hesabın var mı? giriş yap

  • yapmak neredeyse imkansizdir. biraz rakamlardan ve olasiliktan bahsedecek olursak:
    normal bir macta sure alan minimum oyuncu sayisi: 10
    preseason mac sayisi= 8
    normal bir nba sezonunda yapilan toplam mac sayisi: 1230
    minimum playoff mac sayisi (eger tum seriler 4-0 biterse): 60
    nba sezon sayisi= 66 (ama bunu 25 sayalim cunku 1974'te daha 18 takim vardi ligde.)
    neyse sonucta kaba hesapla minimum 324500 basketbolcu bu oyunu 48 dakika oynamis ve sadece ama sadece 4'u quadruple double yapmayi becermis.
    80bin kusurda bir kisi..

  • ya kardeşim amk grafitisini marmarayın camlarına kadar yapmış annesizler. kalkmış saygıdan bahsediyorsun. devletin malına zarar vermek bu. kimden izin aldın be amk evladı desen bunu yapan kişiye alınır.

    yap kadıköydeki gibi koca binaya izin alinmiş bir şekilde bizde geçerken hayranlıkla bakalım. gece vakti suikast düzenler gibi vagonlara abuk subuk isim yazmak sanat değil.

  • şehrin merkezindeki tarihi ve turistik bölgelerin restorasyonu tamamen bitmemiş olmasına rağmen kışın ortasında bile turist akınına uğrayan frankfurt am main ayarında ama tarihi açıdan daha zengin bir doğu alman şehri. söz konusu turist akınının nedenlerinden birisi şehrin en bilinen turistik atraksiyonu olan frauenkirche'nin restorasyonunun geçtiğimiz günlerde bitmiş olmasından da kaynaklanıyor olabilir. almanya'yı diğer önemli avrupa şehirleri ile kıyasladığımız vakit turizm ve tarih açısından köln'deki dom katedrali, berlin'deki brandenburg kapısı ve civarları ve münih'in şehir merkezindeki birkaç atraksiyon dışında pek de tanınmış olmadığı gerçeği ile karşılaşırız. ancak, çok büyük paralar harcanmış olan dresden'daki restorasyon işlemleri tamamen bittiği vakit bu şehrin almanya dendiği zaman gezip görülesi yerlerin başını çekeceği kanısındayım. benim şahsi görüşüm ve tavsiyem ise, doğu avrupa'nın gezilmesinin amaçlandığı interrail tarzında bir gezide berlin'den prag'a geçerken günübirliğine bu şehre uğranması, merkezdeki tarihi yerlerin şöyle bir görülmesi, elbe nehrinin üzerindeki tarihi köprüde şehrin manzarasının önünde bir resim çektirilmesi ve son olarak da die glaserne manufaktur'e uğrayıp şehrin öyle terk edilmesidir.

    edit: dikkatimi çeken şöyle de bir husus vardı. şehrin merkezindeki tarihi bölgede üstlerindeki kıyafetlerde yazan şeyden turistlere sorulan soruları cevaplamaları için görevlendirilmiş olduklarını anladığımız kişiler, herhangi bir şeyi sorup yanıttan sonra teşekkür ettiğiniz zaman size spasiva diye karşılık veriyorlardı. bunun "biz eski doğu bloğu ülkesiyiz. her ne kadar artık birleşmiş olsak da turistler soru sorduğunda arada popüler rusça kelimeler kullanalım ki atraksiyon olsun." türünden kasıtlı bir nedeni olduğu kanısındayım.

  • tek çaresi umudu öldürmektir, başka bir yolu yoktur. eğer hala içinde umut saklıyorsan bu acı asla bitmez. hiçbir şey beklemeyeceksin. içinde hiç umut kırıntısı olmayacak. o zaman aşk acısı da biter. acı veren umuttur.

  • geçti o mmf devirleri. artık biz mmf'ye borç veriyoruz. tabii bay kemal bunları bilmez.

  • sıcakta terlediğimizde terinizi alır tişörtünüz leş gibi görünmez. soğukta sırtınıza rüzgar yediğinizde çarpmaz hasta olmazsınız. yani giymeyenin çok kafası çalışmıyordur artisttir

  • kimileri akabinde hoş bir anıya dönüşen garibanlık durumlarıdır.

    marmara'nın henüz kirlenmemiş ve yazın rahatça girilip yüzülebildiği zamanlarda, yaz tatilinde aileye rica minnet yalvarılıp o zamanlar daha anlamsızca kalabalıklaşmamış çınarcıkta, ben yaşlarda oğulları olan yakınlarımızın yazlığına bir haftalığına gitmek için izin koparılır.
    cebe, gidiş dönüş yol parasından az hallice üç kuruş konulur ve yola çıkılır.

    plan basittir: evin sahibi aile istanbul'a dönecek, biz de 15 yaşlarında üç velet bir hafta evde kalacağızdır.
    en başta her şey güzel gider.
    evde büyükler olmadığı için, yapıp bıraktıkları yemekler acele biter, cepten harcanan para ise, dönüş için ayrılan kısmı dahil olmak üzere üçüncü günde tükenir.
    dördüncü gün, parasızlık ve açlıkla yüzyüze gelinir.
    arka taraftaki tepelere meyve toplamaya gidilir. bir köylü halimize acıyıp bir de koskoca kabak verir bize. biz kabağa bakarız, kabak bize bakar. tamam, kabak tatlısı yapılabilir en nihayetinde, ama aç karnına adamı allah bilir ne eder o kabak tatlısı.
    elde kabak, poşette meyveler tepelerden dönerken, aşırı hızlı giden bir kamyona takılır gözüm.
    elimden sadece "yemek" diye bağırmak gelir. bağırmamla birlikte o koca kamyon, yolun ortasında eğleşen bir tavuk sürüsünün içine dalar. tavuklar sağa sola kaçışır, kamyon fren yapar, ortalık toz duman olur, ardından yolun ortasında yatan o beyaz tavuğu görürüz.
    koşa koşa gideriz yanına. biz oraya varana kadar tavukların sahibi de yola çıkar. adamın hafif bir tiksinti ile baktığı tavuğa biz de bakarız, durup dururken "helal eder misin?" derim. adam, evet şeklinde kafasını sallar.

    tavuğu hemen oracıkta kesip, tüylerini denizde yıkaya yıkaya ayıklarız. akşama ziyafet olur bize.

    ertesi gün, aklıma arkadaşımın babasının sandalı gelir. sabah erkenden balığa çıkarız. amaç, sabahtan o gün bize yetecek kadar istavrit tutup yemeği garantilemektir.
    istavrit tutmanın ne kadar bereketli olabileceğini o gün orada çarşaf gibi denizin ortasındaki sandalda sap gibi ayakta durup çapari sallarken öğrendim ben.
    akşama doğru iki kova ve bir büyük leğeni tepeleme doldurmuş dönerken, fazlasını komşulara mı versek diye tartıştığımızı hatırlıyorum.

    sahile varıp sandalı çektiğimizde ise, yan siteden bir hanım, tüm parasızlığımızı ve açlığımızı unutturacak o inanılmaz soruyu sordu bize: kaç para istavrit evladım?
    o anda beynimizde çakan şimşekleri tahayyül dahi edemezdiniz...

    elime geçen, o bildiğiniz eskiden lokantalarda filan bulunan plastik ekmek sepetini doldurup, 5 lira deyiverdim. balıklar hala canlıydı. (yetmişli yıllarda milyon filan da yoktu)
    ilk satışımızı o hanıma yaptık böylece.
    ertesi gün, ve arkasından bir sürü ertesi gün, sabahın köründe balığa çıkıyorduk. normal çapari 7 iğneli olur. biz üçer çapariyi birleştirip 21 iğneli yapmıştık gelen balığa yetişebilmek için. akşama kendimiz için bir kısmını ayırıp kalanını en yaratıcı yöntemlerle satıyorduk.
    sitelerde misafir gelen evlerin kapılarını çalıyorduk. kimse canlı balığa hayır demiyordu.
    ceplerimizde tomar tomar para ile gezer olmuştuk. çınarcık'ta dondurma ısmarlamadığımız kız kalmamıştı.

    benim bir haftalık tatilim istavrit sayesinde neredeyse bir ay süren vur patlasın, çal oynasın bir tatil oldu bu sayede.

    dönüşte, babasının sandalı olan arkadaşımın on vitesli sarı peugeot yarış bisikletini dahi satın aldım. hayallerimin bisikleti idi.
    eve de, kartal'dan selamiçeşme'ye kadar bisikletle gittim tabi. yarış bisikletiydi hem de.