeste başka türlü işleyen bir çark olarak kendini gösteriyor. şimdi çok başka türlü bakalım mevzuya; ya solon, mısırlı rahibe benim burada yazdıklarımı söyleseydi de, aslında bebekliğin asla giderilemeyebileceğine dair onun kafasında soru işaretleri doğurabilseydi? o zaman da bu entiri olmazdı; büyük ihtimalle yunani özneyi arayışta başka bir kaynağa sarılmam gerekirdi. mesela hazır tufan demişken, nuh tufanı'nı anımsayabilirdim. öyle ya büyük vakaları, onları çeken, onlarla sarsılan insan evlatlarıyla anımsayan bizler için bu tufan, aslında onun tarafından yutulmayan bir adamın adıyla anılmak durumunda bırakılmış. garip ki, sonradan "o gemiyi yapmak benim fikrimdi, ben aklettim" bile dememiş, o derece de mülayim ve dürüst.
hesabın var mı? giriş yap