• köpeklerden hep korkmuşumdur. işin garibi öyle ciddi bir köpek saldırısı, ısırık olayı falan da yaşamadım. sevmeye, okşamaya hiç yanaşamıyorum abicim. belki de ısırmayacak, etrafımda dolaşıp gidecek hayvancağız. nasıl bir şartlanmışsam artık köpek görünce tırsmaya. aşamıyorum bu korkuyu. resmen taşşak konusu oluyorum eş dost arasında. bir zararı yok bu durumun aslında , saygı gösteriyorlar sağolsunlar. bana bulaşmasınlar da gezinsin dursunlar, yazık.

    yalnız bazı zamanlar bu korkuyu yenebilmeyi istiyorum. şöyle en uysalından bir tane gözüme kestirip, elime bi köfte piyaz falan alıp gidip yaklaşayım diyorum. belki alışır, sever hatta havlamaz belki diyorum. şöyle ters ters bakıyor ya mendeburlar, de götüm yemiyo, hemen geri kaçıyorum.

    acaba elimde zehirli köfte falan olduğunu mu düşünüyorlar bunlar? bilemiyoruz ki kafalarından geçenleri, güdülenme yönlerini. haklılar da tabii, bin türlü insan var. "zehirli köfteyi sadece insanlar verir" i öğrenmişler. hadi ben korkuyorum, yaklaşamıyorum da, belediye görevlilerinin silahları var, zorla yedirirler şerefsizim.

    gerçi ölümden korksalar sokaklarda başıboş gezmezler herhalde. zengin bir ailenin yanına kapağı atsalar aslında, bırak zehirlenmeyi bal bademle beslenirler. tamam eve kapatırlar, tasma takarlar ama en azından ölüm tehlikesi yok abi. ekmek elden su gölden... arada da parka bahçeye çıkarırlar, az buçuk özgür takılır, sonra ver elini ev/kulübe. anlattıkça tırsıyorum ha.

    sözün özü; özgürlüğün ölüm olduğu anlatılabilmeli ki, ben sokaklarda daha az başıboş köpek görüp, daha az tırsayım. bu bilinç aşılanmalı. aşı dedim de, aşı önemli abi.
  • altında yatan fikirlere ilişkin destan yazılır mı yazılmaz mı bilmiyorum, ama ben de özgürlüğü ölüm olduğunun anlatılabilmesinden yanayım. başlığa sığıştırabilmek adına böyle girdim konuya, asıl söylemem gereken şu: ben de özgürlüğün ölüm olduğunu düşünmeye meyilli gibi durabilirim, ancak böyle bir tutum içine girmeden bu meylimin asıl kaynağını sunmam gerek. bizlere adam-akıllı felsefe ekolleri, ideolojiler, hatta isa'dan sonraki dinî inanışlarda kullanılsınlar diye düşünce partikülleri bırakan temel yunan tasarım yeteneği, determinist olsun (stoacılık gibi), indeterminist olsun (democritusçuluk ve epicurusçuluk gibi) bir zorunluluk ile özgürlüğün ortak niteliği tespitini haklı çıkarırcasına özgürlüğün bizzat kendisini bile zorunluluğa iliştirmiştir. hiç haksız da değildir, çünkü yaşıyor olma sürecinin bizzat kendisinin ölme süreci olduğunu bilmenin gam yükünü canlılar aleminde bilinciyle "tek başına" yüklenen insanoğlunun, herhangi bir zaman noktasında/sürecinde ötesine taşarak zincirlerinden kurtulmayı başarabildiği ölüm düşüncesinin, kendisi için daha pesimist bir dönemin başladığının işareti olması durumu, aksi düşünceden daha mümkünmüş gibi görünüyor.

    bunu nereden çıkarıyorum? elbette yukarıda da dediğim gibi, şeyleri belli bir determinizmin teknesinde yoğurup anlamaya çalışsak da çalışmasak da, onlar o halleriyle yok olmaya ve başka türlü ya da belirlenen krıterler ölçüsüne göre daha iyi olmaları arzulansa bile hem ontolojik hem de kognitif açıdan başka türlü olamamaya yazgılıdır. çok tuhaf olan ise bu durumun farkında olan determinist inançlı çıkarımların yaşadığımız dünyayı/evreni "olabilecek dünyaların/evrenlerin en iyisi" olarak görme temayülünün de bu kaynaktan besleniyor oluşudur. örneğin ne derler? "efendim, gözlerimizde şu kadar damar var; beynimizde şu kadar gri hücre, herbiri birbiriyle bağlantılı; biri kopsa yaşamını sürdüremezsin; bu kusursuz alemi yaratan bilinçli bir tanrı düşüncesinin kanıtı da budur: düzen, ordo." oysa yapılan çıkarıma kadarki kullanılan materyaller de (gözdeki veya beyindeki nizam) dahil olmak üzere, hem ontolojik hem de kognitif açıdan dilimizle aktarabildiğimiz her durumun başka türlü bir yaşam düzeninde nasıl olacağını bilemiyoruz. gözün bu denli işe yarayan bir organ olduğunu söyleyen, içinde yaşadığım dünyada üretebildiğim mantıksal dayanaklardır. oysa ben başka bir yaşama düzeninde, örneğin ölümsüz olduğum bir yaşamda gözün yerine, bana iliştirilmiş başka bir mekanizmayla, o yaşamın zeminini "olabilecek en iyi dünya" olarak niteleyip niteleyemeyeceğimi bilemiyorum. dahası da var, benim 2 değil de 22 gözüm olsaydı ve yine şu anki yaşamımda düzen olup olmadığına dair bir düşün aktivitesi geliştirseydim, en azından bunu yapabildiğim için, 22 gözümün olmasının düzenliliğin kanıtı olduğunu söylerdim. çünkü yine bir düzen olmuş olacaktı. ben düzensizliği de düzen gibi görebilme yetisine sahibim. hepimiz öyle değil miyiz? var olunan an'ı yargılayabildiğimiz müddetçe, o anda herhangi bir açıdan kaynaklanan bir düzen vardır. köpekler konuşabiliyor olsaydı, ben o an için bunun da düzenliliğin bir kanıtı olduğunu düşünürdüm.

    böylesine düşün aktivitelerinde kıyas müthiş bir ipucudur ve ben böyle bir düşüncede bu ipucudan yoksunum. ben kusursuz bir iç ve dış alemin esiri olduğumu düşündüğüm noktada bile kıyastan yoksun olmakla, kısıtlanmış oluyorum. böyle bir yaşama düzeninde, özgür olduğumu iddia edebilir miyim? tasarımının bile inandırıcı olmadığı bir alternatifler alemi düşününüz ve ben size diyorum ki, "işte o alemde özgür olacaksınız" bu söylemim bile başlı başına ikna edici değil. çünkü en basit ifadeyle "bilmiyorum". ben ancak çok derin bir analiz sonunda anlayabileceğim bir bilgiye sahibim: "tek bildiğim: hiçbir şey bilmediğim". özgürlüğün yeniden tanımlanması gerekiyor o hâlde. ben biraz daha zorlarsam, özgürlüğü bile kısıtlı, güdük kognitif yeteneğimle tanımlayabildiğim için, onun olmadığını söyleyebilirim. ancak o varsa bile, zorunlulukla vardır. seneca'nın tanrı tanımında geçtiği şeyi ben de özgürlük için söyleyebilirim:

    "ipse enim est necessitas sua"

    "tanrı/özgürlük bizzat kendi zorunluluğudur."

    özgürlük kendisine zorunluluktur. ben bu dünyada öleceğimi bilerek/ona rağmen özgür kalmayı plânlarken güdük kalmaya mahkumum; oysa başka bir tasarım (ki bu da yukarıda söylediğim gibi başka bir alemin olduğuna dair herhangi bir tasarım gibi beni tatmin etmez) beni öldükten sonra şu an için aklımın alamayacağı (ki ben bu dünya ile sınırlandırıldığım için kognitif yeteneğim de aynı ölçüde "sınırlı"dır) bir cenneti müjdelediğinde, ölümün bizzat kendisini, kendisi yüzünden onu aşabileceğim başka bir aleme gitme ihtimalimi bile tasarlamakta ve dillendirmekte başarısız olduğum bu dünyadaki sınırlılığımdan kurtulmamın işareti olarak değerlendirebilirim. ancak bu değerlendirmemin temelinde yatan asıl unsuru görmeden de edemem. ben ölümü bir özgürlük olarak görüyorsam, bir yere aitliğimin hem son bulmamasını istiyorumdur, hem de yeniden şekillenmesini gerekli görüyorumdur. insanoğlu da bunun için, yaygın olarak bu dünyadan farklılığı ve sonsuzluğuyla cenneti düşünmüştür. defectus defector dediğim insanın en yetkin tasarımlarından biridir bu; altında yatan neden birçoklarınca da tespit edildiği gibi başlı başına "ölüm korkusu"dur. o hâlde ben, bu tasarıma göre, temelde devamlılığımı önemseyerek, onun mümkün olması durumunda özgür olabileceğimi düşünmüş oluyorum. benim geçici olduğumun bilincinde olduğum bu maddî alemin bir noktasından sonra çürüyerek başka başka maddelere dönüşen bir bedene hapsolmuş olamam, eğer özgürlüğümü önemsiyorsam. bu tasarım, özgürlüğümü önemsiyorsam, şehit olmam gerektiğini söylemiştir. bu tasarım, özgürlüğümü istiyorsam, kozmolojiden ahlâka belli bir düzenin ve bilinçli bir kutsal gözeticinin gözetiminin altında olduğumu bilmemi istemiştir. zaten bu da dindir.

    kuran'da beled suresi 12'de sorulan "sarp yokuşun ne olduğunu sana bildiren nedir?" sorusuna aynı surenin 13. ayetinde verilen cevap şöyledir: "özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o." veyahut yeni ahit'te isa, kendisine inanan yahudilere "eğer benim sözüme bağlı kalırsanız, gerçekten öğrencilerim olursunuz. gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak." der (yuhanna 8.31-32). yine yeni ahit'te paulus'un sözlerine bakılırsa, tasarımın özgürlük bahşeden bir kudret sunduğu görülür: (romalılara mektup 6.20) "sizler günahın kölesiyken doğruluktan özgürdünüz." (6.18) "günahtan özgür kılınarak doğruluğun köleleri oldunuz." (6.7) "ölmüş kişi günahtan özgür kılınmıştır."

    tanrı fikrinin de "başrol olarak" yer aldığı ölüm sonrası özgürlük düşüncesi, bir ait olmanın erdemiymiş gibi duruyor. bunu özellikle de doğu kökenli dinlerde görüyoruz. şunu sorgulayan kimi felsefe tarihçileri vardır: batının epicurus'u karşısında doğudan gelen adamlarca esası biçimlendirilen stoa arasında ne gibi bir mahiyet farkı vardır? yunanlara ruhî özgürlük imkânını veremiyordu maddeci yaklaşımlar; insanlarda huzur yoktu. oysa stoa felsefesi sadece ölüm sonrasını da değil, bu madde hayatını da kutsal iradenin ve seneca'nın mens universi dediği "evrenin zihni"nin bütün olarak kavradığı "özgürlük" dolu bir zemin haline getiriyordu. her şeyin zorunlu olarak yer aldığı (marcus aurelius'a göre her şey, bir diğer şey için yaratılmıştır) fatum yani kader algısı, beri yandan insanlara tanrısal akılla bütünleşme özgürlüğünü veriyordu. çünkü "ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok; ölüm sonrasına ilişkin anlatılanların hepsi hikayeden ibarettir, bu yaşamımıza bakalım. hazzı önemseyelim" diyerek insanları "öte dünya ve tanrılar" korkularından arındırmaya çalışan indeterminist zihne karşılık, determinist zihin "sen ölmeden önce de tanrısal esinin bir parçasısın, ancak öldükten sonra da ona döneceksin" diyordu. stoacı seneca'nın ölüm sonrası analtılanların hepsini dışlayarak, "korkusuz" haz dolu bir yaşamı önererek epicurus'a karşılık söylediği şu söz, bütünüyle insanın "korkudan arınmış" olmakla özgürleşemeyeceğini gösterir:

    "etiam cum persuaseris istas fabulas esse nec quicquam defunctis superesse quod timeant, subit alius metus: aeque enim timent ne apud inferos sint quam ne nusquam."
    [epistulae morales 82.16]

    "bütün bunların (ölüm sonrası çekilecek acılara dair olan) hikâyeden ibaret olduğuna ve öldükten sonra korkulacak hiçbir şeyin bulunmadığına inansanız bile, başka bir korku belirecektir: (insanlar) ölüler diyarında olmak kadar (eşit ölçüde) hiçbir yerde olmamaktan da korkarlar."

    işte ölümle birlikte özgürlüğün de geldiğini düşünen zihinlerin temel itkisi, bilinç kapılarının açık olduğu hiçbir an'da, "hiçbir yer"de olmayacaklarına dair kıvançla tutundukları inançtır. biri çıkar da bu tasarımın da kendisini tatmin etmediğini söylerse, şunu bilsin ki, tarih boyunca bu birçok defa "zaten" dile getirilmiştir. ben bu "tatmin edici olması beklenen" tasarımların da güdük asinin birer çabası olduğunu düşündüğümden, ondan gelecek hiçbir özgürlüğün de hakikî bir özgürlük olmayacağını iddia edebilirim. dahası da var, ben anlayamadığım, anlasam da dillendiremeyeceğim olağan-üstülükte bir tasarımla karşılaştığım vakit, ancak ona kapılabilirim. o da zaten bahsettiğim yapısı gereği entiri olarak buraya aktarılamaz. kudretli bir tanrısal yapının, sıradan bir madde yapısı gibi değerlendirmeye açık olabileceğini düşünemiyorum. buna ilişkin her inançlı ya da inançsız söylemin, mutlaka inananın ya da inanmayanın kendisindeki bir ya da birçok güdüklüğü yamamaya çalıştığı bir düşün aktivitesi ya da kabullenme olduğunu söylüyorum. ecce defectus defector!

    corrigendum et addendum@:
    bu nasıl bir yazıydı ki, harflerde, kelimelerde hep hatalar barındırıyordu. bir redaktör arıyorum entirilerimi düzeltecek. sigorta yok. prim var.
hesabın var mı? giriş yap