• cumhuriyet'in manşetten verdiği toplatılma haberini az önce gördüğüm kitap.
    işin komiği, ben bu kitabı (daha doğrusu orijinalini; british council ankara'dan edinmek mümkün) bir tez/ödevimde kullanmıştım, kapımı çalıp beni de götürecekler diye bekliyorum.
    yazarları simon reynolds ve joy press, kitabın tam adı da "the sex revolts: gender, rebellion and rock’n’roll".
  • simon reynolds'un yasaklanma karari karsisindaki saskinligi da, http://blissout.blogspot.com/ adresindeki blog'undan (23 nisan 2004 tarihli blog) okunabilir.
  • rock muzigini yep yeni bir gozle dinletecek bir kitap... memleketim sonunda yasagi kaldirdi da bu muhtesem kitap satilmaya baslandi..
  • müthiş kitap, rock tarihine merakli herkese tavsiye..
    cogu rock starimizin karizmasi biraz ciziliyor psikanalitik muhabbetlerde ama olsun...
    özellikle psychedelic rock kısmı (2.) beni cezbetti
  • 2 gecede biten, ardından tüm roll koleksiyonunu kurcalattıran, ruj lekesi'ne doğru yol aldıran müthiş kitap.

    ayrıca :
    http://blissout.blogspot.com/
  • "allahım sana geliyorum. rolling stones var, janis joplin var, nick cave var, jim morrison bile var. bir tek ben eksiğim lan bu kitapta..." nidalarıyla bayıla bayıla aldığım, merakla okuduğum kitaptı.

    ama bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

    gerçekten, bir daha hiçbirini eskisi gibi vicdanım rahat dinleyebileceğimi sanmıyorum. tanrı brit-rock'ı korusundu, ama artık hepsi birer suçlu gözümde.
  • (bkz: #28365245)
  • ufuk açıcı bir kitap gerçekten. şöyle pek de kısa olmayan bir özetini paylaşayım:

    s.reynolds ve j.press seks isyanları’nda rock müzikteki farklı yaklaşımları cinsiyet bağlamında ele alarak rock müziğin bir tür psikanalizini yapıyorlar. kitap rock müziği kadın’a ya da kadınsı olana karşı konumlandırışı açısından ele alıyor. kitabın ilk bölümünde eril isyan: rock’n’roll ve türevleri olan müziklerin alt varsayımı ya da çıkış noktası olan kadın-karşıtlığı ya da kadınsı olana karşı duyulan tiksinti ve nefret, farklı dışavurumlarıyla ve vardığı çeşitli sonuçlarla irdelenirken, ikinci bölümde isyandan teslimiyete dönüş yapılan, kadınsılığın ya da ideal bir kadın imgesinin yüceltildiği ve ana-rahmine dönüş özleminin ön plana çıktığı psikedelik gelenek ele alınıyor. üçüncü bölümde ise, rock dünyasında kadınların öyküsüne yer veriliyor.

    kitabın tezi şu: “her tür isyanın psikolojik itici gücü büyük ölçüde, görünürdeki bahanesi ya da bağlamı ne olursa olsun, anneden ayrılmaya duyulan şiddetli ihtiyaç ya da dürtüdür. eril ego’yu oluşturan en eski kopuşun yeniden sahnelenmesinden başka bir şey değildir eril isyan: insan yavrusunun annenin dünyasından ayrılması, cennetten sürgüne gönderilmesi. asi, bireyleşme sürecini biteviye devam eden ve çok çeşitli biçimlere bürünen ayrılma törenlerinde yeniden sahneye koyar, eve bağlılıktan sürekli kaçar. bu kaçış, kaçınılmaz bir şekilde, pişmanlıkla karışık bir seyir izler ve sıkça –rolling stones ve jimi hendrix’in müziklerinde olduğu gibi- yeni bir yuva arayışına yol açar; huzursuzluk yatışır ve mistik ya da idealleştirilmiş anne dünyasının bahtiyarlığında demir atılır. nietzsche’nin belirttiği gibi, “yeni bir tapınak inşa etmek için önce eski tapınağın yıkılması gerekir.”

    “bu yüzden, asi, soyut bir kadınsılığa (yuvadan uzak bir yuvaya) tapınırken aynı anda gerçek hayattaki kadınları hor görüp onlardan korkar. asi, etrafındaki kanlı canlı kadınlardan uzak durup onları suistimal ederken rahme ve idealleştirilmiş bir anaya-sevgiliye özlem duyabilir. asilerin tahayyül dünyasında kadınlar hem birer mağdur hem de iğdiş edici düzenin uygulayıcıları olarak boy gösterir. kadınlar, asinin olmadığı nitelikleri (pasiflik, ketlenmişlik) ve onu prangaya vurmakla tehdit eden her şeyi (evcimenlik, toplumsal normlar) temsil eder. kadın dünyası karşısındaki bu zıt değerli tutum, stones’tan doors, led zeppelin, stooges, sex pistols, guns n’roses ve nirvana’ya dek rock isyanındaki klasik örneklerin hepsinin de alametifarikasıdır. rock’n’roll isyanı savaş sonrasındaki “mom-ism”le, amerika’nın hastalıklarının büyük bir bölümünün annelerden kaynaklandığını ileri süren popüler eleştiriyle yaklaşık aynı tarihte ortaya çıktı. “mom-ism” terimi, philip wylie’nin “tahripkar anne”nin ellerinde amerikan kültürünün yozlaşmasına karşı yazılmış keskin bir kadın düşmanlığı tiradı olan generation of vipers‘da (1942) [engerekler kuşağı] ortaya çıkmıştı. wylie’ye göre, kadınlarla ilintili olan maddecilik ve sığ popüler kültür amerika’yı kuşatıp yok etmeye çalışmaktadır. soap operalar, moda, tv, radyo, duygusal pop şarkılar, hollywood, büyük mağazalar: bu “ucuz” kitle kültürü biçimleri kadınsı duyarlılıklara hitap etmek için tasarlanmıştı ve amerikan kültürünün erkekliğini dinamitliyordu. wylie, kitle medyasının, “matriyarkal, vıcık vıcık, aşırı duygusal, sinsice zalim” zorbalığına veryansın ederken, bu zorbalık düzeninde “ulusal yok oluşun habercisi”ni görüyordu. türediği nihai kaynak olan sığ freudculuk gibi anti-momism de bizzat popüler kültüre sızdı: 50’li yılların amerika’sındaki mülayim konformizmi suçlamanın bir yolu haline geldi. eşler ve anneler evcimenliğin birer yöneticisiydi, eve ekmek getirmek için sabah 9 akşam 5 rejiminde didinen kocalarını köleleştiriyorlardı. yoldan çıkmaların ve işlenen suçların da kabahatlisi annelerdi çünkü çocuklarını kötü yetiştiriyor, onları sevgileriyle boğuyorlardı. tuhaf bir çifte açmaz içerisinde, kadınlar hem konvansiyonel hayatın mimarları hem de en gözle görülür derecede ezilmiş mağdurları olarak, hem iğdiş ediciler hem iğdiş edilenler olarak görülüyordu.”

    “bu alt-freudcu analiz 50’li ve 60’lı yıllarda how to murder your wife [karınızı öldürmenin yolları] ve psycho [sapık] gibi filmlerle kitle kültürüne sızdı. psycho‘da, aralarındaki enseste çok yakın ilişkiyi bozmaya kalktığında annesini öldüren norman bates, suçluluk duygularıyla annesinin kişiliğini içselleştirir. bu hayalet-anne, norman ne zaman bir kadını çekici bulsa kıskançlık krizine girer ve norman’ı rakibesini öldürmeye zorlar. rebel without a cause‘un [asi gençlik] dizginlenmemiş anti-anneciliği rock’n’roll açısından çok daha anlamlıdır. daha en başında, sarhoş ve itaatsiz dean’in cana yakın bir polis memuruyla sıkı fıkı ahbaplık ettiği bir sahnede, film, yeniyetmenin suç işleme eğilimlerine mütehakkim bir anne ile zayıf bir babanın neden olduğunu saptar. aslında dean’in evinde iki iğdiş edici anne vardır (büyükannesi onlarla birlikte yaşamaktadır). dean şöyle inler: “(babamı) canlı canlı yiyip bitiriyorlar… onu pelteleştiriyorlar” ve devamında “anneme bir kez olsun okkalı bir yumruk atacak cesareti olsaydı annem mutlu olacak ve ona yüklenmeyi bırakacaktı.” dean’in acıyla kıvranması, özdeşleşebileceği güçlü bir paternal/erkeksi ilkenin olmamasından, böylece kadın milletinin gaddar sıkı yönetimi karşısında savunmasız kalmasından kaynaklanır. john osborne’un look back in anger ‘ı da britanya’da bir tatminsizler kuşağı için, rebel without a cause‘unkine benzer bir rol oynadı. oyun herkes tarafından yüzeysel olarak, ikinci dünya savaşı yıllarında beslenen yeniden inşa umutlarının kötüye gittiği 50’lerin ataletine verilmiş sert bir tepki olarak algılansa da, oyunun gerçek psikocinsel alt-metni rebel without a cause‘a çarpıcı bir yakınlık gösterir: özdeşlik kurulabilecek güçlü bir patriyarkal ilkenin yokluğu; çökmüş, güçsüz babaların oluşturduğu bir dünyada genç erkeklerin kederli halleri ve hepsinin ötesinde, kadınlardan, yani her yeri kaplayan bir vasatlığın temsilcilerinden duyulan korku ve tiksinti. oyunun antikahramanı jimmy porter babasını çocukken yitirmiştir. (gerçek hayatta osborne’un sevgili babası o on yaşındayken ölmüş, onu nefret ettiği mütehakkim bir annenin insafına bırakmıştı). porter’ın öldürücü monologları duygusuz, üst sınıf kökenli karısı alison’u hedefler. en çarpıcı pasajlardan birinde jimmy, alison’ın entropik rahmince yutulduğunu hayal eder: “burada canlı canlı gömülmüş, deliren, bu huzurlu deliğin içinde boğulan ben… o uyumaya ve beni geride hiçbir şey kalmayasıya yalayıp yutmaya devam edecek.” porter terhis sonrası hüznünden mustariptir. “aklı ve ruhuyla alev alev bir erkekliğin” hayalini kurmasına rağmen, soğuk savaş ingiltere’sinin rutubetli klostrofobisinde boğulmaktadır. jimmy porter’ın korkusu, erkekliğini gösterebileceği hiçbir kanal, kahramanlık yapabileceği hiçbir alan olmamasından kaynaklanır; sözcüğün tam anlamıyla davası olmayan bir asidir.”

    “50’lerin asi söylemine konformizmin ve matriyarkinin baş örgütleyicisi olarak matriyark figürü musallat olmuştur. şair ted hughes, mainstream ingiliz edebiyat geleneğini “boğucu bir maternal ahtopot” olarak tarif ediyordu. alice jardine, yirminci yüzyılın norman mailer, henry miller ve william borroughs gibi amerikalı yazarlarında bir ana katli [matricial] geleneği olduğunu saptar; bu yazarların eserlerinde anne “hemen her zaman habis, kanserli, ağdalı, kaotik, denetimsiz ve esas itibarıyla canavar ruhlu fallik bir güç” olarak boy gösterir. robin lydenberg bu saptamaya katkı olarak, bilhassa borroughs’ın romanlarında “konvansiyonel cinsiyet ayrımı ve aile yapılarınca tanımladığı şekliyle anne[nin], bireyi ilk doğduğu andan itibaren tahakkümü altına almaya çalışan büyük bir patriyarkal iktidar sistemindeki zaruri bir araç” olduğunu belirtir. 60’lardaki rock işte tam da bunun gibi bir karşıtlığın üstüne, asi erkeklik ile ete kemiğe bürünmüş konformizm olarak kadın arasında kurulan karşıtlığın üstüne inşa edildi. beatnikler kadın milleti karşısındaki mağrur tutumu bir tür kozmik doğal öz’le kaynaşmaya duyulan gizemli bir özlemle bileştirdi. beatnikler çok konforlu hale gelen herhangi bir ev düzenini anında terk ediyorlardıysa, bunun nedeni daha muhteşem bir yuva arayışı, ebedi dişilik’le cenneti andıran bir mutlulukla birleşme arayışı içinde olmalarıydı. aradıkları kutsal kase norman o. brown’un “doğmamış olma tecrübesi” adını verdiği satori‘ydi. kerouac’ın yazdığı gibi: “yaşadığımız günler boyunca özlemini çekip durduğumuz, bize iç çektiren ve inleten, her türlü iç kabarmaları yaşatan tek şey yitik bir mutluluğun, muhtemelen rahimde yaşantılanmış ve ancak (bunu itiraf etmekten nefret etsek de) ölümle birlikte tekrar yaşantılanabilecek bir mutluluğun anısıdır.”

    “asi her zaman evden kaçış halindedir. kendisini evcimenliğe karşı tanımlar ve terbiye edilmekten ödü kopar; ev tam da maceraların bulunmadığı yerdir. kahramanlara yaraşır bir hayat ancak asinin kopuşu gerçekleştirmesiyle, robert bly’ın kadınların “kuvvet uygulama alanı” olarak adlandırdığı alandan kendisini uzaklaştırmasıyla olanaklı hale gelir. bly kendisiyle yapılan mülakatlarda, bir genç erkekler kuşağının –yumuşak erkekler-, enerjileri kadınlar tarafından yok edildiğinden kafası karışık ve mutsuz yetiştiğini, bu insanları “tamamen içgüdüsel erkek dünyası”na sokmak için erkekliğe geçiş törenlerinin yeniden canlandırılmasına ihtiyaç olduğunu savunur. bly 1960’larda barış yanlısı bir eylemciydi ve kendisinin de kabul ettiği gibi, kadınlıkla özdeşim kurmuş bir adamdı. ama son yıllarda değiştiğini şu sözlerle açıklar: “babamın beni sevgi ve özenden ya da ahbaplıktan mahrum bırakan bir insan olmayıp, kendi annesi ya da kültürü yüzünden kendisi mahrumiyete itilmiş bir insan olduğunu düşünmeye başladım.” bly, ıron john‘da carl jung ve joseph campbell’ın fikirlerini bir tür manevi egzersize dönüştürür. erkeklerin içlerinde yaşayan savaşçı ruhu yeniden uyandırmaları gerektiğini savunur. faaliyetleri arasında yalnızca erkeklerin katıldığı ve hafta sonlarında yabani diyarlarda düzenlenen bilinç yükseltme toplantılarının da bulunduğu erkekler hareketi’nin [men’s movement] kurucularındandır. erkekler kadınlardan uzakta yapılan bu bilinç yükseltme toplantılarında yitik erkeklik güçleriyle yeniden temas kurabilmekte ve ihmalkar babalarının ruhlarıyla yarenlik etmektedir. bly’a göre, erkeklerin sorunları kadınlarla, bilhassa anneleriyle çok güçlü bir tarzda özdeşleşmelerinden kaynaklanır. efsaneleştirici terimlerle, bu sorunları halletmek için yüce anneyi [great mother] tepip iblis’le [serpent] özdeşleşmeleri gerekir. robert bly’ın oynadığı rol jim morrison’unkiyle çok benzerdi, morrison’un en mitolojik çalışmalarından biri olan epik şarkı döngüsü “the celebration of the lizard” genç bir adamın maceralarla dolu uzun yolculuğunu anlatır. bu yolculuk, manidar bir şekilde, genç adamın annesinin ölümünün, onu varoluşsal bir özgürlüğe kavuşturmuş görünen bir ölümün hemen ardından başlar. şarkı döngüsünün başka bir yerinde, genç adam, bir otel odasında, yatağında parlak, terden sırılsıklam olmuş bir sürüngenle uyanır: bly’ın iblis’i, yitik fallus simgesi, annenin ölümü bu gencin erkekliğe geçişiyle çok yakından ilintili gibidir. şarkı döngüsünün sonuna gelindiğinde morrison’un kahramanı tamamen olgunlaşmış bir lizard king’dir. göçebelik, yabancılaşma ve tüyüp gitme morrison’ın çalışmalarında değişmeyen temalardır. “bizim müziğimiz kendisini tam da evinde hissetmeyen birisi gibidir.” der morrison. doors’un psikedelik deneyim versiyonu, evrenle yapılan mutlu bir komünyon deneyimi değil, yolunu kaybetme deneyimidir.”

    “evcimenlik 60’larda ingiliz pop kültürünün büyük bölümünde, örneğin a kind of loving ve saturday night, sunday morning gibi (gaddar zıpçıktı delikanlıların, tam aksi yönde niyetler beslemelerine rağmen ayartılıp evlendikleri ve böylece vasatlık çamuruna saplanıp kaldıkları) sosyal gerçekçi filmlerden the who’nun “a legal matter” gibi şarkılarına kadar, asli düşmandı, ruhun ölümü demekti. bu şarkıda evlilik, kahramanın kendi akıl ve iradesini ev ortamının insanı sersemleten mobilyalarına, bebek zıbınlarına, düğün töreni hazırlıklarına teslim etmesi demektir. ama boşanma mucizesi sayesinde kahramanımız bu tuzaktan tam zamanında sıyrılır. sosyal gerçekçi antikahramanlar gibi bu kahraman da kazandığı tüm parayı evin hanımına vermek üzere gün boyu bir patron için çalışıp didinme tuzağına düşmüştür. stones’un arketipik ilahisi “(ı can’t get no) satisfaction”ı (1965), genç erkeklere evcilleştirilmemiş, erkekçe [virile] bir varoluş olanağı tanımayan topluma karşı bir protestoydu. “tatmin”, 60’ların ortalarındaki arzu sözlüğünde, hem cinsel boşalmayı hem de varlığın bir tür sahici görkemini akla getiren hayati, anlamca zengin bir sözcüktü. vahşi delikanlıları ayartarak evlilik kafesine tıkan da “tatmin” beklentisiydi. stones, taşkınlığını ağıla sürüp kapatmaya çalışan güçleri –bilhassa onu büyüten ve kayışla dayak atan dırdırcı cadalozu- alt eden bir delikanlının muzaffer, cakalı bir öyküsü olan “jumping jack flash” (1968) gibi şarkılarla kendini buldu. cadalozdan duyulan korku, metamorfoza uğrayarak anneye dönüşen kız arkadaştan duyulan korku “hava you seen your mother, baby, standing ın the shadow” gibi şarkılarda ilan edilirken, yatıştırıcılara bağımlı orta yaşlı ev kadınları hakkındaki bir şarkı olan “mother’s little helper” gibi şarkılar kadınları banliyölerin bitip tükenmiş mağdurları olarak tanımlar.”

    “şu halde, bir kez bağlarını kopardıktan ve kendi tekbenci görkemini kabul ettirdikten sonra asinin başına neler gelir dersiniz? yolda payına düşeni yerine getirmiş, manifestosunu keskinleştirmiş, evini, yurdunu terk etmiş olan asiyi tüm bunlar nereye getirmiştir? hiçbir yere –bu hiçbir yer her şeyin olanaklı olduğu, ama aynı zamanda ikamet edilemez bir yerdir. bu da her asinin bir gün “yuvaya dönmek” zorunda olduğu anlamına gelir. bazı asiler “ben”den “biz”e (bu “biz” ister politik cemaat, ister mistik aşkınlık ya da isterse aşıkane çift biçimine bürünsün) geçiş yaparak kendilerinden daha büyük bir şeyin parçası olmayı kabul ederler. narsisizmin ıssız adasında kalmayı tercih eden başka bazı asiler kaçınılmaz olarak yozlaşıp kendi kendisinin parodisine dönüşür (jagger, rotten, morrissey). daha başkalarıysa ışık saçar, alev alev yanar ve kül olup gider: yücelik duygusunu sürdürebilmek için kullanılan uyuşturucular ağır bedel ödetir.”

    “kitabın ikinci kısmında bireyciliğin sterilliğinden yorgun düşerek birey-ötesi [trans-individual] olanı onaylamaya yönelen –yalıtılmışlıktan okyanusvari duygulara kayan- asiler üzerinde yoğunlaşılıyor. kaçmak için doğmuş göçebe ruh ana kucağına dönme özlemine teslim olur. bu kucak, ideal bir kadın ya da tabiat ana ve evrene yapılmış mistik bir yatırım biçimine bürünebilir. jimi hendrix bunun ilk örneklerinden biridir. hızlı bir hayattan yorulan, “vahşi erkek” macerasıyla tükenen hendrix’in gizil mistisizmi, ölümünden önce kaydettiği son müzikte ebedi kadına adanışla birlikte serpilmeye başladı. yaşasaydı bazı rock’n’roll’cuların dine yöneldiği gibi o da caza yönelecekti; kozmik caz-fusion senfoniler yazmak için rock’ı terk etmeyi düşünmeye başlamıştı. ölümünden önce ve sonra, miles davis’ten can’e hendrix’ten etkilenmiş olan birçok müzisyen caz, rock, funk ve etnik müziğin panteist haleli ve doğaya tapan pan-global bir füzyonunu gerçekleştirmeye yönelmişti. “ben”den “biz”e doğru gerçekleşen kayma her zaman “dişi olan”la kurulan bir özdeşlik biçimine bürünmez elbet. bazı asiler ütopyayı babayla ya da daha ziyade hayali bir iyi baba’yla özdeşleştirir (clash, u2, public enemy gibi gruplarda olduğu gibi). bu “biz” kardeşçedir, doğruluk krallığı uğrunda savaşan bir ordudur. ama kitabın bu ikinci kısmında yalnızca, anneyle yitirilmiş olan birliği yeniden kurmayı hayal eden rock çeşidi ele alınıyor. örneğin byrds’ün pastoralizminin, van morrison’ın yeniden-doğan blues’unun [born-again blues], can ve pink floyd’un okyanusvari/kozmik akışının [flux] altında anne-bebek ikilisinin oluşturduğu ezeli “biz”e duyulan bir nostalji (anlamı tam olarak: sıla hasreti) vardır. muharebe rock’çıları dille (bilhassa dilin en fallik biçimleriyle –savaş naraları, ajit-prop, manifesto) özdeşleşir. oysa anne fiksasyonlu gruplar sözcüklere karşı ayaklanır. bu gruplar açısından, yitik bütünlük durumu gelecekte değil, dil-öncesi geçmişte, bebekliğin yitik cennetindedir. bu gruplar kucaktaki bebekler [babes-in-arms] olmayı ister, silah kardeşi [brothers-in-arms] değil.”

    “asi, kutsalı kabul etme ya da reddetme tercihiyle karşılaşmış olan adamdır… her soru, her sözcük bir isyan edimidir, oysa kutsal dünyada her sözcük bir tanrı lütfudur… insan zihni açısından olası yalnızca iki dünya vardır: kutsal dünya ya da isyan dünyası. birinin yok oluşu öbürünün boy göstermesi demektir.”
    albert camus, “the rebel” [asi]

    “henry adams yirminci yüzyılın şafağında, insan bilincindeki birbiriyle uzlaşmaz iki alemin simgeleri olarak bakire ile dinamo arasında bir karşıtlık kurdu. tanrısal pasifliğiyle bakire meryem kutsal sırrı, bir zamanlar katedraller inşa edecek kadar güçlü olmakla birlikte bugün dünyadan uzaklaşıp gitmekte olan bir gücü temsil ediyordu. elektrik dinamosu insanın, doğa’nın gücüne gem vurarak tanrısallaştığı bilimsel egemenlik çağının söken şafağını temsil ediyordu. yaklaşık on yıl sonra fütüristler aynı dinamik güçleri (elektrik, hız) yüceltti ve bunları açıkça eril iktidar istemiyle ve fallik itkiyle özdeşleştirdi. fütürist retorik camus’nün isyan ile teslimiyet arasında kurduğu karşıtlığın ya da adem’in egemenlik/sır [mastery/mystery] şeklinde karşısına çıkan ikilemin başka bir versiyonunu sunar. romantizmin, yitik kutsiyeti doğa’nın koynunda arayışa çıkışını reddeden fütüristler, toprak ana’ya saygısızlık etmeye –işgal ve tecavüze- övgüler düzdü. f.t.marinetti yalnızca “nostalji”yi değil, aynı zamanda “pitoresk olanı, belirsizliği, kırsal olanı, vahşi yalnızlığı”, kısacası rock dünyasındaki mistik geleneğin selamladığı her şeyi yerdi. coşkulu bir şekilde kentli ve seküler olan fütüristler kendilerini pastoral olana karşı konuşlandırdı, “kutsal yeşil sükunet”e nefret kustu. fütüristler bulanık sınır çizgilerinden ziyade keskin bir şekilde tanımlanmış köşelere övgü düzdü. rock’n’roll hız, teknoloji, neon ışıkları ve gürültü karşısında fütürist bir zevkle zonklar, ama modern dünyaya çılgınca aşık olmayıp aksine nostaljik ve gerileksel [regressive] olan başka bir rock tahayyül dünyası daha vardır: byrds, pink floyd, van morrison, ıncredible string band’den başlayıp can, brian eno, my bloody valentine ve ambient house’ı kucaklayacak şekilde en geniş anlamıyla tanımlanan psikedelia, romantizmin pastoralizm ve panteizminin yeniden canlanışıdır. psikedelia her şeyden önce de yitik bir kutsiyete yeniden kavuşma arayışıdır. rock’ın kökleri amerika’nın güney bölgesindeki kırsal blues’da yatsa da britanya’da rock kentin sound’uydu. rock, kent hayatının hipertansiyonuyla kafayı bulmuş, elektrikli blues’du. 60’ların ortasında doğaya karşı isyan halindeydi: rock “gürültü kirliliği”ydi. saman yığınlarıyla ve funda çitlerle, kırsal bölgenin huzur ve sükunuyla pek bir alakası yoktu. rock’ın 60’ların ortasındaki kentliliği mod’la zirvesine vardı. modernist anlamına geliyordu mod; dolayısıyla mod’lar geç yirminci yüzyıldaki kapitalist hayatın nevrozlarını –yüzeylere olan takıntısını ve meta fetişizmini, sürekli yeni stiller peşinde koşuşunu ve şaha kalkmış tüketimciliğini- yalnızca kucaklamakla kalmayıp aynı zamanda bunlara ivme kazandırdı. mod hayat tarzı, iş ile boş zaman arasında katı bir ayrım çizgisi çeken endüstriyel hayatın doğa-karşıtı ritmini daha da keskinleştirdi. pazartesi’den cuma’ya sabah 9 akşam 5 devam eden tekdüze çalışmanın çıkmaz sokağı, yerini mod’ların uykuyu reddeden, amfetaminin ateşlediği kırk sekiz saatlik hafta sonlarına bırakıyordu. easybeats’in klasik şarkısı “friday on my mind” 60’ların ortasındaki ruh halini yansıtır: umut, geleceğin göz kamaştırıcı neon ışıklarına balıklama bir dalış. haplar mod’la yakından alakalıydı: amfetamin kentlidir, yirminci yüzyılın uyuşturucusudur. lester grinspoon ve peter hedblom the speed culture’da şunu ileri sürer: “amfetamin kullanıcısı ve özellikle ‘speed tiryakisi’… kendisini üreten toplumun patolojik, nihai olarak da yıkıcı birçok özelliğinin kaba bir karikatürüdür.” speed konformist uyuşturucuların ağababası olduğuna göre, karşı-kültürün toplumla bağını koparabilmek için marihuanaya –yani, olayları yavaşlatan, çılgınca enerjik olmak ve rekabetçilikten ziyade derin düşünmeyi ve cemaatleşmeyi geliştiren bir uyuşturucuya- bağlanmasında şaşıracak bir şey yok.”

    “iki yıldan daha az bir süre içinde rock’ın fantezi dünyası kent merkezinden kıra kaydı. 60’ların başından ortasına kadar britanya rock’ı “erkeksi oğlan”a, annenin dünyasından, evcimenlikten, iyi davranıştan koparak özgürleşmeye ilişkindi. öte yandan, psikedelia tabiat ana’nın kollarında huzur bulmayı özleyen ana kuzusunun kültürüydü. mod’un eyleme duyduğu şehvetli istek, zevke ve devinime duyduğu huzursuz hasret yerini psikedelianın pasiflik, uyuşukluk ve uyku kültüne bıraktı. amfetaminin doğurduğu uykusuzluk [insomnia] (30’lu yıllarda amfetamin narkolepsi tedavisinde kullanılan bir ilaçtı) yerini lsd’nin hülyalı sefahatine bıraktı. tüm bu değişimler rock’ın yin-yang oranında, hipererkeklikten daha kadınsı bir yöne doğru bir kayma yarattı. mod bir erkek-egemen alt-kültürdü: amfetaminler cinsel itkileri bastırarak narsisizmi artırdığından, oğlanlar başka oğlanları etkilemek için giyiniyordu; kızlar marjinaldi. psikedelia ile birlikte ego’nun çözülüp dağılması yerini egomaniye bıraktı. speed’in kişiye çevresinden ayrı olduğunu keskin bir şekilde hissettirmesine ve bu yönde bir anlamda teşvik etmesine karşılık lsd tüm savunma duvarlarını yıktı, benlik ile dünya arasındaki sınırları bulanıklaştırdı. beyaz r&b’un erkekliği şiddetli bir şekilde ortaya koyuşu yerini çocuksu androcini’ye bıraktı. masumiyet moda olmuştu ve “tecrübe” şehvani bir şeyden ziyade tinsel bir anlam taşıyordu. mod, formikadan yapılmış lekesiz bir geleceğe yönelirken hippi rock’ı yitik altın çağlara özlem duyuyordu. mod’ların takım elbiselerden mopedlere kadar italyan aerodinamik biçemini saplantı haline getirmeleri belki de tesadüf değil. sonuç itibarıyla italyan fütüristler hareketsizliği hor görmüş, pineklemeye direnmiş ve hıza tapmıştı. psikedelia ise bunun tersine romantizmin ve dada’nın ilgi alanlarına sahip çıktı. ataları gibi psikedelia da erkeksi mantığa uzak durdu, “kadınsı” akış ve alımlayıcılığın yeşertilmesini savundu ve endüstriyel/kentli varoluşun yaşayan ölü olmakla eşanlamlı olduğuna inandı.”

    “sesin niteliği açısından rock, berraklıktan bulanıklığa, biçimin apolloncu tarafından, dionysosçu kaosa kadar geniş bir tayfı kapsadı. rock’ta öncü, yenilikçi hat, yapıyı feda etme pahasına göstergesel unsurları (kromatizm, gürültü) yeğinleştiren gruplardan oluşuyordu. aslına bakılırsa, duygusal açıdan gerileksel (yani, rahim saplantılı) olan, öyle görünüyor ki, biçimsel ilerlemeyle el ele gitmektedir: ikisi de yerleşik sınırları ihlal etme ve aşma duygusunu paylaşır. rock bu bakımdan modern sanatın güzergahını taklit etmiştir; izlenimcilikle başlamış, figür ve biçime birbiri ardınca saldırılar düzenleyerek ilerlemiş, soyut dışavurumculukla doruğuna ulaşmıştır. müziği gerileksel, ensest yüklü özlemleri ifade etmek bakımından en üstün kılan bir nitelik de, sinestezi (duyuların karıştırılması) yaratma yeteneğidir. diane ackerman’a göre insan yavrusunun dünyası safi sinestetiktir: “yeni doğmuş bebekler birbirine karışan görüntü, ses, temas, tat ve özellikle koku dalgalarının üzerinde seyahat ederler.” daphne ve charles maurer the world of the newborn‘da insan yavrusunun “kokuları işittiğini, kokuları gördüğünü ve hissettiğini” savunur. “yeni doğmuş bir bebeğin dünyasına girebilseydik, sanrılara neden olan bir parfümeriye girmiş gibi olurduk.” psikedelik müzik lsd’nin sinestetik etkilerini taklit eder: muhayyileyi fantastik, iç içe geçmiş imgelerle ve kaleydoskopik renk tonlarıyla doldurur ya da dinleyicinin etini dokunsal duyularla okşar. koku alma duyusu, belki de kokuların dünyası bizzat müzik kadar denetlenemez ve tarif edilemez olduğundan nadiren başvurulan bir duyudur. yine de müziğin rayihayla, başka herhangi bir şeyle olmadığı kadar çok ortak noktaları vardır –bir ortama sızma, dinleyicinin iradesi hilafına bedenini kaplama ve işgal etme, anıları canlandırma yeteneği bakımından. koku alma duyusu bizi oidipus öncesi evrenin içtenlik ve yakınlık dünyasına, insan yavrusunun kendisi ile annesi arasında ayrım yapmayı öğrenmesinden önceki evreye geri döndürür.”

    “brian eno parfümlere duyduğu hayranlığı açıklamak için koku alma duyusu ile ayrım yapamama arasındaki bu bağlantıya başvurur: “bunun fark edilemezliğin uçlarında oynaşma süreciyle, adı olmayan duyuları uyandırma ya da birbirine ait olmayan duyuları harmanlama süreciyle çok yakından bir ilgisi var… koku dünyasının… onu kavrayabilmemizi ve onun etrafında rotamızı saptayıp yolumuza devam edebilmemizi sağlayan güvenilir haritaları olmadığını, tek bir dili olmadığını fark etmeye başlamanız için konuya öyle derinlemesine eğilmeniz gerekmiyor.” eno kokuların yer aldığı bir tayf tasarlama doğrultusundaki başarısızlığa uğrayan girişimi ile rock’taki radikal, kromatik öğelerin klasik kompozisyonun diliyle kavranamama tarzı arasında bir benzerlik kurar: jimi hendrix’in gitar sound’unun dokusu bir partisyonda gösterilemez. rock, “potansiyel olarak sonsuza uzanan ara tonları ve kombinasyonları asla yeterince tanımlanamayacak ve tanımlama girişimlerinin her zaman sonsuz permütasyonların gerisinde kalmak zorunda olacağı sonik bir paletle iş görür.” eno parfüme olan saplantısını kendi rayihalarını yaratma noktasına kadar götürdü. ambient müzik, evi kaplayan tütsü gibi bir aromaterapidir. aslına bakılırsa, eno’nun en yeni ambient uzunçaları adını afrodizyak bir kokudan almıştı: neroli.
    “güzel kokulu sis” olarak ve afrodizyak olarak müzik anlayışının yorumculuğunu belki de en son noktaya götürenler my bloody valentine (mbv) grubunun elemanlarıydı. mbv’nın eno’yu etkileyen birkaç rock grubundan birisi olması tesadüf değildir. (grubun “soon” adlı single’ını birleşik krallık müzik listelerinin üst sıralarına yaklaşan “en muğlak parça” olarak övmüştü.) mbv acid rock ile ambient’ı birbirine bağlayan köprüyü kurdu. velvet underground/jesus and mary chain’in ses duvarı okulundan etkilenen my bloody valentine, rock’ın biçimleri çözüp dağıtma dürtüsünü en uç noktasına vardırır. mbv’nın müziğinde rock’ın eril özelliği olan riffi ile, dişi gürültü birbirine karışır. my bloody valentine’ın “varlığı” hayaletimsi ve belirsiz olmakla birlikte, kesinlikle androjendir, ama mbv’nın androcini’si grubun iç cinsel dinamiklerinden daha derinlere gider. fallik rock’ın klasik sok ve öğüt yaklaşımını pas geçen mbv’nın müziği, deleuze ve guattari’nin “organsız beden” dediği şeyin fokurdayan, için için yanan bir somutlanışıdır. organsız beden, toplumsal cinsiyetten soyundurulmuş [ungendered] yeğinliklerin akışıdır, haz ve enerji “dalgaları ve titreşimleri”dir; bu bedenin arzusunun bir amacı, hedefi ya da nesnesi yoktur, geçişsiz olarak sırf vızıldar. deleuze ve guattari’nin bu kavramı zen’in “yontulmamış kütle” anlayışına, bebeklikle (yani psikanalizin anlattığına göre çocuğun androjen olduğu evreyle) eşanlamlı bir kudret hali anlayışına bir şeyler borçludur. kütle yontulmamıştır çünkü dış hatlardan, farklılaşmadan ve (cinsel) kimlikten önce gelir; bu kütle ancak “akıp gitme dersi”ni öğrenerek yeniden elde edilebilir. gerek yeni-freudcu teorisyen norman o. brown gerekse jungcu psikotarihçi june singer birçok mistik inançta (gnostiklerde, taocularda, simyacılarda) bu androjen beden-olmayana bir geri dönüş özlemi olduğunu saptamıştır. bu anarko-mistikler cennette birer androjen olarak yeniden doğacağımıza inanır.”

    “batı kültürünün temelinde yatan eril/dişi diyalektiğini analiz etmenin ve bu diyalektiğe meydan okumanın yollarını arayan düşünürler genellikle aşağıdaki gibi iki kutuplu karşıtlıklar tablosuna başvurdu:

    eril - dişi
    akıl - beden
    kültür - doğa
    aktiflik - pasiflik
    zeka - duygu
    tarih - ebediyet

    “tek bir toplumsal cinsiyet çerçevesinde buna benzer kendi küçük rock tablomuzu asi erkek ile ana kuzusu tipini kıyaslamak için çıkarabiliriz:

    asi erkek - ana kuzusu/yumuşak erkek
    dimdik - lapa
    hedefe kitlenmiş - yumuşak odak, vizyoner
    amfetamin - halüsinojenler, marihuana, ecstasy
    tanımlı - bulanık
    manifesto - mırıltı
    açık yol - barınak
    kentli - kırsal
    proto faşist - zen iştahsızlık
    çatışmacı rock - aylak

    “çatışmacı rocker ile aylak arasındaki, savaşçı erkek ile yumuşak erkek arasındaki karşıtlık, rock dünyasındaki bölünmenin en kutuplaşmış örneğidir. 80’lerin sonu ve 90’ların başında bu kutuplaşma rock dünyasında ilginç sayılabilecek her şeyin uçlarda cereyan ettiği bir noktaya vardı: ahlaki doğruluk veya kalıcılık, hipermotivasyon veya tam bir motivasyonsuzluk, fanatiğin capcanlı görüş berraklığı veya mistiğin ve kafası karışık kişinin afallamış zihinsel bulanıklığı. söylev veya mırıltı. militan/uyuşuk, asi/ana kuzusu dikotomisini kavramsallaştırmanın başka bir yolu, bunları iş etiği/oyun(cu) karakteri bölünmesi çerçevesinde görmekten geçer. kimilerine göre rock, kas gücüyle didinmenin, ağır fiziksel emeğin bir biçimidir. kimileri ise rock’ı bir oyun, dağıtma fırsatı olarak görür –bunlar genellikle zevk düşkünü amatörler olarak kınanır-. psikedelia, genç erkeklerin, çalışma hayatının gerektirdiği duygusal zırhtan soyunmalarını gerektiriyordu. bu oğlanların vietnam’da savaşabilmeleri için çok daha katılaştırılmaları gerekiyordu. hippiler, bir yandan gerilimli bir hayatın doğurduğu kalp krizleriyle dolu, öbür yandan güneydoğu asya’da vaktinden evvel mezara girmeye davetiye çıkaran bir kültüre katılmaya uygun olmadıklarını (ve katılmayı da istemediklerini) ilan etmenin bir yolu olarak uyuşukluğu ve kadınsılığı benimsemişlerdi. peki, ana kuzusunu nereye koymalı? ana kuzusu gerçekten de androjen midir? onun pasifliği, iğdiş edilmişliği görünüşte kabul edişi ve onaylayışı, rahim nostaljisi, tüm bunlar dişi-özdeşimli bir erkeksiliğin işaretleri midir, yoksa “yumuşak erkek” sadece yumuşak şıkkı mı tercih etmiştir? bu züppeler, kaytarıcılar ve playboy’lar, gerçekten yeni erkeğin yalnızca kısmi, tamamlanmamış bir versiyonu mudur?”

    “dikkatlerimizi rock’n’roll’un kadınlarla ne yaptığından kadınların rock’la ne yaptığına çevirdiğimizde ise, rock isyanının eril prototiplerini ve habercilerini saptamanın kolay olmasına karşılık dişi rock isyanının atalarının o kadar aşikar olmadığını hemen açıkça görürüz. dişi isyan net bir şekilde tanımlanmış güzergahlar (örneğin, beat’ler/jim morrison/ıggy pop/nick cave çizgisi) izlemekten ziyade, zaman zaman hiç beklenmedik ve yoktan varolmuş izlenimi veren, sonra tekrar yerin altına girerek gözden kaybolan bir tür yeraltı ırmağı gibidir. 60’ların karşı-kültürü burjuva yaşam tarzına saldırmasına rağmen, kadınlara düşen rolün yuvayı yapmak/evde oturmak olduğu fikrini daha da kutsallaştırdı. karşı-kültür bağlamında isyana katılmak için kadınlara açık olan kanal, çoğu durumda, cinsellikten ibaretti. rock kültürünün kadınlara sunduğu seçenekler –ya cinsiyetsiz anne figürü ya da vahşi ve özgür ama tamamen cinsel bir çapkın- göz önünde tutulduğunda, rock’n’roll’un ilk dişi asilerinin kadınsılıkla çatışmalı bir ilişkisi olması pek şaşırtıcı değildir.”

    “dişi rock isyanının dağınık tarihine baktığımızda dört strateji görebiliyoruz. birinci strateji, “bir erkeğin yapabildiği her şeyi bir kadın da yapabilir” iddiasında dile gelen, koşulsuz, dolaysız bir yapabilme yaklaşımıdır. bu gelenek suzi quatro’dan joan jett’e, oradan da l7’e kadar uzanır: hard rock, punk’çı tutum; kadınların eril asi duruşunu taklit ederek sert, bağımsız ve küstah bir kişiliğe bürünmesi. bu kadınlar “kızsal” eğilimlerini bastırabildikleri oranda “başarılı” oldu. gelgelelim, erkek fatma yaklaşımı pek tatmin edici görünmemektedir. bu yaklaşım, en belirgin unsurlarından birisi olan kadın düşmanlığı da dahil olmak üzere eril isyana gıptayla bakar, basitçe bu isyana öykünür. bu kadın düşmanlığı unsuru, örneğin, oğlanlardan biri olmak, onların çetesine kabul edilmek isteyen joan jett gibi birisinin konumunda zımnen bulunmaktadır. başka bir yaklaşımsa rock’a “kadınsı” özellikler aşılamaya kalkar; erkekleri taklit etmekten ziyade erkeklerinkinden farklı ama eşdeğer bir dişi kuvvet tahayyül etmeye çalışır. janis joplin ve lydia lunch’ın sergiledikleri tutku ve çektikleri azabı, tracy chapman ve eski 10.000 maniacs üyesi natalie merchant’da görülen vakar ve toplumsal kaygıları, sinead o’connor ve queen latifah’ın meydan okuyan özerklikleri ve politik açıdan da sözlerini esirgemeyişleri bu yaklaşımın örnekleri arasındadır. “kadınsı” özelliklerin bu onaylanışı dişi kimliği, hem toplumun tutucu kesiminden hem de asi karşı-kültürden gelen saldırılara karşı korur. ama bu yaklaşım “kadınsı” özellikleri değerli kılarken bile patriyarkal yaklaşımın kadınsılık hakkındaki fikirlerine (duygusallık, hassaslık, şefkatlilik, anaçlık vb.) uyum sağlama rizikosuna açıktır. bununla ilintili başka bir strateji de dişiliğe değin imajları ve ikonografiyi selamlar, ama bunu daha geçici, postmodern bir tarzda yapar. bu sanatçılar açısından kadınsılık sabit bir özellikler kümesi değil, daha ziyade takılacak ya da takınılacak maskeler ve tavırlar gardırobudur. kate bush, madonna, siouxsie sioux ve annie lennox, klişelere indirgenmeksizin klişeleri kullanarak (en azından argüman budur), bir giyinme ve soyunma stratejisi çerçevesinde bir dizi kadın arketipi arasında gidip gelir. bu “giyinip kuşanma” yaklaşımı silah olarak kullanılabilecek geçici kimlikler bulmak için tarih ve mitolojiyi yağmalar; kadınlar klişeleri, yaratıcısı olan topluma çevirir. bu stratejiyi eleştirenler bu yolun da yanlış anlamalara davetiye çıkardığını söyler ve bu yolda faaliyet gösterenleri maskelerle yaşanan bir hayatın “sahicilik yoksunluğu”yla, hayatı sürekli bir performans olarak yaşamakla eleştirir. son olarak, dişi öznelliğinin pekiştirilmesiyle değil, kimlik oluşumunun travmasıyla ilgilenen bir estetik vardır. bu estetik çerçevesinde dişi cinsiyet kimliği bir öz olmadığı gibi stratejik bir persona’lar dizisi de değildir, yalnızca bu ikisi arasındaki sancılı bir gerilimdir. bir kadın olmak biyolojinin gerçeği ile kadınsılık kurmacası arasında parçalanmak demektir. bu gerilim doğa-kültür karşıtlığı etrafında dönen tartışmanın çözümsüzlüğünü yansıtır. rock dünyasında çelişki ve çözümsüzlüklerle yaşamanın ıstırabını ve esrikliğini keşfe çıkanlar arasında patti smith, rickie lee jones, throwing muses ve mary margaret o’hara’yı sayabiliriz. bu “oturmamış” [all fluxed up] şarkıcıların hepsi de bizzat kimlik fenomenine isyan etmektedir, dolayısıyla dişi isyanın belki de en radikal (ama aynı zamanda en tehlikeli ve kendi kendini bozguna uğratmaya eğilimli) biçimidir. bu isyan, kimlik etrafında değil, süreç temelinde örgütlenen bir yaşam demektir; zaman zaman bahtiyarlık verecek kadar özgürleştirici olan bu yaklaşım, aynı zamanda sabit kimliklere ve açık seçik dile getirilmiş bildirgelere yaslanan bir dünyada etkililiğin ve eylemin karşısında yer alır.”

    “bu kadınların hiçbiri kartondan yapılmış birer sima değildir elbette ve birçoğu kategoriler arasında gezinmiş ya da konum değiştirmiştir. patti smith işe bir “erkek fatma” olarak başladı ama sonunda “kadınsı” olanın mistik bir yüceltilimini benimsedi; “akış içinde yaşayan” kadınların birçoğu da cinsel persona’larla oynar, merkezsiz kimlik ile maskeli hayatın stratejik şizofrenisi arasındaki bağı oluşturur. iş gelip “rock dünyasında kadınlar” meselesine dayandığında hiçbir şey çok net değildir; karışıklık karışıklığı doğurur. bu kadınların rock isyanının değerleriyle girift bir ilişkileri var, bir bakıma suleiman’ın deneyselci kadın sanatçıların çalışmalarında bulduğunu saptadığı “çifte ittifak”a benzeyen bir giriftlik: “bir yanda biçimsel deneylerle ve tarihsel eril avangardın kültürel amaçlarının bazılarıyla kurulan ittifaklar; öbür yanda yine aynı avangardların ideolojisi de dahil olmak üzere egemen cinsel ideolojilere dönük feminist eleştiriyle kurulan ittifaklar duruyor…” bundan dolayı, courtney love gibi bir sima, bir yandan kurduğu hole grubunun, hardcore grubu big black’in yoğun etkisi altında kaldığını kabul ederken, öbür yandan kendisini, big black’in net bir özetini sunduğu hardcore dünyasının maçoluk ve kadın düşmanlığını alaşağı etmeye adayabiliyor. burada soru, müziği, rock’ın sahip olduğu gücü çoğunlukla borçlu olduğu kadın-karşıtı dürtüden arındırırken, eril rock’ın sınırsız ifade gücüyle aşık atmanın mümkün olup olmadığıdır.”
  • "jean-paul sartre’ın asi ile devrimci arasında yaptığı ayrım burada işimize yarayabilir. sartre’a göre, asi, karşı çıkıp isyan ettiği düzen’in gizli yardakçısıdır. asinin amacı yeni ve daha iyi bir sistem kurmak değildir; yalnızca tüm kuralları alaşağı etmek ister. devrimci ise, asinin tersine, yapıcıdır; adaletsiz bir sistemin yerine daha iyi, yeni bir sistemi geçirmek ister ve bu yüzden de özdisiplinli, özverili bir kişiliği vardır. asi, sorumsuz olduğundan sefahatin verdiği esrikliğe dalıp bugünü yaşayabilir; devrimci ise kimliğini kolektif, uzun erimli, ancak gelecekte gerçekleştirilebilecek bir reform projesiyle kaynaştırmaktan haz duyar. rock’ın devrimci bir sanat olmayıp baş eğmezliğinin ve ego gösterilerinin, kapitalizm ve patriyarkiyle suç ortaklığı ettiğini ya da onların sınırları içinde kalmaya mahkûm olduğunu biliniyor kabul ediyoruz."
  • kimse bahsetmemiş ama çevirisini çok rahatsız edici bulduğum kitap. mehmet küçük'e saygımdan kötü demeye dilim varmıyor, ama abjection için de zillet kullanılmamalı ya 2020 basım tarihli kitapta.
hesabın var mı? giriş yap