6 entry daha
  • ordunun siyaset yapmasıyla ilgili olarak olumlayıcı yaklaşımların burada bulduğu temel payanda, askerlerin "uzun ve meşakkatli bir eğitim süreci ile elenerek" seçilmiş olmaları ve buna bağlı olarak "çoğunlukla politikacılardan daha bilgili, daha donanımlı, daha vizyon sahibi" olmaları ise, burada arzulanan şey ordunun demokrasinin gereği olarak siyaset yapması değil, teknokratlar hükümeti kabilinden uzman kadrolarla iş başına geçmesidir. çoğunluk bilir ki, siyaset denilen şey, yönetimde uzmanlaşmış olmayı bir krıter olarak belirlememiştir; zaten bu yüzden yığınların bugüne kadar siyasî tercihleri de, dünyanın her yerinde hep o ince elenerek bir yerlere gelmiş olan entelektüel zihinler tarafından eleştirilmiştir. çok eskilere gitmeden ve türkiye'deki modellere bile bakmadan, günümüzün avrupalı siyasî figürlerine bakarsanız demek istediğimi gayet iyi anlarsınız; sarkozy, merkel, blair, berlusconi vs. bu isimler bilgili, donanımlı, vizyon sahibi oldukları için değil gerçek birer siyasetçi oldukları için kitlelerin desteğini alabilmiştir. neden sonuca, sonuç da nedene bu denli girmesin; karmaşaya gerek yok.

    ayrıca ordunun siyaset mekanizması nasıl işleyecek? orduyu ordu yapan şey silahlı kuvvet olmasıdır; ondaki stratejik zekâ veya donanım tümüyle militaristik olmak durumundadır. askeriyede yetişen subayların vizyonları onları yetiştiren eğitim kurumunun amaçladığı ölçüde militaristik kalmalıdır; zira onlar başka bir amaç için yetiştirilmiş olmuyorlar. en basit er nöbetinden, yaprak toplamadan, tuvalet temizliğinden en üst kademedeki strateji toplantılarına kadar ordu, bir bütün içinde ideal bir ordunun görevlerini yerine getirmesi için vardır. ondaki donanım ve vizyon tümüyle kendi askerî yapısı içinde geçerlidir, onu neden dışarı çıkarıp ülke yönetimiyle ilgili siyaset yapabilecek seviyeye getirsinler? mevcut siyasetçiler daha az bilgili veya donanımlı olduğu için mi? bu mantığa göre askeriyeye hiç gerek yok, zira seçimleri kaldırıp onun yerine üniversitelerdeki ilgili bölümlerden profesörler (öyle ya, kağıt üzerinde daha donanımlısı olmasa gerek) toplanır, bir araya gelir her biri uzman olduğu göreve atanarak bir sivil teknokratlar hükümeti kurulur. peki, bu yeni "atanmışlar" yönetimine demokraside ne gibi bir yer bulacağız? bulabilecek miyiz?

    benim burada ve diğer tartışmalarda asıl gördüğüm sıkıntı şu: çözüm önerisi getiren kişi de aslında getirdiği öneriyi istemiyor; buna mecbur bırakıldığını düşünüyor içten içe. böylece aslında kendisinin istemediği bir dünyaya yine kendisinin istemediği bir idealle yaklaşıyor; ümitsizliğin daha fenasını düşünemezsiniz herhalde. dehlizdeki adamın "susuzluktan ölmektense gırtlağımı taşa sürterek keserim daha iyi" demesi gibi bir şey bu, ölümlerden ölüm beğenmek ya da...

    buna bağlı olarak asıl sıkıntılı olan da, ortada duran ve hatta çok büyük sıkıntıların nedeni olan baş nedenin (causa causarum: nedenlerin nedeni) ortadan kaldırılması için iyi niyetle de olsa daha büyük sıkıntılar doğurup doğurmayacağını düşünmeden tümüyle sistemi ortadan kaldırma eğilimidir. konumuza yedirirsem, yönetimdeki dirayetsizliğin, iradesizliğin, basiretsizliğin, donanımsızlığın, vizyonsuzluğun tespiti yerinde ancak idarenin iradesizliğini ortadan kaldırmak için yapıyı tümden değiştirmek (en azından "darbe" de denebiliyor buna) anlamına gelecek yepyeni bir şablonu önermek de sağlıklı değil. tam olarak pire için yorgan yakmak anlamına geliyor bu. pire tüm yorganı sarmışsa da, yorgan henüz yorganlığını yitirmiş değil. temizlenmesi mümkün olabilir; zaten demokrasi denilen nanenin içeriği böyle bir niyetle biçimlendirilmiş gibidir; yorganı pire kapladığında yorgan sahibi olanlar onu revize edebilsinler, diye bir hanedanın ya da bir sınıfın tahakkümüne geçit verilmemesi amaçlanmıştır. ne kadar başarıldığı tartışma götürür, ki yukarıda isimlerini saydığım siyasetçileriyle birlikte geçmişin ve günümüzün siyasetini düşünürseniz başarı kıstasınızı bile gözden geçirmeniz gerekebilir. problem değil, bunu düşünün, tartışın aranızda. ancak idareyi kontrol etmesi gereken mekanizma, onun kontrolünü yani ipini elinden kaçırmışsa, böyle bir noktada eli sopalı (sopa masum kalıyor; kast edilen top, tank, tüfek, füze vs.) yeni bir idare özlemine girmenin de bir anlamı yok; çünkü zaten kontrolü mümkün olmayan yoz siyasetçilerin de "eli sopalı" sayılabilecek kendi devlet mekanizmaları mevcuttur. zaten kendi eli sopalılıklarını gösterdikleri için sen başka bir eli sopalı istiyorsun; bunu bilinçli bir şekilde yapmıyorsan da, bu böyle.

    "doğal olan berikidir; güçlünün, sopayı elinde tutanın sözünü dinletmesi" dediğin vakit, zaten donanımsız olarak gördüğün siyasetçilerin senin önerdiğin asker siyasetçi tipinden farklı (olarak) ne yaptığını da söylemen gerek. kaldı ki "bu, aile yönetiminde de böyledir,..." diyorsun; belki bir ışık yakar diye söylüyorum: ailede eli sopalı olan ile eli sopalı devletin sorumlu oldukları kişilere (aile fertleri ve halk) ne kadar sözünü dinletebildiği ya da başkaldırıların ne oranda baskıcı rejimleri içten içe çürüttüğü de tartışılabilir. kaldı ki donanımsız siyasetçilere karşılık donanımlı oldukları söylenen askerlerin eli sopalı yani silahlı kuvvetler olması hasebiyle halkı baskıyla yola getirmesi bir ideal olarak sunuluyorsa, o noktada askerî alternatifi yüceltirken kullanılan donanımlılık, vizyonluluk gibi değerlerin de tartışılması gerekir. insanlık gele gele bu noktaya gelmişse, yani baskıyla, silahla sözünü dinletmenin bir erdem sayıldığı bir alemde yaşama arzusunu duyacak raddeye varmışsa, berlusconi'nin de, sarkozy'nin de kitleleri peşinden sürükleyebiliyor oluşuna şaşmamak gerekir. çünkü varılan bu nokta, siyasetten kesilen ümidin yüzlerce yıllık hümanist kazanıma da kast ettiğini gösteriyor. çocuğunu döven babanın disiplini, eli silahlı adamın disiplini... otorite sadece daha fazla otorite için midir?

    söyleyeceklerimi söyledim. şimdi sizi ali sirmen'in eskilerden bir yazısıyla baş başa bırakacağım; fikirlerinizi değiştirmek gibi bir niyetim yok, sadece farklı bir şeyler düşündürtebilirse ne âlâ.

    ***

    güle güle bay tural

    ali sirmen, 13 şubat 1974, yeni ortam

    cemal tural'ın millet partisi başkanlığından ayrılması pazar günkü gazetelerde küçük bir haber olarak yer aldı. politik hayatımızın en renkli kişilerinden bölükbaşı'nın kurduğu ve her zaman damgasını vurduğu örgütün, parlamento dışına düşüp, fonksiyonlarını yitirmiş olması nedeniyle durulmadı olayın üstünde belki de. ancak, millet partisi'nin durumu ne olursa olsun, cemal tural'ın istifası enine boyuna üzerinde durulması gereken bir olaydır.

    cemal tural daha orduda, görevli olduğu sıralarda adını kamuoyuna duyurmuş bir kişiydi. kendisi türkiye'nin en ünlü genelkurmay başkanlarından biridir. general tural, ününü biraz da sertliğinden alıyordu. hoşgörü tanımaz, disiplinli bir askerdi tural. ilerlemiş yaşına rağmen, spora olan düşkünlüğü de dillere destandı. ancak disiplin anlayışı ve sertliği belki de ölçüleri aşan bir düzeye varmıştı. davranışları sanırız, ona pek fazla sempati kazandırmamıştı. hatta sertliğinin bazı olaylara yol açtığı da söylenmekteydi.

    yoksul bir çevreden gelen disiplini ve çalışmasıyla sivrilen cemal tural, yükseldikçe kendinde kişiliğini de aşan bazı yetenekler görmeye başlamış, giderek türkiye'nin ikinci atatürk'ü olacağı kanısına kapılmıştı. oysa hızla gelişen türk toplumu, artık olayların derinine inen, onların sosyal ve ekonomik yönlerini de inceleyecek yapıda insanlara gerek duyuyordu. sayın tural ise bunlardan yoksundu ve hoşgörüsüzdü. ona göre, görüşlerine uymayan her şey zararlıydı. her yerde komünist tehlikesi arıyor, her gelişmeyi kuşkuyla izliyordu. hatta, necdet elmas'ın banka soygununu bile bir komünist taktiği olarak niteleyip, herkesi hayretler içinde bırakmıştı.

    tural'a göre bağımsız dış politika bir komünist taktiğiydi. nato'ya karşı olmak, ülkemizin sovyetlerin kucağına düşmesini istemek demekti. her ilerici girişimin altında bir bit yeniği arıyordu sayın tural. toplumsal olayları izlemekteki yetersizliği, hoşgörüden yoksun olması, onu toplumumuzun en bağnaz insanlarından biri haline getirmişti. zaman zaman görevinin çerçevesini aşan, bazı ilerici gazete ve yazarları hedef alan tamimler yayınlıyordu. bu davranışları basınımızın en cesur kalemlerinden biri olan ilhami soysal'ın kendisine karşı yazılar yazmasına yol açmıştı.

    nihayet bir sabah sayın tural, hayatının en büyük günahını işledi. ilhami soysal, bir buick araba içinde, tural'a yakınlığıyla tanınan kişiler tarafından, hastanelik edilecek kadar dövüldü. tural etrafa dehşet saçıyor, kendine gereksiz güveni ile her konuyu kendine göre reçetelerle çözecek yolları gösteriyordu. sağ, turai'ı çok seviyordu. ama sertliği ve niyetleri onları da korkutuyordu.

    bir gün tural'ın görev süresi bitti. doğrusu kendisi bunu pek de beklemiyordu. sayın general emekli olunca çevresinde kimseyi bulamadı. birden korkunç bir yalnızlığın içine düştü, çareyi okumakta buldu. bu sıralarda eşi suna tural da millet partisi üyesi olarak parlamentoya girdi.
    tural paşa artık eski tural paşa değildi. söylendiğine göre, doğan avcıoğlu'nun kitaplarını okumuş, bazı gerçekleri görmüştü. okudukça bazı şeyleri öğreniyor, eski davranışlarındaki hataları görüyordu.

    politika sahnemizde her zaman eski ünlere gerek duyanlar bir gün tural paşa'nın da kapısını çaldılar. onu millet partisi'nin başına getirmek istiyorlardı. bölükbaşı hastalığı dolayısıyla bu görevi yapamayacaktı artık. tural paşa öneriyi kabul etti ve millet partisi'nin başına geçti.

    millet partisi genel başkanı cemal tural göreve gelir gelmez, bölükbaşı'yı darılttı. gene eski huyları depreşmişti. hoşgörü tanımıyor, her söylediği sözün herkesçe kabul edileceğini sanıyordu. gerçi artık eskisi gibi konuşmuyordu. türkiye'nin sorunlarına biraz daha ekonomik ve sosyal kapsamlı düşüncelerle eğiliyor, daha bağımsız bir dış politikayı savunuyordu. ancak ilericiler, cemazi-yelevvelini bildikleri cemal tural'ın sözlerini hafif bir tebessümle karşılıyorlardı. türkiye işçi partisinin ileri attığı ve kamuya mal ettiği görüşlerden, ecevit'in politika sahnesinde parlamasından sonra cemal tural kime ne vaadedebilirdi ki? üstelik yanlış bir taktik uygulamış, tutucu mp içinde ilerici sözler söyleyerek, kendi partisinin etkin çevrelerini de kızdırmıştı. mp'de istifalar birbirini kovaladı. cemal paşa bildiğinden şaşmıyor, pek kısa süre önce öğrendiklerini tekrarlıyordu. 1973 seçimleri hem mp, hem de cemal tural için pek hazin bir şekilde sonuçlandı. bölükbaşı'nın kurduğu partiyi cemal tural yıkmıştı.

    geçtiğimiz hafta içinde cemal tural, mp'deki tüm görevlerinden ayrılıyordu.

    sayın tural'ın macerası, türk politik hayatının nerelere vardığını göstermesi bakımından ilginçtir. artık halk, üç gün öncesine kadar tutuculuğu savunanların bugün ilerici nutuklar atmasını kabul etmiyor.

    yarın demirel çıksa, ecevit'ten de ilerde, sosyalist sloganlarla kürsülerde haykırsa kaderini değiştiremez, hiçbir ilericiden, devrimciden oy alamaz. böyle bir girişim, olsa olsa, kendisini destekleyen tutucu çevrelerin de ondan yüz çevirmesine yol açar o kadar.

    sayın tural bazı gerçekleri geç de olsa görmek yürekliliğini göstermiştir. bu yönden kutlanmaya değer. zaten bir zamanlar düşman gördüğü yazarlar da onu bu yüzden kutladılar. ancak bu, düne kadar olmadık şekilde suçladığı devrimcilerin fikirlerini ele alıp, politika sahnesinde başarı kazanması için bir neden değildir. bağımsızlıktan yana bir yazarı dövdürmüş olan kişi, sonra bağımsızlığı kendine bayrak yaparsa işte encamı bu olur.

    şimdi sayın tural politika sahnesinden çekiliyor. bizler de kendisine güle güle diyoruz. ve diliyoruz ki, artık kendisi gibi düne kadar kara dediğine, isterse içtenlikle olsun, bugün ak diyen politikacıların son örneği olsun sayın cemal tural.

    a. sirmen'in yazısı için kaynak: a. sirmen, on iki'den on iki'ye türkiye, sf.173-177, çağdaş yay. ikinci bası, istanbul 1986.

    ***
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap