• sosyal antropolojinin en önemli konularından biridir. kültür insanın doğa karşısında hayatta kalabilmesini ve çevreye uyumunu sağlayan araçtır. kültür, “doğaya karşı insanın yaptığı her şey”dir, demiştir marx. budur. kültürü bundan öte anlatan bir tanım yoktur.

    kültürsüz insan yoktur. kültürle “genel kültür” karıştırılmamalıdır. insan bir toplumda doğar ve her toplumun kültürü vardır. hayata ve yaşama ilişkin o toplumun kültürü dışında bir kültürü bilmeyen insan kültürsüz değil, ötekinin kültürünü bilmeyen insandır.
  • köken olarak, toprak sürmek, toprak ekmek anlamlarının yanında tapınma* ile de alakalıdır.
  • kultur, bir insan toplulugunun, belli bir zaman icinde her alanda urettigi maddi-manevi butun degerlerin toplamidir.
  • her topluluğun kendine mahsus yaşayış ve davranış tarzıdır. ziya gökalp bu kavramı tanımlarken kültürü "hars" olarak ifade edip; "kültür (hars), bir milletin dini, ahlaki, hukuki, muakalevi (entelektüel), bedii (estetik), lisani, iktisadi, fenni (bilimsel) hayatlarının ahenkli mecmuasıdır" demiştir.
  • durkheim'den hareket ederek kültürü bir duyuş, düşünüş ve davranış birliği olarak tanımlayabiliriz.
  • kültür kavramını şuracıkta çözümleyip tüketmek ne haddime. takdir edersiniz ki mesele derin. ideolojiyi bir yana bırakın, meseleyi kavrayışın, kültürü tanımlayışın ontolojik-epistemolojik ayrımlara gebe olduğu açık. bu derin ayrışmayı şimdilik yüzeysel bir şekle sokup, kültürü tanımlarken önümüzde ingilizce etimolojisinin ipucu sağladığı iki seçenekten bahsedeyim istedim: 'cultivation' ve 'cult'. bunların ikisi de latince 'cultura', hatta 'colere' sözcüklerini temel alıyor. 'colere' bakmak, ilgi göstermek, korumak, toprağı işlemek, ekip biçmek anlamlarına geliyormuş. ne güzel değil mi? neyse, bugün kullanılan kültür kavramı sıklıkla bu anlamlarla yan yana getirilir. 'cultivation' mecaz anlamını bir tarafa bırakırsak, toprağı ekip biçme, işleme, ürün yetiştirme demek. 'cult' ise adı üstünde kült, tapınma, tapınmayla ilişkili pratik, ritüel ve törenleri de kapsayan bir sistem olarak tanımlanabilir. hatta parça parça insan toplulukların (ayırt edici) yaşam biçimleri yerine de kullanılmış.

    şimdi, birinci seçeneğin ('cultivation') kültürle ilişkilendirilmesi, emek verip, işleyip, ürün almak temasını temel alır. bu bakış açısına göre insan, ürünü oluşturma sürecinde, maddeyi (her ne ise) dönüştürürken kişiliğini de dönüştürür, ürünü kişiliğin bir parçası haline getirecek şekilde içselleştirir. dolayısıyla kültürün kapasiteyle, emekle, öğrenmekle ve sonucunda da bir ürün ortaya koymakla doğrudan ilişkisi vardır. bu kültür anlayışı, bizim anladığımız anlamdaki kökü olmasa bile tarihi çok da eskilere gitmeyen 'ilerleme' kavramını örtük veya açıktan varsayar. özellikle aydınlanma, kant ve alman idealizmiyle birlikte dile ve kavrama gelmiş modern akılla uyuşan bir kültür algısıdır. sorun burada, yine yüzeysel olarak bakarsak, neye ilerleme denildiğini, neyin ilerlemeye katkı koyduğunu, bu soruların yanıtlarını belirleyecek ölçütlerin ne olduğunu saptamanın, bu konularda hemfikir olabilmenin güçlüğüdür. dolayısıyla neyin kültür ürünü olduğu bir tartışma konusu olarak kalır. neyin kültür ürünü olmadığına dair daha çok söz söylenir. bu da zaman zaman üstyapısal düzeylerin bir taraflarında birileri için rahatsız edici olur.

    ikinci seçeneğin ('cult') kültürle ilişkilendirilmesi, bir toplumu o toplum yapan her türlü pratiğin, değerlerin, inançların, yaşam amaçlarının kültürün öğeleri olarak görülmesini temel alır. burada pratikler normatif bir yargılamaya tabi tutulmayacağı için ilerleme kavramından hoşlanmayan, göreliliği, kuşkuculuğu pusula belirlemiş sosyologların, antropologların tercihi olması doğaldır. kültürel çeşitlilik, hoşgörü gibi neşeli kavramları da sık sık dillendirirler. totaliter, varlıklara özler atfeden yaklaşımlara karşı durduklarını iddia ederler. ama her zaman karşılarına aldıklarını mutlaklaştırma, bir şekilde öne çıkardıkları kavramları ise fetişleştirme, onlara hegemonik sonuçlar yaratacak özler inşa etme, yeni tanımlar oluşturma riskiyle yaşarlar. bütünlüğü çoğunlukla reddettikleri için, bütünlük algısından yoksun oldukları, tek taraflı soyutlama düzeyinde kaldıkları eleştirisini de kabul etmezler.

    birinci yaklaşımın problemleri 20. yüzyıl boyunca dillendirildi. eminim bu eleştirilerin insanlığa bolca da katkısı olmuştur. ikinci yaklaşımın tehlikeleri ise sanırım yeterince ifade edilmedi. özellikle post-modern söylemin bu ve benzeri konulardaki yaklaşımı gerçekten tehlikeli bir doğrultuda ilerliyor. batı kendi "modern kültür"üyle bir hesaplaşma içine girmiş ve bunun yansımaları doğuda da kendini belirgin şekilde gösteriyor. artık doğuya ya da öteki toplumlara az gelişmişlik üzerinden değil, kültür üzerinden bakıyorlar. yapıbozma, yadsıma konularında kararlı post-modern söylem her türlü geleneği, töreyi birer zenginlik ve çeşitlilik olarak görmeye başladı. bunun da ötesinde zaman zaman bunlara dahil olmayan pratikleri de zorla bu kavramlar içine sokuşturmaya başladı. bunların arasında tukaka olanlar varsa, onların da kaynağını "modern" devlet ve söylemine, onun ataerkil hukuğuna, kurum ve kavrayışına yıkıp durdu ve ideoloji ve sınıf kavramlarına da modern söylemin bir parçası oldukları gerekçesiyle yüz çevirdi. örneğin töre cinayetlerini kadın bedeni üzerindeki egemenliğe indirgeyerek meseleyi işin ekonomik, sınıfsal, toplumsal, ideolojik bağlamından koparıp küçük küçük ve birbiriyle bağlı olmak durumunda olmayan söylem adacıkları oluşturmayı tercih etti.

    şimdi ise egemen söylem kendilerinin olmaya başladı. töre cinayetleri konusunda sorunu azgelişmişliğe bağlasak, kendimize gelişmiş diyip bu halklarla aramıza mesafe koymuş olacağız. eğitimsizlik desek, dediğimize pişman olup "modernist" eğitimin tümden infazından bahsedecekler. feodalite desek "kadınlar feodalitede daha özgürdü, daha mutluydu" bile diyecekler. islam desek, dini hoşgörüsüzlük örneği göstermiş olacağız. islamın belli bir yaşanış şeklinin yarattığı sorunlar desek, islamı tektipleştiriyor olacağız. yoksul kürt halkı desek, kürtleri etiketlemekle suçlanacağız. orta anadolu'daki, kentlerdeki örnekler desek, "e tabi geleneği hukukla değiştiremezsiniz" diyecekler. devlet hukuksuz desek, hukuğu fetişleştirmiş olacağız. e o zaman ya sorunu tahılla beslenmeye bağlayacağız, ya da sorun yok, kültür bu diyip geçeceğiz.

    alın işte, bu entriye vesile olan 4 mayıs 2009 mardin düğün baskını. birçok kişinin yazılarında bu katliamdan bahsederken bu tarz şiddet içeren davranış ve eylemleri "gelenek" ve "kültür" olarak nitelendirdiklerini gördük. davut dursun diye bir "profesör" gazetesinde "hadi cinayeti anlıyorum. ama namaz kılanları bu şekilde öldürmeyi anlayamıyorum" tadında bir şeyler yazmış. bu onların kültüründe yokmuş. şöyle diyor tam olarak, "bu olay asla sıradan bir olay olamaz ve bu topraklardaki cinayet işleme kültürüyle açıklanamaz." böylece cinayet işleme kültürü denilen şeyle de tanışmış oluyoruz. şöyle devam ediyor, "evet kan davaları bu ülkenin bir toplumsal gerçeği ve ciddi sorunudur. ancak buna ilişkin bir kültür vardır ve bu kültürde bilebildiğim kadarıyla bu şekilde icra edilen bir kan davası olayı yoktur."

    kültürün ne olduğuna, neyin kültür ürünü olarak sayılabileceğine karar vermek çok güç. ama her şeyi bir kültür öğesi olarak görmek de oldukça tehlikeli.
  • kültür gerçekten de ilk olarak almanların kullandığı bir sözcüktür. bu kelimenin birinci anlamının 2 tane vardır. ilkin manevi/veyahut maddi birliktelik, ikincisi ise yapay oluşturma ya da yetiştirme olarak nitelendirmiştir wahrig sözlüğü. ( kültür bitkisi, bakterisi v.b ) tabi kimi ideolojik kitaplar ise kültür kelimesinin fransızların kullandığı "civilization"kelimesine karşılık olarak almanların ürettiğini/kullandığını yazmaktadırlar. elbetteki kültür kelimesi o dönem için bir nevi "uygarlık" sözcüğünü niteler şekilde kullanılmış olabilir. yani aslında kültür; tanımladığımız ya da algıladığımızdan daha farklı bir kavram gibi. insan tarafından - yaşamı-uygarlığı- sürekliliği- birlikteliği sürdürmek için oluşturulmuş bir kavram. bir nevi zaman içerisinde temel ihtiyaç haline gelişmiş. ve böylelikle de şuan ki kültür kavramı ortaya çıkmıştır.
    kültür dediğimiz kavram- sadece gelenek, görenek, kılık, kıyafet olmadığından ve bir topluluğun- bir toplumun davranışları, tutumları, alışkanlıkları ve ihtiyaçları olduğundan ötürü kültürü betimlemek ya da deyim yerindeyse göstermek oldukça zor. ama gerçekte kültür birilerine gösterme amaçlı mıdır? yani elle tutulur, gözle görülür bir şey midir? bunu da düşünmek gerekiyor. şuan dünya da var olan kültür anlayışı daha çok "kültür pazarına" yöneliktir. yani ticari amaçlı kullanılan bir show haline gelmiştir. brazilyalıların samba festivalleri, almanların munich’ teki bira festivali (oktober fest) kendilerine özgü- kendilerine dair iken, zaman içerisinde yayılmış ve bir pazar haline gelmiştir. (örneğin münich’te ki oktoberfest’e bu yıl 6 milyon kişi bekleniyor ki munich’in nufusu 2 milyon bile değildir.) kültürün ticari kaygısının elbetteki modern çağa ait olduğunu iddia edemem, ama bu kaygı günümüzde daha yoğunlaşmış bir hal almıştır. işte bu noktada da kendi kültürümüzü gösteremeyişimiz bir nitel sorun olmaktan çıkmış, niceliksel, ticari kısacası bir maddi sorun haline gelmiştir.
  • çatışma ve değişim kavramlarının sonucunda oluşan yapıdır. çatışma : iki şey arasında birinin diğerine göre daha avantajlı olması sonuçu ortaya çıkar. sıcak su, soğuk suya göre daha avantajlıdır. kimlikler de bir diğerinin kendisine göre daha avantajlı olmasını kabel etmeyerek bir çatışma çıkarırlar. işte bunun sonucunda kimlik oluşur. işte kültür çeşitli kimliklerin çatışması sonucu böylece oluşmuş olur
  • insanın elinden ve dilinden çıkan her şeydir.
  • terry eagleton'ın the idea of culture'ının hemen başında doğa - kültür etkileşimi üzerine bazı değerlendirmeler bulunur. analizci kısa fakat gayet de realist bir neticeye varır: "nature produces culture which changes nature" excursus olacak ama eserin çevirisinde (t. eagleton, kültür yorumları, çev. özge çelik, ayrıntı yay. 2005) bu cümle "doğa kültür üretir, kültür de doğayı değiştirir." (sf.11) diye geçiyor. bu kadar basit bir ilgi yancümleli cümleyi bölmenin bir anlamı var mı? "doğa, (yine) doğayı/kendisini değiştiren kültürü üretir" dersin olur biter. bunu demediğin vakit, eagleton'ın duyuşunu tam aksettirememiş olursun. çünkü bu duyuş burada sadece içerik olarak değil gramer yapısı olarak da doğa - kültür etkileşimini, bağlaşıklığını yansıtıyor. duyuşu dilden dile aktarmak kimi nokta oldukça güçtür ama yukarıdaki cümle o noktalardan birine denk düşmüyor. excursusa bir son verip asıl anlatmak istediğim şeye geçeyim.

    eagleton burada çoğu kere düşündüğüm ve birçok kişinin de düşündüğünü ancak sarih bir şekilde ifade edemediğini sandığım bir noktaya varıyor yukarıdaki doğa - kültür bağlaşıklığından hareketle. nasıl ki doğadaki araçsal şeyleri, o şeyler yapan diğer şeyler yine doğanın birtakım parçalarıysa kültürü oluşturan araçsal şeyleri o şeyler yapan diğer şeyler de kültürün birer parçasıdır. kültürü yaratanın da doğa olduğunu düşünürsek, kültürdeki her yapıcı veya yıkıcı unsur doğal olmakla birlikte tümüyle kültürün bir parçasıdır. o hâlde ilk bakışta doğadan kopuk görünen, hatta ondan kopukluğundan ötürü sanki ona alternatif nitelikli bir yaşam stili öneriyormuş gibi de görünen kentlilik bile kendi içinde bizim henüz keşfedemediğimiz ya da adını başka koyup, formülasyonunu başka türlü açıkladığımız bir tür doğal yaşam alanı sunar. kent, kentliler için doğal yaşamın kendisidir aslında. eagleton david harvey'den alıntılıyor, ben de ondan:

    "cities are raised out of sand, wood, iron, stone, water and the like, and are thus quite as natural as rural idylls are cultural. the geographer david harvey argues that there is nothing 'unnatural' about new york city, and doubts that tribal peoples can be said to be 'closer to nature' than the west." (the idea of culture, blackwell publishing ltd., 2000, s.4)

    buna göre kentleri oluşturan yapı-taşlar tahta, kum, demir, taş, su gibi materyaller olduğuna göre, kır yaşamı ne kadar kültürelse, kültürler de o kadar doğaldır. kentlilik kültürü dediğimiz şey birtakım materyallerin kır yaşamından farklı olarak bize farklı bir yaşam alanı sunmasıdır. david harvey'in dediği gibi new york'ta "unnatural" yani doğal olmayan hiçbir şey yoktur. oysa ilk bakışta new york kenti, türlü görüngüleriyle doğallığın yitirildiği "alternatif" bir yaşam alanıymış gibi görünür. bu yanlıştır.eagleton'ın harvey'den aktardığı gibi kavim halkları (tribal peoples) doğaya batıdan daha yakın değildir. o hâlde doğal olan ile kültürlü olan arasında bir ilişki varsa, bu asla iki unsuru birbiriyle dövüştüren tarzda olmamalı, aksine yukarıdaki ifadede de geçtiğince diğerini yaratan şeyin, yarattığı o şeyle değişmesi söz konusudur.

    zaten kültür de buna yapıca müsaittir. ondaki oluş durumu, eagleton'ın başta belirttiği gibi ("'culture' here means an activity, and it was a long time before the word came to denote an entity") ilk başta eyleme (activity) dönük olup tümüyle ondan beslenir. oluş/tamamlanma (entity) anlamını ise sonraki merhalede kazanır. bunu etimolojik incelemeyle de sabitleriz. zira kültür diye çevirdiğimiz latincedeki cultura, "işlemek, ekip biçmek, çiftçilik yapmak, bahçeyle ilgilenmek, tanrılara tapmak" gibi birtakım hareketli eylemler anlamındaki colere fiilinden gelir. bu yüzden bilginin bu kadarıyla bu sonuca varmak mümkündür, eagleton da aynı şeyi söylüyor. ancak çok tuhaf bir şekilde colere fiilinin yukarıda verdiğim hareketli eylemlerine ters düşünülebilecek ölçüde "kalıcı-kalmış" yani hareketsizliğe dönük eylemler şeklinde de kullanıldığını görüyoruz: "beklemek, yaşamak, bir yerde kalmak vb."(ing. to abide, dwell, stay in a place, to inhabit) (teyit edin) o halde colere'den türeyen cultura'nın yani kültürün hareketlilik yanında "oturmuşluk, kalıcılık" gibi yerleşikliği gösteren bir niteliği de olmalı. bu durumda cultura'nın neden hareketlilik, değişebilirlik (activity) gibi nitelikten "tamamlanmışlık, yapı, bütün" (entity) gibi bir niteliğe büründüğünü anlayabiliriz. zira colere fiilinde olduğu gibi, ondan kaynaklanan cultura'da da "eylem halinde olmak" ile "kalıcı/oturmuş olmak" iç içedir.

    bunu şu şekilde dramatize etmek mümkün: romalı çiftçinin (agricola - ager: tarla, -cola-: işleyen) içinde bulunduğu cultura hem çiftçiliğini/tarla işleyiciliğini (agricultus) hem de işlediği tarlanın etrafında yerleşik bir yaşam tarzı oluşturduğunu gösterir. romalı çiftçi hem tarlayı işler hem de olduğu yere yerleşir, bu hem hareket hem de hareketsizliğin iç içe geçtiğini gösterir. yukarıda bahsettiğimiz doğa - kültür etkileşimine benzer şekilde romalı çiftçinin hareketli eylemine dönük çiftçiliği, hareketsiz eylemine dönük kalıcılığını, yerleşikliğini meydana getirir ve aynı zamanda bu yerleşikliği de hareketli eylemi olan çiftçiliğini hareketli kılar, değiştirir.

    bugünün bizlerinde de kültürün (colere fiilinden hareketle) hareketliliği ve hareketsizliği iç içedir. kültürümüz bizi birtakım aktif durumdaki eylemlere zorlar, daha sonra bu eylemler bizi kalıcı kılarken aynı zamanda kültürün kendisini canlıya (daha bozuk bir türkçeyle söylersek "yaşayan bir canlıya") dönüştürür. vahşi doğada da durum aynı değil midir? ondaki her türlü yaşamsal hareket (ki doğada hiçbir şey keyfî değildir, aksine her şey yaşamsal olduğu için doğaldır) aynı zamanda hareket sahibinin bekâsı ve kalıcılığı içindir. kültürel değişiklikleri bir nevi evrimle açıklamak bu yüzden daha akla yatkındır, çünkü evrim yaşamsallığın her daim ayakta olduğunu gösteren müthiş bir neticedir. öyle ki toplumun ve ona bağlı olarak kültürün mustarip olduğu evrim bazen öyle hızlı işliyor ki, geçmişin değer-yıkıcıları bugünün muhafazakârları olabiliyor. daha sonra onların da değerlerini yıkmaya çabalayan yeni bir jenerasyon yetişiyor ve bu devir-daim hiç son bulmuyor.

    entiriyi terentius'un heauton timorumenos'undan bir bölümle (terentius, özünün celladı, çev. n. ataç, meb yay. 1946, s.15-16) kapatayım, şugar olsun. yalnız i.ö. 2. yy.'da yaşayıp henüz 25'indeyken ölen terentius'un ne kadar da zamanın ötesinde bir analiz yaptığına dikkatinizi çekmek isterim. kültürdeki hareketliliğin doğasını bir de böyle düşünün.

    iii. sahne, clitipho yalnız kalmış, babasından ve sevgilisinden yakınıyor:

    "şu babalar delikanlılara ne kadar da haksızlık ediyor! onların dediğine bakarsak daha beşikte birer ihtiyar kesileceğiz, gençliğin zevkini, safasını hiç sürmeyeceğiz! eskiden kendilerinin de ne olduklarını unutuyor, biz ille şimdiki keyiflerine, şimdiki düşüncelerine uyalım istiyorlar. bir gün gelir de benim bir oğlum olursa, bakın ben ona nasıl babalık ederim: bütün deliliklerini gelip söylesin bana, hepsini de hoş görürüm. benim babam gibi olmam ben: hemen başkalarından ibret almamı söyleyip kendi ahlâkını sürmek ister önüme. ama bir kadeh fazla içmiyegörsün! gençliğinde neler yaptığını anlatmağa başlar. ne diyor şimdi? insan başkasının başına gelenden ibret almalıymış, kendisi için hayırlı olanı ona göre kestirmeliymiş .. inceliğine ince adamdır ya! şimdi çağırdığı türkülere benim kulağımın sağır olduğunu bir türlü anlıyamıyor. ben ancak sevdiğimin: «ver! getir!» demesini duyuyorum, ne cevap vereceğimi de bilemiyorum... benim kadar bahtsız adam mı var bu dünyada!.. gerçi dostum da clinia da çok sıkılıyor, onun da başı dert içinde; ama onun sevdiği terbiyeli bir kız, utanma arlanma nedir biliyor; yosmaların düzenlerini biliyor mu o? benimki ille buyurmak ister, boyuna ver der, sanki bir kıral kızı, eli o kadar açıktır... benim kesemden alıp dört yana savuracak! bir şey istedi mi, ben hemen: «peki» demek zorundayım; cebimde bir obolos'um bile olmadığını söyleyemem ya!... o diken daha yeni battı ayağıma; babamın daha haberi yok."
hesabın var mı? giriş yap