• (bkz: algi)
  • bireyin deneyimleri dogrultusunda cevresel uyarilari secili olarak kavramasi ve duzenlemesi.
  • bireyin cevresinden aldigi iletileri anlamli hale getirme sureci.
  • hayvanların da sahip olduğu fonksiyon.
    ve insanlar, algıladığını algılarlar, ki buna bilinç deriz.
  • gerçeklik bize hep yanıbaşımızdaki gözlenebilir deneyimlerde, ama bu gerçeklik hep yeniden yakalanma, formüle edilme, insanlığın durumunun ve insani niteliklerimizin yeniden saptanması işiyle/zorunluğuyla birlikte geliyor. gerçekliği tam anlamıyla bulmak ve tamamıyla yitirmek söz konusu değil. roman belki evlilik kurumuna benziyor. bize öyle geliyor ki bitmesi, aşılması gerekiyor ama kendisi, evreni ve konusu sürekli değiştiğinden bitmiyor, bitemiyor, dönüşerek yola devam ediyor. öykünün ve şiirin konumu daha farklı. ilginçtir, zamanın en komple sanatı olduğu halde sinema da yeni film izleme* sosyolojisi bakımından yarı dinsel bir ayin olmaktan çıkıp kitap okuma* türü etkinliğe evrilmeye, okumanın (zamanı okuma) yeni biçimi halini almaya başladı. tabii o zaman sinemanın şiir mi, öykü mü, roman mı olması, hangisine yakın durması tanımlaması da soru olur. olsun varsın.

    roman bitti mi bitmedi mi sorusuna temel oluşturan "romanın gerçeklik algılaması" sorununu çok dert etmiyor, gerçeği zor bularak aramayı sanatın asli sorun ve işi gibi görüyorum. bir de romancının, sanatçının sınıfı ve aidiyeti sorunu var. sanat, tanımı gereği hangi sınıfça (sınıfta) yaratılırsa yaratılsın aynı anda hem sınıfını savunuyor hem değilini yani (kendinin ve gösterdiği gerçekliğin) aşılmasını savunuyor (işaret ediyor). içten sanat az veya çok beceriyle kendini ve okurunu/alıcısını özgürlüğe götürüyor, yaklaştırıyor, özgürlüğü anımsatıyor. günümüz sınıflaşmaları, katmanlaşmaları yalın değerlendirme ve kodlamaya izin vermiyor sanki. biz amatörler, hatta özelde bütün ekşi sözlük yazarları acaba burjuva aydın/yarı aydını olmaktan ibaret miyiz, yoksa tartılsak daha beter mi çıkarız? daha iyi olasılıkla, zamanımızın çağıyla yüzleşenleri ve temsilcileri olabilir miyiz? kör noktalarımız ve zeminimiz ne acaba? ben neredeyse sadece, ağırlıklı olarak roman okuruyum. kendim yazarken daha çok ilkel, basit yapılı ve anısal duyarlılıklardan ibaret yazdığımı, kurgusal yazmayı özünde reddetmemekle birlikte, ya beceremediğimi ya yanaşmadığımı görüyorum. şeylerin ve görünenin kenarında, ara sınırlarında, her şeye göz atarak, hiç bir şeyi tam olmadan, ayrıca tam teslim olmayarak yazdığımı veya yazabileceğimi sanıyorum. bilmemenin ama olmakta olana duyarlı olmanın, duyarlıkla yön bulmanın yordamını arıyorum. belki roman ve diğer yazını okurken da aynı durumdayım. öyle yapıyorsam, yeterince dolduktan sonra taşmak, beni isteyebileceğim ve yeğleyebileceğim bir yazma eylemine yaklaştırır belki. (bkz: yazmak/@ibisile)

    kamburluk bir tür miyop çekingenlik. kendimde gördüm. yaklaşmaya korkarken, olduğu yerde dururken başını gözünü konusuna sokabilir sanma hali. geleceği önünü göremiyor, görmediğine göre meraklı olması, yakına gitmesi gerekir; o öne doğru bir baş hareketiyle görebilir sanıyor. görmeyi esasen risk almak, konusuna yakınsamak sağlayacak. kambura doğru acı bir vücut değişimiyle görünürleşmiş bir algı eylem çelişkisi. buradaki bir gizli çelişim de, görme yani algılamayı, her şeyi çözer, belirsizlikte eyleme ve seçmekten kurtarır sanmak. görme geleceği görme olur, eğilme kendi önüne eğilme olur.

    "arzu anlaşılmalıdır. onu anlayabilirsin, onun boşunalığını* görebilirsin. doğrudan bir algılama gereklidir, acil kavrayış gereklidir." osho provokatör mistik

    (ilk giri tarihi: 28.11.2016)
hesabın var mı? giriş yap