hesabın var mı? giriş yap

  • "katılmıyorum ama anlayabiliyorum" demiştir az önce kendisi ki ne spor kamuoyunda ne de siyasette bu cümleyi içselleştirebilmiş az insan vardır.

  • forveti burak yılmaz olan takımın taraftarlarının, ofsayttan ustaca kurtulan forvet görünce devrelerinin yanmasını sağlayan maç..

  • press yapacağız sahada diri görüneceğiz pozisyonlara gireceğiz ama golü atamayacağız. atletico madrid duran top organizasyonuyla golü atacak atletico'nun 1-0 lık üstünlüğüyle ilk yarı sona erecek. 2. yarı baskıyı iyice arttıracağız burak'ın topu direkten dönecek akıl almaz goller kaçırcak. kaçırdığı goller sonunda sürekli burak'ın 2 eli kafasında objektiflere yansıyacak. 70. dakika civarında kontra ataktan gol yiyeceğiz durum 2-0 olacak. galatasaray yenilgiyi kabullenmiş vaziyette top çevirecek atletico geriye yaslanacak. atletico madrid kalecisi aut atışını kullanırken ağır hareket ediyor diye burak gidip artistliğine dışarı çıkan topu alıp getirip aut noktasına koyacak biran önce gol atmak istiyor gibi. son dakikalarda 1 gol daha yiyip 3-0 mağlubiyetle maçı bitiricez. maç sonu röportajında hamza hoca girdiğimiz pozisyonları değerlendirseydik bla bla bişiler geveleyecek. geçmiş olsun.

  • u17'deki hakemlerin bile satılmış olduğunu gösteren fauldür. o harekete nasıl sadece sarı kart veriyorsun lan sen haysiyetsiz herif!?

  • "i just wanted to be one of the strokes..."

    arctic monkeys'in am'in ardından tam beş yıl bekleyerek çıkarttığı altıncı stüdyo albümü.

    burada sürekli "öncesinden bahsetme" durumu ve "sadede gel" eleştiriliyor ancak bir sanat eserini değerlendirirken öncelikle yapılması gereken şey, eserin kendi türünde nerede durduğu ve icra eden kişilerin bu noktaya gelme sürecidir. sonuçta her güçlü üretim, kendinden öncekilere bir cevaptır ya da öncekilerin bir devamıdır nihayetinde. bu nedenle albümün öncesinden bahsetmekte fayda var.

    arctic monkeys, sheffield'lı dört ingiliz gencinin (alex turner, matt helders, jamie cook ve andy nicholson-evet, şimdiki basçı nick o'malley andy'nin yerini alarak sonradan katılıyor gruba) kurduğu bir grup bildiğiniz üzere. ilk önce "scummy" adını verdikleri, bizim sonradan "when the sun goes down" ismiyle tanıdığımız parçayla myspace aleminde ünlendiler. ki bu myspace olayı nedeniyle gereksiz bir şekilde "internet devrinin grubu" gibi saçma bir sıfatla anılır olmuşlardı. saçmaydı çünkü ilk albümleri "whatever people say, that's what i'm not" nerede, ne zaman olursa olsun muhteşem bir işti ve her devirde ilgi çekebilecek kıvamdaydı. zaten albüm de ilk haftasında "britanya'nın en hızlı satan albümü" oldu ve büyük başarı kazandı.

    when the sun goes down'ı ilk dinlediğim zamanı hatırlıyorum, liseye başlamak üzere olan bir bebeydim ve sabah dream tv'nin 4x4 programında arctic monkeys vardı, when the sun goes down çalıyordu. şarkı müthişti, hareketli gitar riff'leri, davul atakları, kızgın ama sevimli bir vokal... o zamana kadar tanık olmadığım bir enerji hissetmiştim, zirvedeki ergenliğim kendini temsil edebilecek bir kaynak bulmuş ve iştahla atlamıştı şarkının üzerine. kuzenimin bilgisayarına salça olup şarkıyı limewire'den indiriverdim ve külüstür mp3 çalarımda sayısız kez dinledim. bu nedenle de sanıyorum ki sun goes down, müzik zevkimin gelişmesindeki ilk ve en büyük adımdı, bence 90'lar ilk yarısında doğan çoğu kişi için de öyle olmuştur... işte monkeys'in ilk albümü böyle bir etki yaratmıştı bir kuşağın üzerinde.

    ikinci albümleri favourite worst nightmare, whatever'ın hemen bir yıl ardından çıkmış, hem onun üzerine bir şeyler koyan hem de aynı gazı devam ettiren ve ilk albüm sendromunu da zerre siklemeyen bir albümdü. 19-20 yaşındaki bu arkadaşlar yeni olmanın da verdiği açlıkla aşırı üretkendiler. 505, do me a favour, brainstorm, florescent adolescent gibi şarkılar buradan çıktı (hepsini aynı külüstür mp3 çalarımdan dinledim, mutluydum).

    üçüncü albümleri humbug'ta işler biraz değişmişti. grubun solisti alex turner, bir yıl önce arkadaşı miles kane'le bir yan grup kurmuş ve adını da the last shadow puppets koymuştu. my mistakes we made for you'nun klibini de dream tv'den izlemiş ve vurulmuştum, aynı onlar gibi ben de biraz büyümüş ve olan bitene bir tık daha sorgular gözle bakar olmuştum. duygu dünyamda certain romance'teki gümbür gümbür davul atağının yerini my mistakes'teki kemanlar almıştı gerçekten de. bu yüzden tlsp sound'unun arctic monkeys'in humbug'ına da taşınmış olması hiç sorun değildi. ki grup bu değişimi yine bir yandan kendilerini geliştirip bir yandan da yeni bir şeyler deneyerek gerçekleştiriyordu. the jeweller's hands'teki, dance little liar'daki esrarengiz gitarların hastasıydım.

    sanıyorum ilk kırılma dördüncü albümleri suck it and see'de yaşandı. arada ne olduğunu pek kestiremiyorum ama don't sit down cause i moved your chair bile eskilere nazaran bir perdenin altından geliyordu, sanki tüm cazgırlığına rağmen içime işlememişti. yine de albümün tümünü severek dinledim, she's thunderstorms'un burukluğu, reckless seranade'in bass'ları beni içine almıştı ancak albümün tümünü baştan sona dinleyemiyordum.

    beşinci albümleri am ise herkesin malumu olduğu üzere büyük bir geri dönüş albümüydü. maymunlar hem humbug-suck it and see zamanında kaybettiği eski dinleyicilerini geri kazanmakla kalmadı, dünya çapında yeni dinleyiciler de buldu, yozgat'ta bile arctic monkeys tişörtleri görülür oldu, cadde'de mini cooper'ıyla takılan pelinsu bile r u mine'ı es geçmez oldu. en azından ticari olarak ilk albümleri whatever'dan bile daha etkili oldu am. tabii bu sound, ilk albümün gülle gibi rock'ı yerine daha törpülenmiş ve optimize edilmiş bir sesörgüsüyle yapmıştı bunu ama yine de harika olduğu inkar edilemez. bu sefer üniversite zamanlarının sıkıntısı ve güzelliği do i wanna know'da birleşmiş, damarlarımıza akmıştı (ben hala mp3 çalar kullanıyordum, mutluydum). am sayesinde suck it and see'yi de yeni bir perspektifle görmeye başladım ve sever hale geldim. tam da albümün çıktığı günkü arctic monkeys konseri (bkz: rock'n coke 2013) ise uzun süredir takip ettiğim ve monkeys'in tüm sözlerini yazdığını bildiğim alex turner'ı yakından görmemi ve grubu kendi dünyası etrafında nasıl şekillendirdiğini daha iyi anlamamı sağlamıştı. alex ne derse, oydu. örneğin jamie cook özellikle sevdiğim, gruba karakteristik gitarlarını kazandıran eleman olmasına rağmen alex hepsini aşırı domine etmeye başlamıştı. onlar için sorun yoksa, benim için de yoktu.

    burada yeni albüme geliyoruz. son cümlelerden tranqulitiy'deki aşırı alex dominasyonunu eleştirdiğim ve bu nedenle de albümü sevmediğim gibi bir izlenim ortaya çıkmış olabilir ama öyle değil.

    evet, en başta dediğim gibi tam beş yıl aradan sonra çıktı tranquility. ki bu ara iki yıllık dev bir am dünya turnesi, alex'in tekrar miles kane ile yeni bir the last shadow puppets albümü yapması, davulcu matt helders'ın çocuk yapıp peşine iggy pop ve josh homme ile post pop depression albümü+turnesi, gitarist jamie cook'un 2014'teki evliliği ve ardından dünyaya gelen çocuğu gibi dev meselelerle dolu olduğu için bu denli uzun oldu. tabii ki epey kısa sürede gelen (2006-2013 arası beş albüm yaptı bu çocuklar, inanılmaz) üç tane birbirinden güzel albüm ve iki tane de küresel çapta şöhret olan albümün getirdiği büyük krediyle doğal olarak biraz inzivaya çekildiler.

    öncelikle şunu söyleyeyim, tranquility base hotel + casino bu büyük kredinin de etkisiyle, grubun (alex'in) tamamen kendi için yaptığı bir albüm. önceki çalışmalardan da epey uzakta bir yerde, bu nedenle grubun humbug'taki yön değiştirmesinden de daha sert bir değişim söz konusu. alışık olduğumuz muzip gitarlar, coştukça coşan davul atakları yerini synth'lere, klavyelere ve sakin piyanolara bırakmış ve sözler sürreal bir konseptte, birbiriyle bağlantılı uzun bir şarkı izlenimi veriyor albüm boyunca.

    alex turner bir milyoner olarak yaşadığı los angeles'taki evinde yazmış şarkıların tamamını. her zaman tüm sözler ona ait oluyordu ancak bu sefer sözlerin üzerine kayıtlarda kullanılan enstrümanların da önemli bir kısmını kendi çalmış (albüm kartonetini okuyunca müzikal anlamda biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil bu yüzden. ben her zaman alex sözlerini jamie'nin gitarlarının, matt'in davullarının ve de nick'in baslarının vücuda getirip sevdiğimiz haline büründürmesini seviyordum. sorun değil, dediğim gibi dev bir kredileri var. )

    yine önceki albümlerden farklı bir şekilde, standart am kadrosuna ek olarak alex'in mini mansions'tan arkadaşları zach dawes ve tyler packford ile tame impala'dan cam avery konuk müzisyenler olarak dikkat çekiyor.

    "all the nights that never happened and the days that don't exist
    at the information-action ratio
    the only time that we stop laughing is to breathe or steal a kiss
    i can get you on the list for all the clubs
    i can lift you up another semitone" (four out of five)

    alex'in kendisinin de zikrettiği üzere söz yazımı ve vokallerde leonard cohen ve david bowie izleri var. bayağı etkilendiği bir başka müzisyen, richard hawley de vokal tekniği olarak oldukça etkilemiş. hawley de aynı alex gibi sheffield'lı bir singer-songwriter olmakla birlikte alex'in, tarzını epey örnek aldığı biri. (the ocean, don't stare at the sun gibi muhteşem parçaları vardır, dinleyiniz.)

    alex turner'ın söz yazımı, bilim kurgu motifleriyle örülü hafif bir orta yaş bunalımı ve şan şöhretten sıkılma dünyasını işaret ediyor. "i just wanted to be one of the strokes, now look at the mess you made me make" diye başlayan albüm, daha ilk saniyelerden bunun işaretini vermiş.

    albümün geri kalanı da tıpkı bir leonard cohen albümü gibi sözlerin hiçbir am albümünde olmadığı kadar ön plana çıktığı ve müzikal yapının bunun önüne geçmediği bir ses örgüsünde ilerliyor.

    "hitchhiking with a monogrammed suitcase
    miles away from any half-useful imaginary highway..." (star treatment)

    albümün çıkışından önceki ufak trailer'dan albüm sound'unun alex turner'ın submarine filmi için yaptığı soundtrack'e benzeyeceğini düşünmüştüm ama belli ki yanılmışım. tıpkı ilk last shadow albümünün havası, bir sonraki am albümü humbug'a nasıl sirayet ettiyse burada da ikinci last shadow albümünün izleri var. lo-fi denebilecek bir ses örgüsü, kemanlar, piyanolar, soyut şarkı sözleri ama asla fazla yükselmeyen parçalardan örülü bir albüm tranquility. alex turner, ikinci everything you've come to expect tanıtımları sırasında last shadow ile istediği daha çok şeyi yapabildiğini, arctic monkeys'le yaptıklarının dar bir alana sıkıştığını söylüyordu. anlaşılan o ki "indie rock grubu" mevzularından sıkılıp monkeys'e de benzer bir değişim yaşatmak istemiş.

    https://www.instagram.com/p/bipzehqhi8h/

    "this magical thinking feels as if it really might catch on
    mama wants some answers
    do you remember where it all went wrong?
    technological advances really bloody get me in the mood
    pull me in close on a crisp eve, baby
    kiss me underneath the moon's side boob" (tranquility base hotel & casino)

    bu noktada albümü dinlerken aklıma gelen şey ise, last shadow sound'u ve birbirinden ayrılamaz şarkılardan oluşan bu konsept albüm projesinin, grubun sound'unda bir genişlemeden çok bir "daralmaya" yol açmış gibi durduğu oldu. zira her ne kadar farklı enstrümanlar kullanılmış, ne kadar farklı bir sound yakalanmış ve birbirini ay hoteli konseptinde bütünleyen sözlerden meydana gelmiş olsa da ortaya çıkan ürün, çeşitlilik anlamında bundan sonra ne olacağına dair soru işaretleri oluşturmuyor değil. zira dediğim gibi sözlerin merkezde yer aldığı ve orkestrasyonun sadece "eşlikçi" olduğu bir hava hakim.

    "i want to stay with you, my love
    the way some science fiction does" (science fiction)

    mevzubahis müzikal yapı lo-fi ingiliz müziği, lounge ve biraz da shoegaze türlerinin birleşimi tadı veriyor. gruba karakteristik tatlarını veren davul ve gitarlar belli belirsiz noktalarda varlıklarını hissettiriyorlar (gitar çalmak için four out of five'ın sonunu bekleyen jamie cook çaresizliğini şuradan görebilirsiniz hehe).

    yukarılarda benzer değişim yaşayan gruplardan çokça bahsedilmiş. ben de başka bir örnek vereyim. monkeys'in bu hamlesini bruce springsteen'in tunnel of love dönemine benzetiyorum, patron da born in the usa ile 1984'te ticari olarak devasa bir başarı yakalamış ve dünya çapında şöhret olmuştu. stadyumlara terfi etmişti, her yerde born in the usa çalınıyordu, resmen abd idolü haline gelmişti... herkes ondan benzer bir albümle devam etmesini beklerken o üç buçuk yıl sonra bambaşka bir albüm olan tunnel of love ile çıkagelmiş ve herkesi şaşkınlığa uğratmıştı. zira patron burada sakin sakin dağılmakta olan evliliğinden bahsetmişti albüm boyu.

    bu noktada sanatsal üretimlerin ne derece üretene ve ne derece tüketiciye hitap etmesi gerektiği gibi ince bir soru beliriyor. her eser az çok hitap ettiği kitlenin çözümleyebileceği kıvama getirilir ama bazen de bu örneklerde olduğu gibi sınırlar aşılabilir, beğeniler zorlanabilir.

    yani böyle şeyler oluyor ve sevdiğiniz sanatçıların değişimini albüm albüm gözlemlemek nihayetinde sizi de bir tünele sokan, olgunlaştırıcı bir şey. sanat dediğimiz nane, değişimden ve yenilikten bağımsız olamaz sonuçta. bu açıdan, dünyaca şöhret olmuş ve böyle de devam edebilecekken sanatsal kaygılarla tranquility gibi bir albüm çıkarmasını takdir ediyorum arctic monkeys'in. hatta kendilerinden bu denli cesur bir adımı beklemediğimi de söyleyeyim. bu hamleyle isimlerini en elit gruplar arasına yazdırdılar.

    cesaretlerinin ve albümün katmanlı ses örgüsünün hakkını teslim etmekle birlikte bundan sonra nereye gideceklerini merak etmiyor değilim. tranquility bir şımarıklık arası olarak mı kalacak yoksa eski punk/indie rock band havalarına kaldıkları yerden devam mı edecekler, göreceğiz. tek temennim bu kadar uzun bir ara vermemeleri.

    tabii tbh+c'nun ne kadar kalıcı olduğunu da zaman gösterecek, şu anda am denildiğinde elimin gideceği ilk albüm değil tranquility, humbug ya da whatever bunda başı çeker. sanırım yaş farkının da etkisiyle olgunlukta beni geçmiş durumdalar şimdilik.*

    edit: bazı eklemeler

  • bir istatistikle başlayalım: recording industry association of america'nın araştırmasına göre çok yakın bir zamanda, cd satışlarını geçecek olan medya türü. plak satışları cd satışlarını en son 1986 yılında geçmiş. kaynak

    100 yıllık koleksiyoner değilim ama acemilik dönemini atlattığımı düşünen biri olarak, hem plak hem de pikap konusunda yeni başlayanlar için biraz uzun bir rehber hazırlamak istedim.

    özellikle internetten 2.el yabancı plak edinmek isteyenler için konuşuyorum, bu işte kazık yememenin tek yolu plağa etki eden farklı değişkenleri araştırıp, kıyaslayıp yurtdışı/yurtiçi en mantıklı seçeneği sipariş etmektir.

    bu noktada bu değişkenleri ve ince detayları tanımlamamız gerekiyor.

    1. plak/albüm kapağı kondisyonu: plakların ve albüm kapaklarının kondisyonlarını saptamak için tüm dünya genelinde kullanılan harfli derecelendirme olayı vardır. detaylarına şuradan ulaşılabilir tık

    buna göre erişebileceğiniz en düzgün plaklar m (mint) olarak adlandırılır. bugüne kadar jelatini bile açılmamış 30-40 yıllık plaklar da bu kategoriye girer. tavsiyem, dinlediğinizde ''bu ne lan'' tepkisi vermemeniz için, en azından vg+ ve ex seviyesinin altına düşmemenizdir. bir diğer tavsiye de çok ucuz diye f (fail) kondisyondaki kendine hayrı kalmamış plakları satın almamanızdır.

    2. katalog numarası/ matrix numarası: katalog numarası basit bir şekilde, bir plağın hangi şirket tarafından, hangi ülkede ve hangi dönem basıldığı hakkında bilgi verir. bu numara albüm kapağının köşelerinde bulunabilir. kapak yoksa, plağın ortasında bulunan ve label adı verilen bölgede de bulunabilir. label'da neyin nerede yazdığına genel olarak bakmak için buraya tık

    bu bilginin neden elzem olduğunu bir sonraki kısımda açıklayacağım.

    aynı zamanda matrix numarası diye de bir şey vardır ki, bu bize plağın tam olarak ne zaman basıldığına dair spesifik bilgiler verir. bu kodların genellikle bu biraz daha ileri düzeyde koleksiyoner işidir. label'a yakın bir kısma damgalanırlar. çoğu zaman tek başına anlamsız oldukları için, internetten araştırıp decode etmek gerekir. (yani örneğin rca tarafından basılan plaklar için baştaki harf ne anlama geliyor, sayı ne anlama geliyor gibi)

    3. ince detaylar: buna verilebilecek en güzel örneklerden biri, yabancı kardeşlerimizin original inner sleeve (plak dünyasında adı ois kısaltmasıyla geçer) dedikleri, görsel taşıyan iç zarf. albüm kapaklarının içinde bulunan standart iç zarflar genelde, dümdüz beyaz olur.

    fakat bazı albümler için görselli iç zarflar çıkartılmıştır. güzel bir örnek

    sizin için bu önemliyse, önce albümün orijinal bir iç zarfı var mı diye araştırmanız, daha sonra da satıcıya bu zarfın bulunup bulunmadığını sormanız gerekir. çünkü bazen albüm için tasarlanmış bir zarf varken, satan kişinin elindeki plakta bu kayıp olabiliyor.

    obi strip ise bir başka ince detay. japonlar, kendi bastıkları plak ve cd'lerin kenarına, albüm hakkında bilgi içeren obi adlı bir kağıt takarlar. bu japon plakların alametifarikasıdır. 500 km öteden de görseniz ''aha bu japon baskısı'' dersiniz. şahsen japon baskısı bir plak olacak olsam, obi'siz olmasını istemezdim. siz de buna dikkat etmek isteyebilirsiniz.

    son olarak gatefold ve picture disk var. gatefold şu şekilde açılabilir albüm kapağı oluyor. picture disk de üzerine direkt görsel basılmış plaklar oluyor. bu plaklar genellikle daha pahalıdır.

    --------------------

    şimdi gelelim bu bilgileri harmanlayıp, plak alırken nasıl kullanacağımıza.

    1. internetten alışveriş yapıyorsak, yurtdışı ve yurtdışından plak alabileceğimiz tüm siteleri açıyoruz. istediğimiz plağı her birinde tek tek aratıyoruz. plağın katalog numarasını ve kondisyon derecesini vermeyen adayları direkt eliyoruz ya da satıcıdan bunlar hakkında bilgi istiyoruz. yav düşünün araba alacaksınız ama ilan açıklamasında sadece volkswagen golf yazıyor. aracın kaç km olduğunu ve hangi yıl çıktığını yazmıyor satıcı. şu olay onun kadar saçma.

    bir de plak kondisyonunu subjektif tanımlayan tipler var, onlara da yanaşmayın. neymiş çok temiz plakmış. kime göre neye göre amk? öğretmenden temiz pink floyd plağı, dosta gider.

    2. artık plak hakkında maddi bilgi veren tüm ilanları belirlediysek, son olarak plağın baskı kalitesiyle alakalı araştırma yapacağız. çünkü bir plak, çok farklı ülkelerde ve farklı plak şirketleri tarafından basılıyor ve ses kaliteleri aynı değil. bunu da çözmenin en basit yollarından biri discogs.com'dur. plak işiyle ciddi uğraşacaksınız, bu siteyi aklınıza kazıyın. kendisi internetteki en büyük plak veritabanıdır. plak alınıp satılan çok da büyük bir marketplace'i vardır, fakat paypal geçerli olduğu için biz mahrum kalıyoruz.

    neyse konuya dönecek olursak, diyelim pink floyd'un atom heart mother plağını almak istiyorsunuz. ilandaki katalog numarası shvl 781, 1e 062 ° 04550

    discogs'a girip, plağın adını aratıyoruz ve sayfasına ulaşıyoruz.

    https://www.discogs.com/…-heart-mother/master/12676

    versions kısmına bakıp, kendimizinkini buluyoruz. burada shvl 781, 1e.... için ingiltere 1970 diyor. demek ki bu dönem baskısı. en alt kısma iniyoruz, yazılan yorumlara bakıyoruz. dikkat ederseniz yorumların hepsinde farklı katalog numarası belirtiliyor.

    buradan ilandaki plağın kodu hakkında yazılanları aratıp, plağın ses kalitesi hakkında yorumları okuyabilirsiniz. fikir edinmek adına güzel bir araç. buradan bir sonuç çıkmazsa, google'da katalog numarasıyla plağı aratıp bi bakabilirsiniz. bazen youtube'ta da değerlendirme videoları oluyor.

    hiçbir bilgi bulamadıysanız, biraz ezbere iş yapmak mantıklı olabilir. plağını istediğiniz sanatçı/topluluk ingiliz menşeiliyse, albümün ingiltere dönem baskısı biraz daha özenli basılmış olabilir. zaten bunlar genelde daha pahalı ve az bulunur. ingiltere yoksa, almanya ve amerika baskılarına bakabilirsiniz.

    bu arada japon basım plakların masteringi çok büyük oranda şahane olur, dolayısıyla ses kalitelerine güvenebilirsiniz. bir de mobile fidelity sound lab adlı şirketin bastığı audiophile plaklar vardır, bunlar en üst düzeydir. bu şirketin ürettiği plakları, albüm kapaklarının üst köşesinde nal kadar yazan ''original master recording'' yazısından tanıyabilirsiniz. örnek

    3. geldik son adım, yani fedaya. artık şu üç değişken arasında seçim yapacaksınız:

    a) kondisyon
    b) menşei/plağın basım tarihi
    c) para

    ya parayı basıp, kondisyonu ex/nm olan, iyi baskı bir plağı alacaksınız. ya da bütçeniz göre kondisyon veya plağın baskısından feragat edeceksiniz. optimum noktayı bulmaya çalışacaksınız.

    **** plak alırken mutlaka ama mutlaka yurtdışı alternatiflere bakın. türkiye'de 150-200 lira arasına satılan bir plağı avrupa'da 4-5 euro'ya bulmak mümkün olabiliyor. yurtdışından alışveriş yaparken, maliyet hesabının içine döviz kuru, kargo bedeli ve gümrük vergisini de koyun. bunlara rağmen ucuza geldiği durumlar oluyor.

    bazen ucuza gelmese de şu oluyor: türkiye'de 200 liraya (g) kondisyondaki kamboçya baskısı bir plağı, avrupa'da hemen hemen aynı paraya (ex) kondisyonda ingiltere ya da almanya bakısı olarak bulabiliyorsunuz.

    yurtdışından plak alabileceğiniz siteleri config nickli yazar derlemiş. tık

    buna ekleme olarak: cdandlp.com ve recordsale.de'yi gözden geçirebilirsiniz. 20 euro altı alışverişlerde gümrük vergisi muafiyeti kaldırıldığından beri takipsiz kargolarda sıkıntı çekiyoruz, bu yüzden böyle bir maceraya atılacaksanız mutlaka takipli kargolarla alışveriş yapmanızı öneririm.

    +dışardan getirteceğiniz ve vergisini alırken ödemediğiniz kargoların, universal postal union ile anlaşmalı yurtiçi sevkiyatını ptt ile yaptıran şirketler tarafından gönderilmesini tercih etmenizi tavsiye ederim. ptt en azından gümrük aşamasında çıkan vergiyi takip sisteminde bildiriyor ve kargo kapıya geldiğinde parayı memura ödeyip alabiliyorsunuz. (mesela la poste, deutsche post, royal mail gibi devlet postaları ptt ile anlaşmalı.) diğer türlü sevkiyatı kendi yapan kargo şirketleri sıkıntı çıkartabiliyormuş.

    + amazon.de ve amazon.co.uk'in içindeki marketplacede 2.el plak satan satıcılar genelde takipsiz kargo ile ürün yolluyor. alacaksınız satıcıyla iletişime geçip, takipli kargoyla göndermelerini isteyin.

    -----------

    pikap konusuna dönelim. entry yeterince uzun olduğu için bu kısmı madde madde yazarak, biraz daha kısa tutmaya çalışacağım.

    1. şirin tipine kanıp sağda solda satılan yeni üretim şu tarz ucuz çanta pikaplardan uzak durun. örnek

    bu pikapların kalitesi her açıdan rezalettir, bunda plak dinleyeceğinize, tuvaletteki sifonu çekip dinleyin daha huzurlu bir ses veriyor.

    2. üzerinde universal pikap iğnesi dediğimiz şu tarz iğnelerden bulunan pikaplardan uzak durun. boktan pikabı 100 metre öteden tanımak için iyi bir göstergedir. bunlara güvenip plağınızı da takmayın, zamanla haşat edebilir.

    3. üzerinde anti-skating ve tracking force ayarı olmayan pikaplardan uzak durun. kol ayarı pikap için çok önemlidir. bir pikabın kol ayarı üzerinde ayarlama yapamamak sıkıntı yaratır.

    4. pikap alacaksanız 2 türlü yol ayrımı var. ya deck pikap alacaksınız, yani amp olmadan çalışmayan pikaplar. ya da kendinden amp bulunduran kompakt bir pikap alacaksınız, yani kendi hoparlörü olan ya da sadece hoparlöre takıp ses alınabilen pikaplar.

    paranız çoksa, sisteminizi ileride geliştirebileceğinizi düşünüp, deck bir pikaba yönelin. technics'in sl 1200 modeli, bu pikap türünün en popüler modellerindendir. audio technica gibi markaların ürettiği sl 1200 taklitlerine de bakılabilir. pro-ject baya bir atılım yaptı, onun modellerine bakılabilir. bende para çokun da çoku diyorsanız, thorens gibi bir efsane var.

    ben amp geliştirmeyle falan uğraşamam diyorsanız kendinden ampli modellerin en popüleri efsane marka dual'in hs serisidir. türkiye pazarında bolca bulunur. amp'ini kolay kolay sonradan değiştiremeyeceğiniz için de, dual hs serisi içinde çıkış gücü yüksek olan modelleri tercih etmenizi öneririm. hs 52, 53, 140, 141, 150 gibi.

    5. pikap konusunda diğer bir ayrım ise belt drive - direct drive konusudur. bunun tercihi tamamen size kalmıştır. direct drive, motordaki gücü direkt tablaya iletilerek plaklarınızın dönmesini sağlayan yöntemdir. belt drive'da motor ile tabla arasında bir kayış sistemi bulunur, kayış tablayı döndürür.

    belt drive rezonans adı verdiğimiz ve pikaplarda istemediğimiz olayı önleme konusunda direct drive sistemine göre daha başarılıdır. kayış sorun çıkarttığı takdirde tamiri nispeten ucuz ve kolaydır.

    direct drive'ı savunanların tezi ise, motor direkt tablayı döndürdüğü için belt drive'da ek aksamlarla oluşan güç kaybının minimize edilmesidir. böylece plağın doğru devirde dönme ihtimali daha fazladır. fakat burada bir motor arızası oluşursa geçmiş olsun.

    yukarıda örnek verdiğimiz technics sl 1200, direct drive pikapların da öncülerindendir. dual pikaplarda ise önceleri idler drive ve belt drive yöntemi kullanılmıştır. fakat daha sonra dual de direct drive model çıkartmıştır.

    öte yandan bugün hala prestijli birçok pikap üreticisi, saydığımız avantajlarından dolayı belt drive sistemi kullanıyor. yani ikisi de birbirine karşı üstünlük sağlayabilmiş değil.

  • - filmin dublör koordinatörü george cottle (inception, the dark knight, 28 days later, ant-man vs) daha önce hiç bu filmde çalıştıkları gibi çalışmadıklarını söylüyor. o kadar aksiyon, koreografi gördük, böylesini görmemiştik diyor.

    - christopher nolan bu filmde de bilimadamı kip thorne'dan danışmanlık almış. interstellar'daki kadar değil ama. filmin bilimsel temele dayandığını ama tamamen bilimsel doğruluk amacı gütmediğini de ekliyor.

    - nolan john david washington'a the blackkklansman'da bayılıyor ve filminde oynamasını istiyor. ayrıca karakterinden ötürü bu aktörün atletik olması da gerekiyordu diyor. haliyle jdw the protagonist rolü için biçilmiş kaftan diyebiliriz.

    - nolan'ın imax kamerasını en uzun kullandığı film olmuş ayrıca. 1.6m feet (487.68 km). hem de kendi rekorunu kırmış. daha önce bu uzunlukta imax kullanılmadığını düşünüyor.

    - diğer filmlerinde olduğu gibi, bu filmde de imax kamerasının diğerlerine göre daha gürültülü olmasından ötürü bazı önemli diyaloglu sahneleri 65mm ile çekmişler. malum nolan automated dialog replacement'ı pek sevmiyor. konuşmalar filmde daha organik olsun istiyor.

    - nolan'ın bu filmde yine hoyte van hoytema ile çalışmak istemesinin nedeni dediğine göre hoytema'nın bir mühendis gibi düşünebilmesi ve anı, sahneleri fotoğrafik görebilme yeteneği imiş. hoytema da bu filmde yeni şeyler öğrendiğini ve yeni teknikler üretmek zorunda kaldığını söylüyor.

    - fragmanda da gördüğümüz opera binası (gerçekte linnahall) ekip vardığında leş gibi bir durumdaymış. halılar kaldırılmış, duvarlar grafitili, koltuklar eski, kırık dökükmüş vs. adamlar binayı resmen restore etmişler.

    - robert pattinson baya yetenekli bir şoförmüş. kimsenin de gözüne sokmamış tabi bunu. sürüş ekibiyle çalışmaya başlayınca adamın ne kadar iyi bir sürücü olduğunu görmüşler. bu eleman bu inverted sahneleri kıvırır demişler sonra. filmde izleyeceğimiz bazı pattinson sürüşleri gerçek yani. tabi daha zor ve komplike sahnelerde araba kontrolü tamamen usta şoförlere ait. olması gerektiği gibi.

    - filmin müziklerini yapan ludwig göransson nolan'ın müzik bilgisine şaşırdığını söylüyor. bestelerini bitirdiğinde nolan'a veriyor ve nolan çekimler için sağa sola giderken besteleri dinleyip notlar tutuyor. hangi efektin hangi karaktere ait olması gerektiğini, hangi temanın hangi karakteri temsil etmesini istediğini vs söylüyor. neyse ki film çekimleri ve orkestral kayıt pandemi başlamadan bitiyor. ancak bir iki haftalık daha orkestral kayıt ve son rötuşlar isteyen ludwig ve nolan müzisyenlere evlerinde kayıt yapıp göndermelerini söylüyorlar. böylece son kayıtlar da tamamlanmış oluyor.

    - nolan seyirciye, kendisinin küçükken casus ve aksiyon filmlerini izlerken aldığı hazzı yaşatmak istediğini söylüyor bu filmle. inception ile soygun (heist) türünü farklı şekilde ele alan nolan, tenet ile de casusluk (espionage) türünü kendi tarzında yorumluyor ve izleyiciye iyi vakit geçirmek istediğini ekliyor.

    not: sağda solda dolaşan production notes'tan özetlenmiştir.

  • hakemdi, var'dı bunları geçin. haklı olduğumuz yerler var ayrı konu.

    ben kendi adıma fenerbahçe'lileri tebrik ediyorum.

    as kaleci yok, sağ bekte ferdi oynuyor, takımın en iyi oyuncusu valencia yok, 5 maçta 1 puan almışlar, camiaları birbirine girmiş, sezon başından bu yana oynanan sistemden farklı bir sistemle maça çıkmışlar, 16. dakikada 1-0 yenik duruma düşmüşler, bu durumda 55 bin kişinin önünde sahada 10 kişiyken galibiyet golünü atıp kazanıyorlarsa ben o rakibi tebrik ederim.

  • ya ben de bu türk taraftarını anlamıyorum, on takımlı sikko litvanya liginden kalkmış gelmiş adamlar kısıtlı imkanlarıyla bizim kısıtları pek geniş takımımız ile eşleşmeyi başarmış, her iki turda da çirkeflik etmeden, ellerinden gelen mücadeleyi göstermiş ve elenmiş yollarına gitmek üzere ve sayıca takımdan daha az olan taraftarını selamlamaya gitmiş tribüne, neyini ıslıklıyor neyini yuhluyorsun lan bu adamların. alkışla sen de işte eve mutlu gitsin herkes, ki düşmanın değil senden eksilen bir şey yok, o adamların hayatının unutmayacağı gecelerinden birine ortaksın. yemin ediyorum hıyarlarla bir arada yaşamaktan bıktım ya