• ahmet yaşar ocak' ın türk sufiliği, alevîlik vb. konularda çeşitli tarihlerde, çeşitli dergilerde yayınladığı makalelerinden oluşan kitabı.
  • ahmet yaşar ocak'ın alevîlik ve bektaşilik hakkında sık düşülen yanılgılar hakkında bir yazısının da bulunduğu kitaptır.

    şöyle:

    "alevîlik, bektaşîlik gerçeği ve buna yönelik bazi tezler*

    1923 tarihinde osmanlı imparatorluğu’ nun yerine, laik batı kültürüne dayalı türk milliyetçiliği esasından yola .çıkan kemalist resmî ideoloji doğrultusunda kurulan türkiye cumhuriyeti devleti, yaklaşık 1980’ lerden bu yana bu ideolojinin iki korku kaynağını bağrında besledi. bunlardan biri etnik köken farklılıklarının, değeri dinî ve mezhebî kimliklerin –daha doğrusu, diğer dinlerden çok islâmî kimliğin- yeniden gündeme gelmesi idi. bu iki korkunun ikisi de, yakın zamanlara kadar hep söylenegeldiği gibi, ister dünyadaki genel “değişim rüzgarları”nın, ister türkiye’ nin kendi tarihsel şartlarının artık dayattığı iç değişim zorunluluğunun, isterse her ikisinin birden sonucu olsun, 1980’ li yıllarda gerçekleşmeye yüz tuttu. “kürt meselesi” ve türevleri (pkk vs.) ile “islâm meselesi” ve türevleri (sünnî müslüman kesimlerdeki islâmî hareket, radikal islâm vs.) ve bu çerçevede “alevîlik problemi” (veya alevî kimliği) türkiye’ nin siyasî ve entelektüel gündemi içinde yer aldı.

    alevîlik problemi önce resmî ağızlarda telaffuz edilen bir takım spekülasyonlar ve eğip bükmelerle kapatılmak istendi ise de kapatılamadı. ancak bu defa adını resmen telâffuz etmek zorunda kalmakla –gerçekte ise “nereden çıktı şimdi bu belâ” kâbilinden yakınmalarla- beraber, bazı bilim adamlarının ürettiği, maalesef vukufsuzluk yansıtan, yüzeysel, kolaycı ve spekülatif tezler yardımıyla, güya çözümlenmeye, ama gerçekte yine üstü kapatılıp faturası yalnızca “dış mihrak”lara kesilmeye çalışıldı. o zamana kadar bu meseleler hakkında bilimsel bir hazırlıktan geçmemiş, herhangi bir çalışma yapmamış, bunlar üzerine ciddi bir düşünce üretmemiş bazı sağ ve sol entelektüeller ve bilim adamları, son birkaç yıldır problemin uzmanı sıfatıyla ortaya çıktılar. bunlardan bir kısmı bizzat alevî kökenliydi, yahut sünnî kökenli olmakla beraber alevî kesimlerden tanıdıkları vardı: veya bunlardan hiçbiri değildi. ama şurası bir gerçektir ki, bu konunun çok değerli bir uzmanının dediği gibi, “alevî olmak ta da alevîler’ le temasta bulunmuş olmak, kendini bir kitap yazmada yetkili saymaya yetmez. konu ön yargıdan uzak ve tarafsız bir yaklaşım, geniş bir bilgi birikimi, uzun bir bilimsel hazırlık temelini gerektirir.”

    içinde birtakım siyasîlerin, bazı entelektüellerin ve bilim adamlarının bulunduğu bir kesim, eskiden savundukları ideolojinin artık pratikte bir anlamı kalmadığını gördüklerinden, alevîlik ve bektaşîliğe yanaştılar, veya içinden çıkmakla beraber, eskiden küçümsedikleri bu zümrelere geri döndüler. böylece bir zamanlar “cahil” olarak değerlendirdikleri bu zümreleri kolayca ikna ederek birtakım spekülatif açıklamalarla kendi ideolojik alanlarına çekebileceklerini varsaydılar. bunun için bazı basın organları vasıtasıyla her fırsatı kullandılar. hacı bektaş-ı velî’ yi, pir sultan abdal’ ı anma törenlerini ve benzerlerini muntazam olarak takip ettiler. buralarda tarihsel ve bilimsel gerçeklere uyma, ama bilimsel olma iddiasında ideolojik konuşmalar yaptılar. bu konuların ana konuları genellikle alevî – bektaşî zümrelerin asırlar boyunca “sömürücü, zâlim osmanlı’ ya ve gericilere karşı” nasıl özgürlükçü ve demokrat bir mücadele verdiği, tarihinde bu görevi yapmış olan alevî – bektaşîler’ in, bugün de sömürücülüğe ve onun işbirlikçisi gericiliğe karşı aynı mücadeleyi sürdürmeleri gerektiği vb. belirli ve tanıdık bir söylemi çağrıştıran konulardı. söz konusu kesim bu devrimci sol söylemi, yayınladıkları bir takım gazeteler ve dergilerde hâlâ kullanmakta, son gaziosmanpaşa olaylarının gösterdiği gibi, özellikle genç alevî kesimi üzerinde oldukça etkili olmaktadırlar.

    alevî – bektaşîler’ in, görünüşte haklı gibi duran bu parlak teşviklerin altında türkiye’ de bir alevî – sünnî çatışmasının tezgâhlanmak istendiğinin farkına varamayacaklarının, bu tuzaklara kolayca düşeceklerini zannettiler. faaliyetlerini bu amaç üzerinde yoğunlaştırdılar; yayınlarını bu amaç doğrultusunda yaptılar. hâlen de maksatlarının belki bir gün gerçekleşebileceği ümidiyle bu yayınlara devam ediyorlar.

    buna karşılık, vaktiyle alevîliği var dahi saymayan, ama meselenin pek de hafife alınacak gibi olmadığını ve beklenmedik bir gelişme gösterdiğini fark eden bir başka kesim, hiç de algılandığı gibi basit olmayan ve tarihin içinden gelen bu mühim meseleyi hemen komplo tezleriyle izaha yöneldi; alevîlik meselesinin, “dış mihraklar tarafından türkiye’ de bölmek üzere kışkırtılan bir problem olduğu, aslında türkiye’ de böyle bir ayırımın, yahut farklılığın bulunmadığı, bu farklılığın sun’i olarak yaratılmak istendiği” şeklinde bir tutum içine girdi. bu kesim, “birlik ve beraberliği sağlama” adına, bilimsel ve tarihsel hiçbir mesnedi olmayan yapay tezlerle meseleyi geçiştirme yolunu seçti. bu meseleyi çözmek isteyen –aralarında devleti temsil edenlerin de bulunduğu- bu kesim, yukarıda tasvir ettiğimiz birtakım uzmanlardan kendi düşüncelerinde olanlarını sahiplendiler veya, kendi tezlerini savunabilecek olanları öne çıkarmaya çalıştılar. bu yolda kitaplar, makaleler yazıldı. nasıl ki vaktiyle kürt meselesinde, böyle bir meselenin bulunmadığı, kürt diye bir etnik toplumun ve bunun konuştuğu –değişik lehçeleriyle- kürtçe diye bir dilin olmadığı, bunun türkiye’ yi bölmek isteyen “iç ve dış mihrakların bir oyunu” olduğu yıllarca iddia edilmiş, ama sonunda bir takım siyasîlerin diliyle “kürt realitesi” kabullenilmek zorunda kalınmışsa, aynı inatçı, yüzeysel ve geçiştirmeci yaklaşım bugün alevîlik problemi için dayatılıyor. “alevîliğin hz. ali’ yi daha fazla sevmekten başka bir şey olmadığı” (esasında şimdiki alevîliğin yanlış yolda olduğu îma ediliyor.), alevî – sünnî ayırımının “iç ve dış mihraklar” ın türkiye’ yi bölmeye yönelik bir oyunundan ibaret bulunduğu yine defalarca vurgulanıyor; bu yönde toplantılar, paneller düzenlendi, birlik – beraberlik günleri yapıldı, özel televizyon kanallarında değişik doğrultularda açık oturumlar, programlar düzenlendi.

    işte alevîlik meselesi, özellikle 1990 yılından itibaren resmî devlet mahfillerinde, siyaset ve basın çevrelerinde, aydın kesiminde –şimdilik- bu doğrultuda götürülüyor ve her zaman olduğu gibi siyasî ve ideolojik ve hattâ maddî menfaatlerin, sonu olmayan spekülasyonların sermayesi yapılmak isteniyor ve bir ölçüde yapılıyor. daha önceleri hiç oralı olmayan birtakım siyasîler, alevî çevrelere yaklaşmaya, okşayıcı, sevecen tavırlarla onları kazanmaya çalışıyorlar. bir kısmı aleviliğin çağdaşlığını, özgürlükçülüğünü, demokratlığını vs. vurgulamaya çalışırken, bir başka kısmı daha başka türlü noktaları öne çıkarıyor ve “alevîlik hz. ali’ yi sevmekse biz de alevîyiz” kabilinden, problemin niteliğiyle ilgisi bulunmaya, gerçeklerle uyuşmayan spekülasyonlara başvuruyorlar.

    sonuç: ermeni meselesi, bulgar meselesi, kürt meselesi, islâm meselesi’ nde olduğu gibi, alevîlik meselesi de, sözü edilen bu iki kesime mensup çevreler tarafından gerçek çehresiyle, tarihin içinden geldiği biçimiyle ve bugünkü yapısıyla gerçekte olduğu gibi tanınmak, bilinmek ve öğrenilmek istenmiyor. yalnızca güdülen maksatlara uyabilecek, kullanılabilecek yanları araştırılıyor veya kullanılmak amacı güdülen yapay tezlerle oyalanılıyor.

    * * *

    bu zaruri genel tesbiti yaptıktan sonra alevîlik meselesi hakkında, yukarda çizmeye çalıştığımız genel çerçeve içinde türkiye’ de alevî veya sünnî, sol veya sağ, siyasî veya entelektüel, akademisyen veya yazar, hangi kesime mensup olursa olsun, sırf problemin tarihsel ve aktüel temelini ve boyutunu yeterince kavramamak –yahut kavranmış olsa bile, birtakım özel amaçlara yönelik tahrif etmek- yüzünden ileri sürülen spekülatif ve bilim dışı tezleri kısaca gözden geçirelim:

    1) alevîlik, sünnîlik’ ten çok daha fazla hz. ali’ yi sevmek ve öne çıkarmak, -aslında sünnî halk inançlarında da varlığını sürdüren- islâm öncesi eski türk inançlarına daha fazla yer vermekten ibarettir. dolayısıyla sünnîlik’ ten fazla bir farkı yoktur. alevîlik, hz. ali’ yi sevmek ve onun gibi yaşamaktır. o halde alevîler gerçekten alevî olduklarını iddia ediyorlarsa, onun gibi yaşamalıdırlar, yani islâm’ ın bütün şer’ î esaslarına riayet etmelidirler.

    2) alevîlik, hz. muhammed’ in vefatından sonra halifeliğe hz. ali’ nin getirilmesi gerekirken hakkının yenmesi, daha sonra ise muaviye tarafından gaspedilmesi sonucu, bu hakkın hz. ali’ ye ait olduğuna inananların teşkil ettiği zümrenin adıdır. halbuki bugün türkiye’ de sünnîler’ in çoğu da bu inanca katılmaktadır. o halde bu ayrılığa gerek yoktur.

    3) alevîlik, bir inanç, bir mezhep değil, bir yaşam biçimi, yaşam felsefesidir. tanrı’ yı insana indirgeyerek insanı “insanüstü”nün baskısından kurtarıp yücelten, tanrı’ yı insan seviyesinde indiren, insanlaştıran bir çağdaş düşünce tarzıdır.

    4) alevîlik, her zaman, her yerde haksızlığa, sömürüye, ezilmişliğe karşı bir başkaldırı ideolojisidir.

    5) alevîlik, çağdaşlık, demokratlık, laiklik ve özgür düşünceden yana olmak demektir. dolayısıyla alevî toplumu geçmişinde de bugün de her zaman her yerde bu değerleri temsil etmiştir ve etmektedir.

    * * *

    kısaca özetlenen ve günümüzün alevîliğin mahiyeti ile ilgili spekülasyonlar pazarında gazeteler, dergiler ve bazı kitaplar aracılığıyla çeşitli ideolojik ve siyasî çevrelerce sergilenmekte olan, meselenin aslından habersiz, aldatıcı ve oyalayıcı tezler işte sayılan bu beş şıkta özetlenebilir. bunların ilk ikisi –muhtelif nüanslarıyla birlikte- sünnî kökenli sağ ve milliyetçi kesime, onları takip eden ikisi alevî kökenli ve alevî olmayan ateist eski marksist sol kesime ait tezler olup sonuncusu ise, bu kesimle bu kesimin dışındaki alevî aydınların ortak tezidir.

    işin açıkçası birtakım çevrelere çok uygun gelen bu tezlerin niçin gerçeği yansıtmadıklarını, neden tarihsel olguya ve bugünkü alevîliğin, bektaşîliğin yapısına ters düştüklerini, bu sebeple de türkiye için hayatî bir önem ve değer taşıyan bu problemi çözmek şöyle dursun, giderek içinden çıkılmaz hale getirmeye namzet olduklarını burada kısaca açıklamaya çalışalım:

    1) alevîliğin doğuşunun, esas olarak hz. ali ile, onun muaviye’ yle olan hilâfet ve imamet mücadelesiyle kesinlikle bir ilgisi yoktur. hz. ali olmasaydı da, -adı alevîlik olmamakla beraber- bugün aynı nitelikte bir toplum yine mevcut olacaktı.

    bu niçin böyle olacaktı? bunun cevabı, daha müslüman olmadan önce orta asya’ da değişik yerlerde ve zamanlarda yaşayan türk topluluklarının sosyo – ekonomik ve kültürel yapıları arasındaki büyük farklılıklarda saklıdır. uzun zamandır yerleşik hayat yaşayan, okuma – yazma bilen, az çok gelişmiş bir kültür seviyesine sahip olan şehirli türkler’ le, at sürülerinin peşinde otlaklarda durmadan yer değiştiren, yazılı kültürle tanışmamış göçebe türk boyları arasındaki bu fark, onların islâm’ ı algılayış, anlayış ve yaşayışlarına da yansıyordu. yeni dinin esaslarını ve kurallarını ana kaynaklarından öğrenme imkânına sahip bulunanlar arasında ehl – i sünnet’ in islâm anlayışı yayılıp gelişirken, bu imkânlarla tanışmamış olanlar arasında ise, çok tabii olarak, şamanizm’ in mistik temeli üzerine oturtulan coşkucu bir sûfilik anlayışının süzgecinden geçmiş, eski inançlarla karışık bir islâm anlayışı, şamanlara benzer sûfilik aracılığıyla yayılıyordu. bu göçebe hayat tarzı içinde oluşan islâm anlayışında, günde muntazaman beş vakit namaz, ramazan orucu ve benzeri şer’ î ibadetler pek yer bulamıyor, allah inancı eski gök tanrı, peygamber inancı ise şaman imajı ile karışıyordu. böyle olduğu içindir ki, 10. yüzyılda yeni müslüman olmuş bir oğuz beyi, abbasî elçisi ibn fadlan’ a, gayet safiyane bir şekilde, hiç ard niyet taşımaksızın “tanrı’ mızın kaç karısı var?” diye sorabiliyor ve ibn fadlan’ ı şaşırtıyordu.

    işte bu islâm anlayışı, muhtelif göçebe türk zümreleri arasında aynı sosyo-ekonomik yapıyla beraber sonraki yüzyıllarda da sürüp gitti ve 12. – 13. yy.’ lardaki göçlerle anadolu’ ya intikal etti. bu arada yıllar boyunca orta asya’ dan anadolu’ ya kadar yol üstündeki bütün kültür ve inançlarla karışa karışa bağdaştırmacı* bir yapı kazandı. bu yapıyı anadolu’ da zenginleştirdi. eski mitolojilerin üstüne yeni mitolojiler ekledi. ama temelindeki güçlü sûfiyâne* özelliği korudu. işte bugünkü alevîlik ve bektaşîliğin inanç temelleri böyle oluştu. bu temeller, budizm, maniheizm gibi eski dinlerin bakiyesi olan hulûl** ve tenâsüh * * * gibi iki temel inanca oturur. bu inançlar sünnî halk müslümanlığında yoktur.

    işte bugünkü alevî ve bektaşî toplumunun ataları olan zümreler, böyle bir islâm anlayışını 12.-13. yy.’ larda orta asya’ dan anadolu’ ya beraberlerinde getirdiler. bazı muhafazakâr araştırıcıların kabul etmekten ısrarla kaçınmalarına rağmen, sünnîlikten çok farklı bu heterodoks müslümanlık anlayışı, bu alanın eski ve yeni bütün gerçek uzmanlarının çok iyi bildiği gibi, o zamanlar henüz hz. ali kültü, oniki imam kültü ve kerbelâ kültü ile tanışmamıştı. ama ahmed yesevî’ den beri kadın – erkek ortak âyinler yapılıyordu, anadolu’ da da yapıldı. 16. yy.’ da buna ayin – i cem* adı verildi. bu, islâm öncesi dönemde konar – göçer türk zümrelerinin özellikle de şamanist olanlarının yaptıkları dinî âyinin islâmileştirilmiş biçimiydi. ahmet yesevî’ nin yaptığı âyinler de böyleydi.

    2) alevîlikle hz. ali, oniki imam ve kerbelâ olayının bağlantısı, başlangıçta mevcut olmayıp 16. yy. başlarında safevi hükümdarı şah ismail – i hatâyî tarafından tesis edilmiş ve alevîlik bugünkü görüntüsünü bu devirde kazanmıştır.

    bu zikredilen kültleri bu heterodoks islâm anlayışının içine başarıyla aşılayan ve böylece bugünkü alevîliğin temelini oluşturan, ritüellerini, âyinlerini, bunların usul ve erkânını,eski âyinlerle karıştırarak yeni bir yapıya kavuşturan, 16. yy.’ da şah ismail – i hatâyî oldu. o bunu, müthiş bir mistik lirizm yansıtan nefesleriyle ve dehâ ölçüsüne varan teşkilâtçılık kabiliyetiyle başardı. eski şamanist nitelikli ve soy süren dinî liderliği, seyyidlik kurumuyla birleştirerek, başta kendisi olmak üzere, bütün dinî liderlerin hz. ali soyundan geldiğini gösteren icâzetnâmeler dağıtmak suretiyle bugünkü dedelik kurumunu yarattı. işte alevîliğin hz. ali ile, ehl – i beyt ile alâkası böyle başladı.

    o halde alevîlik ve bektaşîliğin doğuşunda, hz. ali ve hilâfet meselesi, hz. ali ve muaviye kavgası ile uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığı, alevîliğe ve bektaşîliğe vücut veren temel faktörün bu olmadığı iyi bilinmelidir. ama 16. yy.’ da hz. ali, islâm tarihinde etiyle, canıyla yaşamış hz. ali’ den, sünnîliğin inançlarındaki hz. ali’ den çok daha farklı bir bir biçimde, şah ismail tarafından “tanrısal” bir nitelikle alevîliğin inanç merkezine oturtuldu. böylece heterodoks göçebe türk müslümanlığı, alevîlik oldu. alevîlik’ teki bugün mevcut mitolojik nitelikli hz. ali inancının sünnî’ lerin anladığı “hz. ali sevgisi ve onun gibi yaşamak” meselesiyle örtüşen en ufak bir yanı yoktur. alevîlik’ teki hz. ali inancı ve kültü, tamamiyle apayrı bir mahiyet arz eder ve başlı başına “mitolojik bir teoloji”dir. onun için yukarıdaki ilk iki tez hiçbir gerçeklik temeline oturmadığı gibi, bugün alevî – bektaşî zümrelerine hiçbir anlam ifade etmez.

    3) şu veya bu sebeple sünnîliğe yakınlaşmış veya sünnileşmiş belli sayıdaki alevî’ yi öne çıkararak günümüzde bazı çevrelerce seslendirilmek istenen sünnîleşmiş alevîlik anlayışı, alevîliğin tarihsel ve aktüel çizgisini ve yapısını, dolayısıyla asıl alevî – bektaşî toplumunu kesinlikle temsil etmez.

    bu tür alevîler eskiden de vardı, bugün de vardır ve gelecekte de olacaktır. ama bütün bir alevî toplumunun bu çizgiye gelebileceğini düşünmek, bu toplumu tanımamak ve meseleyi hafife almak demektir. bu itibarla bir takım çevrelere çok câzip gelen bu eğilmiş bükülmüş tevillerden oluşan tezlerin sonu yoktur.
    4) yaşanmış bir tarihi ve bu tarihin oluşturduğu yapıyı bir kenara koyarsak, sırf, hacı bektaş – ı velî tarafından yazıldığı henüz iknâ edici bir şekilde ispat edilmemiş bir makalât kitabına dayanmak suretiyle alevîler’ i ve bektaşîler’ i şer’ î çizgiye çekmeye uğraşmak, tarihi tersine çevirmeye uğraşmaktır.

    ayrıca alevî ve bektaşîler, nasıl kurân’ ı sünnîler’ in anladığı gibi anlamıyor ve yorumlamıyorlarsa, makalât’ ı da sünnîler’ in anladığı gibi anlamazlar. bu itibarla, makalât etrafındaki spekülasyonlar, bektaşîliğin ve alevîliğin bu tarihsel yapısını kesinlikle etkilemez ve değiştirmez. bu çabaları sarf edenler, gözlerinin önündeki alevîliği ve bektaşîliği inançlarıyla ve kültürüyle, islâm anlayışıyla, görüntülediği yapısıyla doğru dürüst inceleyip anlamaya çalışacak yerde, alevî – sünnî yakınlaşmasını illâ malakât’ ı kullanarak sünnî çizgide gerçekleştirme çabasından vazgeçip, onları oldukları gibi kabul etme yoluna girseler, daha faydalı ve gerçekçi bir iş yapmış olacaklardır. kaldı ki bugün köy bektaşîliği türkiye’ de, çoktandır eski tarikat olma hüviyetini ve yapısını kaybetmiş olup neredeyse tam anlamıyla alevîleşmiştir. alevîlik’ le ancak bazı cüz’ î inanç ve ritüel farklılıkları vardır. tarikat hüviyetini koruyan bektaşîler ise, daha çok okumuş şehirli kesimlere mensup olup, onlar da, halen eski tarikat yapısını muhafaza eden arnavut bektaşîliği geleneğine daha yakındırlar. bunlardan sünnîliğe yaklaşanlar olabilir ve vardır.

    5) alevîlik çok ileri bir vahdet – i vücud telâkkisine dayalı bir tanrı anlayışı etrafında oluşmuş, çok belirgin bir tasavvufî karakter arzeden bir inanç sistemi olması dolayısıyla ateizmle asla bağdaşmaz.

    bir defa alevîliği bir “yaşam felsefesi”, bir “yaşam tarzı” şeklinde, anlamsız ve
    tarihten, bugünden kopuk bir biçimde algılayarak koyu bir mistik karakter sergileyen yapısına taban tabana zıt bir tarzda takdim etmek isteyen bu tez, en azından öteki tezler kadar temelsiz ve gerçek dışıdır. ayrıca bu tezin amacı, göründüğü kadarıyla alevîliği ateizm platformuna çekmek suretiyle onu müslüman kimliğinden soyutlamaktır. alevî kökenli olmayan bir takım eski marksist aydın ve yazarlar, bu tezi özellikle işleyerek alevîliği türkiye’ de sanki “fanatik” sünnî müslümanlığına karşı, “özgür düşünceden yana” alternatif bir “yaşam tarzı” olarak göstermek amacını taşımaktadırlar. bunlardan bazılarının bir amacı ise, muhtemelen bu yolla, türkiye’ de alevî – sünnî gerginliğini canlı tutabilmek, böylece islâm’ ın yerine ateizmi hâkim kılabilmek olduğu söylenebilir. zaten bu amacı çok iyi sezildiği içindir ki bu tez, türkiye’ de sünnîler’ den çok, asıl büyük alevî kitlenin şiddetli tepkisini çekmektedir. “alevîlik islâm içi mi, islâm dışı mı?” şeklindeki tehlikeli ve gereksiz tartışma bunu açıkça göstermiştir.

    6) alevîlik tarihte, mûtezile, müşebbihe, mürcie vb. felsefî nitelikli teolojik tartışmalardan doğan bilinen islâm mezheplerinden biri olmadığı gibi, siyasî iktidara talip olan militan bir ihtilal ideolojisi olarak da meydana çıkmamıştır. o, kendiliğinden gelişen bir tarihsel sürecin ürünüdür.
    eski marksist çevreler, ayrıca dördüncü şıkta özetlediğimiz tezi de âdeta bir slogan
    haline getirerek alevî kesimini ihtilalci sol hesabına kullanmayı tasarlamışlardır. bu çevrelere mensup olanlardan veya onlara sempati besleyenlerden bazıları, alevîliğin “bir başkaldırı ideolojisi” olduğunu sürekli bir şekilde vurgulamaktadırlar. yukarda açıklanmaya çalışıldığı üzere, alevîlik böyle bir anlayışın ürünü olarak değil, göçebeliğe dayanan bir sosyo – ekonomik ve kültürel ortamın kendisine mahsus bir müslümanlık anlayışı olarak tabii bir şekilde doğmuştur. bunun aksini savunarak alevîliği bir ihtilal ideolojisi gibi göstermeye çalışanlar, belki türkiye tarihinde zaman zaman heterodoks islâmın bir takım isyanların ideolojisi olarak kullanılmış olmasından yola çıkıyorlar. fakat alevîlik münhasıran bu maksat için oluşturulmuş bir ideoloji değildir. bu ikisi farklı şeylerdir.

    7) alevîlik demokrasi, laisizm, özgür düşünce, çağdaşlık, ilericilik gibi, esas olarak 19. yüzyıl başlarında batı dünyasında yükselen kavramlardan tamamen farklı bir zamanda, zeminde ve apayrı bir kültür ortamında doğmuş, gelişmiş olan bir inanç sistemi ve bunun yarattığı hayat tarzıdır. dolayısıyla alevîliği bunlarla açıklamaya çalışmak, zamandışı* ve keyfî * bir yaklaşımdır ve yanlıştır.

    bu kavramların tam anlamıyla yerleşmesi için mücadele verilen bir türkiye’ de,
    imparatorluk döneminde uzun asırlar boyu kendini geri çekmek ve gizlemek zorunda kalan, bununla beraber daha yakın zamana kadar cumhuriyet döneminde de aradığı serbestliği bulamayan alevîliğin, 1983 sonrasının değişim ortamında kendini gündemde tutabilmek ve kabul ettirebilmek için böyle bir yola başvurması bir bakıma anlayışla karşılanabilir. hattâ cumhuriyet’ le beraber kemalist ideoloji doğrultusunda gerçekleştirilen ve islam’ ı geri plana iten reformların, tabiatıyla sünnî halk kesiminden değil de, daha çok alevî kesim tarafından destek gördüğü doğrudur. ama alevîliğin bu tutumu, hiç şüphesiz osmanlı dönemine duyulan bir tepkinin ifadesidir. ayrıca da yeni rejim tarafından alevîliğe meşrûiyet hakkının verilmesi beklentisi ile ilgilidir. fakat bu beklenti yine de tam olarak gerçekleşmemiştir. onun için bugün hemen hemen bütün alevî yazarlar, alevîliği özellikle bu kavramlarla tanımlamaya çalışmakta ısrarlarını sürdürmektedirler. öte yandan bu iddianın, bir de, 1970’ li yıllardan itibaren ortaya çıkan islâmcı akımlarla ilgili bir yönü daha vardır. kemalist ideolojiyi tehdit eder görünen bu akımlar karşısında alevîlik, kendini bu kavramlarla tanımlamak suretiyle cumhuriyet’ e sahip çıktığı mesajını vermek istemektedir. yoksa yüzlerce yıllık bir inanç sistemi ve hayat tarzı olarak bu kavramlardan çok önce var olmuş bulunan ve güçlü bir geleneksel dinî – sosyal yapı sergileyen alevîliği bu kavramlarla özdeşleştirmenin bilimsel ve tarihî temeli yoktur.

    buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımızdan şu sonuca varabiliriz: yukarda özetlenen tezlerin hiçbirinin, kanaatimizce ne tarihsel ne de aktüel boyutuyla alevîliği izah etmekle uzaktan yakından bir ilgisi söz konusu değildir. eğer türkiye’ de alevîlik – sünnîlik probleminin üstü –ilerde yeniden alevlenmeye namzet bir biçimde- küllenerek, ilk fırsatta patlamaya hazır, geçici ve kısmî, yüzeysel bir alevî – sünnî yakınlaşması değil de, gerçek anlamda toplumsal bir uzlaşma ve bir arada yaşama ortamı yaratılmak isteniyorsa, her iki tarafın da bu aldatıcı tezlerden en kısa zamanda vazgeçmesi şarttır. ikinci olarak, birbirlerini gerçekte oldukları şekliyle kabul ederek, inanç ve kültür farklılıklarıyla birlikte yaşamanın gerektiğine önce inanmaları, sonra da bunun yolunu birlikte aramaları icap eder. kısaca, sünnîler kendilerinden farklı bir alevî kimliği olduğunu, onların da türk müslümanlığının bir yanını oluşturduğunu, alevîler de sünnîler’ in bu müslümanlığın bir başka yarısını meydana getirdiğini kabul ederek bir araya gelebilirler. biri ötekini illâ kendi çizgisine çekmeye zorlamamalıdır. aksi halde bu aldatıcı tezler, her seferinde yeni bir kavga nedeni olacaktır. bundan kimsenin şüphesi olmamalıdır.

    *bu yazı, türkiye günlüğü dergisi, sayı: 31, aralık 1994, ss.115-120’ deki makalenin gözden geçirilmiş şeklidir."
hesabın var mı? giriş yap