2 entry daha
  • gece gece içimi bir hüzün mü desem, umut mu desem, ne bileyim bir duyguyla kaplayıveren hocamız.
    çok ilginç; sina hoca 'yı ben hiç görmedim, chevalier sans peur 'le msn'de konuşurken, birden aklıma takıldı, navisalvia nedir, biz kimiz, nereyedir bu deniz yolculuğu..
    hiç tanımadığım hocayı. ama şu yazısını paylaşmak istiyorum sizlerle, yeniden göz attım da, ne güzel yazmışsın be hocam;

    "sözcükler ve bir yaşam
    sina kabaağaç / istanbul üniversitesi

    lucerna 1996 (dr. erendiz ozbayoğlu tarafından)

    sina hoca

    latince - türkçe sözlük üzerine çalışıyordum; zihnim dalgın; bir düş akıntısında sürükleniyorum sanki. yorgunluk belirtisi mi bu? "hayır" diyorum kendi kendime; kabul etmek istemiyorum; "direnmeliyim" diyorum; çünkü elden geçecek daha binlerce sözcük var. öte yandan, yayıncı feryad ediyor, telefonda; "daha basmadan iflas ettim" diyor; kağıt fiyatları feci artıyormuş; geciktikçe, para kaybına uğratıyormuşum o'nu.

    hızla kalkıp taşıra taşıra koyu bir kahve pişiriyorum kendime; tazeliyorum cigaramı; taraçaya çıkıyorum: oh! açıldım işte; dirildim yeniden; çalışabilirim; ama baktığım ilk sözcükte, zihnim yine dalgınlaşıyor; daha doğrusu deminki düş akıntısına kapılıyorum tekrar.

    ama niçin?

    uykuda değilim ki; çimdik atmam gereksiz kendime; uyanığım besbelli.

    evet, niçin?

    carchesium, -i & -ii cns. içki içilen kap demek latince'de; öteki anlamı, gemi direği çanaklığı; aralarında sadece küçük bir noktalı virgül var; ama aslında uçsuz bucaksız bir zaman dilimi uzanıyor. o vakit anlıyorum uykuda olmadığımı; yani bir düş seyretmediğimi. o küçücük noktalı virgül, bir köylü topluluğunun, daha sonrası askersel bir ulusun, bir akdeniz imparatorluğuna dönüş serüvenini simgeliyor. belli ki ben bu tarihsel sürece kapılmışım.

    carchesium , başlangıcı karanlıklar içindeki latium söylenceleri ve bir köylü yaşamından toprak bir içki kabı olarak yola çıkıyor; romulus'un yanında, i.ö. 753'te roma'nın kuruluşuna tanık oluyor; sonra bir, bir buçuk yüzyıl krallık, ardından i.ö. 5o9'da başlayan cumhuriyet dönemi; sonuçta roma, kara coğrafyasına sığamıyor artık, denizlere açılıyor ve bizim carchesium , bir gemi direği çanaklığıdır şimdi; tıpkı uzun yüzyıllar yumuşak başlı, önemsiz bir tatlı su tanrısı olan neptunus, tarihsel bir gelişmenin sonucu olarak romalılar için, denizlerin ansızın yaşamsal bir önem kazanması yüzünden, nasıl kudretli, yüce bir deniz tanrısına dönüşmüşse1, dünkü içki kabı da aynı tarihsel gelişme ve gerekliliğin bir sonucu olarak rüzgarlar, fırtınalar içinde sonsuz ufukların bir gözlem yeri, gözleyicisi olup çıkıyor. gel de şimdi, bir sözcüğün bir anlamdan bir başka anlama geçişindeki bütün bu tarihsel, sosyal, siyasal gelişme gerekliliği karşısında hayretler içinde kalma! bir sözcüğün, üstelik gelişi güzel bir sözcüğün yaşadığı bu büyük serüvenin büyüsüne kapılma! doğrusu ben kapılıyorum. örneğin: bir yandan latium'un dağ köylüleri arasında, topraktan kaba saba bir içki kabıyla şaraplar içerek yoksul bir hasat bayramını kutlarken, öte yandan bir roma yelkenlisinin direğindeki çanaklıkta tüm akdenizi dolaşıyorum; ve dahası, fırsat düşmüşken, caesar'ın i.ö. 55 yazında britannia seferine katılarak niçin manş denizini, atlas okyanusunu görmeyeyim diyorum; ama bence en inanılmazı, hem gerçeğe hem akla hayale en sığmazı, bir keresinde halikarnassos'a uğramış olmamızdı. bunun belgesini cicero'nun yazılarında2 bulabilirsiniz.

    biliyorum, biliyorum yayıncının durumunu; artan kağıt fiyatlarını; ama elimden ne gelebilir? sorarım size, daha doğmadan binlerce yıl önce, çocukluğunuzun geçeceği bir yeri, bir direk tepesinden seyretmek ne demektir? benim yerimde kim, şimdi carchesium 'dan aceleyle inerek sözlük çalışması için masaya otururdu? hiç değilse, güneş yeryüzünün her çeşit morlarına sarınarak sevgili göktepe'den3 batmadan önce; kumsallarında yalın ayak koşuştuğum, makara iplikli oltamla karia balıklarını tutmaya çalıştığım çocukluk mahallem tepecik4 kararmadan, ilkokulumun yosunlu, kumlu yollan henüz gözlerden yitmeden önce.

    bir rüzgar esmektedir yüce karia dağlarından; mavi yapraklarını karıştırarak engin bir tarihin; ve ufukta beyaz kelebekler gibi yelkenliler uçuşmaktadır.

    kimdir bunlar? ilk yelkenlileri midir ege tarihinin, ya da gizli limanında pusuda yatan halikarnassos donanmasınca biraz sonra feci bir bozguna uğrayacak rodosluların istilacı donanması mıdır? belki de ilk kadın amiral kraliçe i. artemisia'nın i.ö. 480'de salamis savaşından sağ sağlim yurduna döndürdüğü gemileridir. ne demişti o tarihsel günde pers kralı kserkses o'nun için: bugün erkekler kadınlar gibi, kadınlar erkekler gibi döğüştü, demişti. hayaliniz merak etmez mi bütün bunları?

    bir de var ki uzaktan, bir direk tepesinden bile olsa, kim mausoleum'u seyretmekten kendini geri tutabilir? bu en başta tarihsel ve sanatsal büyük bir utanç olurdu; hele dünya gözüyle belki son kez görmek durumundayken kişi; çünkü bilindiği üzere, o tarihlerde yeryüzünün bugünkü gibi tektanrıcı dinlerce parsellenmesi olgusu yoktu. herkes istediği tanrı ya da tanrıçaya karınca kaderince sunular sunup yakarmakta özgürdü; yani katolik bir örgüt olan sen jan şövalyeleri bir orta çağ karanlığında halikarnassos'a gelip kendi dinsel inançlarının egemenliği uğruna mausoleum'un mermerlerini yakıp kireç üreterek ünlü halikarnassos kalesini inşa etmemişti henüz. gelecekteki bu yıkımı bildiğim için, (işte eski ege uygarlık tarihi ve klasik dilleri meslek edinmenin yaran) karşıma çıkan bu son fırsatı elbet de geri tepemezdim; tepemezdim ama, öte yandan yayıncımın feryadlarına da daha fazla kulak tıkayamazdım; çünkü mesleğimizin özü olan "humanizma" buna doğal ki izin vermezdi.

    dilin doğuşu ve onun siyasal, sosyal, kültürel her tür gelişmeyle karşılıklı sıkı etkileşimi üzerinde eski çağlardan beri çok durulmuştur; ama şurada, şu masada latince sözcükleri türkçe'ye aktarırken bu dil serüveninin, gözlerinin önünde bir sinema filmi gibi cereyan edip durması, yine de kişiyi düşünmeye zorluyor; çünkü en basit, üstelik en yabanıl bir gereksinimin itkisiyle dudaktan fırlayan bir sözcüğün, zaman içindeki insana özgü zihinsel bir gelişme süreci içinde, bu basit, yabanıl anlamdan giderek süzüle süzüle şiirlere vergi, felsefelere vergi, en duyarlı, en soyut ve de en ayrıntılı bir içerik edindiğine bizzat tanık oluyorsun. derece derece oluşan bu değişimi, bu ayrışma ve ayrıntılaşmayı, virgüller, noktalı virgüller arasında bizzat gözlemliyorsun. en kısa tanımıyla, izlemekte olduğun süreç insan zihninin bir somutluklar dünyasından, bir soyutluklar dünyasına geçiş sürecidir; yani yemek, içmek, uyumak, yatmak, kalkmak, çiftleşmek gibi doğal bir belirlenimin hepsinden, ama yine ona dayanıp çıkarak bu sınırlı doğa dünyasının dışında kendine özgü başka ikinci bir dünya, sınırlan her an genişlemeye elverişli bir kültür dünyası yaratma süreci. virgüller, noktalı virgüller, parantezler içindeki italik açıklamalar yüzyıllar yüzyıllar demektir aslında; acılar, sevinçler, göz yaşlan, kanlı savaşlar, kıyımlar, banşlar, batan yükselen inançlar, ümitler, amaçlar demektir. bir insanlık serüveni akmaktadır gözlerinin önünde; insanın insanlaşma süreci; doğa insanı yaratmış; şimdi insan kendi doğasını yaratıyor.

    bugün insanlığın ortak sözcük hazinesi diyelim ki toplam bilmem şu kadar sözcüktür; ama yarınlarda bu sayı artacaktır ve insan var olduğu sürece de durmaksızın sürecektir bu sürekli artış.

    ne demektir bu?

    insan, kendi insan doğasını aralıksız yaratırken öbür yandan her sözcükle doğa, dünya ve giderek evren üzerinde egemenliğini de artırıyor; çünkü her yeni sözcük bilinmeyene bir yeni adımdır; bir yeni fikir, sezgi, duyarlık, bir anlama, kavrayıştır; yani maddi manevi, bir keşfin, bir icadın simgesi, kanıtı, belgesidir.

    ya benim kişisel yaşamım?

    bir yandan virgüller, noktalı virgüller arasında ve latince sözcükler üzerinde bütün bu insanlık serüvenini seyrederken, öte yandan da 18-19 yaşındaki bir ben'i ve daha sonraki benler'i de seyretmekteyim onların arasında.

    saz benizli, dalgalı bol saçlı, inceden bir delikanlısın ve fındıklı'da, güzel sanatlar akademisi'nin5 bitişiğindeki edebiyat fakültesi'ndesin, daha doğrusu, bir cephesindeki uzun nhtımıyla denize yaslanmış bu güzel taş binanın ikinci katındaki bir odanın kapısını tıklatıyorsun, biraz çekingen, heyecanlı ama yine de kararlı; içeride biri genç kız, iki kişi var. sorun çıkanyor erkek olanı; çünkü o zamanki adıyla klasik filoloji olan bölüme o yıl baş vuran tek öğrencisin. bu durumda, yani tek kişi için sınıf açılamayacağını ileri sürüyor. bu sırada içeriye normal iki kişi boyunda biri giriyor.6 durumu anlayınca, yüzünde içten bir memnuniyetin belirtisi hoşnut ve geniş bir gülümseme beliriyor; hemen yarın derslere başlayabileceğini söylüyor; elini sıkıyor, kutluyor seni; ama tek yeni öğrencisin; olsun ne çıkar bundan; tatlı bir türkçe konuşuyor. genç kız da onaylıyor o'nu; kimi dersleri üstlenmeyi öneriyor. bu arada iki kişi daha giriyor odaya; böylece öğrenciliğin, daha sonra okutmanlığınla birlikte 30-35 yıl sürecek bir beraberlik başlıyor bu kişilerle.7

    içeriye adımını attığın ilk andan beri kanın ısınmıştı ansızın bir şeye; ama o "bir şey" neydi? odanın dingin, sıcak havası; kişilerin hali miydi? ya da bir takım çalışmaların belirtisi masalardaki gelişi güzel yayılmış kağıtların, kitapların görüntüsü müydü? belki hepsi birden; ya da belki gelecekteki bütün bir yaşamını kapsayacak bir oluşumun önsezisiydi kanını ısıtan o "bir şey". ve bu biçimde o günkü deyimiyle muallimler odasında başlıyor klasik filolojiyle ilgili ilk eğitimin. çatısında martı kuşlarının dinlendiği binadaki sınıfım burası; derslerine göre çıkıp gelen ya da masalarında çalışan beş kişilik klasik filoloji ailesinin küçük mekanı. üç aylık hızlı bir çalışmadan sonra, şubat sömestresinin bitiminde ikinci sınıflarla sürdürüyorsun eğitimini; ikisi erkek yedi öğrencisiniz.

    bugünkü fakültenin güney-batısında vezneciler'e çıkan caddenin hizasından biraz altta kalmış çukur, küçük bir berber dükkanı vardı; iki kişiydiler dükkanda: musa sarışın, mavi gözlüydü; konuşkan ve koyu fenerbahçeliydi benim gibi, ve beni hep o traş ederdi; hemen hemen yaşıttık.

    yine traş oluyorum; üstümdeki beyaz berber örtüsüne saç kırpıntılarım dökülüyor. "musa" diyorum biraz hüzünlü bir sesle, "bunlar benim saçlarım mı?" akçıl, gri, gevşek kıvrımlar. gülüyor musa, "buna da şükür edin sina bey" diyor, "bir de bana bakın". gözlerimi kaldırıyorum aynanın yukarısına; sapsarı kıvır kıvır saçlı musa'nın başı hemen hemen çıplak; yüzü kırışıklarla dolu; gözlerime inanamıyorum. nasıl geçti bunca yıl, bunca zaman; hiç farkına varmaksızın ve sezinlemeksizin?

    musa diyor ki bir gün: "sina bey, bu son traşım". ama neden?

    "dile kolay" diye yanıtlıyor, şak şak makasını şaklatarak arkamda; "dile kolay 35 yıl; sabahtan akşama kadar ayakta; artık yoruldum".

    emekliye ayırmış kendini; dükkanı bir tuhafiyeciye devretmiş. aynada, pencereden gelip geçenlerin ayakları görünüyor sadece: islak pantolon paçaları, çamurlu çamursuz ayakkabılar, kadın çizmeleri. bu çukur küçük berber dükkanında nice nice seyrettiğim puslu kapanık bir kış günü vezneciler'in; gaz sobasının üstünde, traş için suyu kaynıyor, tıkır tıkır kapağını tıkırdatarak çaydanlığın; sanki hiçbir şey değişmemiş yine de; durmaksızın geçen pantolon paçaları, ıslak kunduralar, kadın çizmeleri.

    yağmurlar yağıyor, karlar serpeliyor, kışlar, sonbaharlar, yazlar gelip geçiyor sözcükleri birbirinden ayıran virgüller, noktalı virgüller arasından; koca koca bulutlar geçiyor; penceremin yanındaki ulu çınar ağacı yapraklanıyor, yaprak döküyor defalarca, defalarca ve 50'lilerden başlayarak 6o'lı, 70'li, 80'li yıllar; evleniyorum, çocuğum oluyor, boşanıyorum, tekrar evleniyorum, tekrar boşanıyorum; terk edilen evler, sokaklar; yaşanan ümitler, ümitsizlikler, sevinçler, acılar.

    geriye kalan ne?

    sadece bu sözcükler.

    kalk be adam; kasların tutuldu masada; çık dışarıya; gez, dolaş biraz; ama her an bir yolculukta değil miyim, bir serüvende? her sözcük kendi başına bir dünyadır; bir serüvendir. şikayetsiz yaşadım ben onların dünyasında, serüvenlerine yürekten katıldım; anlattıkları masal ve hikayeleri sevinçle, coşkuyla dinledim ve mutlu oldum hep. ötesi?

    hava cıva.

    yanılıyor muyum?

    belki.

    ama bir yanılgı tüm yaşamını kaplıyorsa, yaşamının kendisi oluyorsa, sonuçta bu yanılgı, artık yanılgı olmaktan çıkar, somut bir gerçeğe dönüşür; çünkü yaşam yadsınamaz; hele bütün bir yaşam, hiç; yaşadıklarımızın dışında bizim olan nedir? biz olan nedir? sabırlı olun çocuklar, hayal gücünüze yol verin, hız verin ve hep kendiniz kalın. hepinize saygılar,'sevgiler, selamlar; selamlar, saygılar, sevgiler.

    sina kabaağaç

    notlar:
    1. w. warde fovvler, the religious experience ofthe roman people, londra 1933, s. 118 ve 260'da neptunus'un bu değişiminden söz etmiştir.
    2. cic. tusc. 3, 31,75.
    3. bodrum'da bir dağ; antik tiyatro buradadır.
    4. bodrum'da bir deniz kenarı mahallesi. * bugünkü mimar sinan üniversitesi.
    6. george bean; o zamanki dünyada adı geçen beş saygın filolog ve yazıt uzmanından biri; bölümün başvurusuyla fahri profesörlük unvanını almıştır.
    7. george bean, faruk z. perek, zafer taşlıklıoglu, müzehher erim, irfan bey."

    insan heyecanlanıyor, satır satır okuyorsunuz, satır satır bilmem nerelerden gece gece şarap açtırıyor.
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap