12 entry daha
  • kir ve kirlilik kötü kavramlarmış gibi duruyor. kir denince, temizin; kirlilik denince de temizliğin ("temiz olma durumu"nu kast ediyorum, "temizleme eylemi"ni değil) tam tersi düşünülmeliymiş gibi bir hava estiriliyor (kim estiriyor? bulun bana onu!). oysa kavramlar kendi başlarına içerdikleri anlamların kendileri değildir; kavramın anlamın aktarıldığı organ gibidir. eski bir metinde karşılaşmıştım, evrendeki kutsal özden (silva) bahsedilirken, maddenin penis gibi olduğu, özün de penisin içinden geçen döl olduğu anlatılıyordu. onun gibi kavram da anlamın (döl) penisi rolünü üstleniyor. temiz dediğimiz şey aslında temiz değil, kirli dediğimiz şey aslında kirli değil. temiz kirli olabilir, temiz bir şekilde kirli, arı bir şekilde, saf bir şekilde kirli. safkan kirli anlamında olabilir. burada temiz kelimesi tam anlamıyla penis olur dölü taşır.

    "bilgi kirliliği" lafına da böyle bakarak onu tümden olumsuz karşılamamam gerektiğini düşünüyorum; sabah okuduğum gazetedeki haberlerden, adını vermek istemediğim bir mekândan bana yollanan birkaç aylık ömrü kalmış doktorun öğrencilerine verdiği son ders videosundan (neredeyse 10 dakikalık olan o videoyu başından sonuna kadar izledim!), üzerinde çalıştığım tez için yaptığım okumalardan, ara sıra baktığım ekşi'deki kimi sarkastik yazılardan, çevremdeki az sayıdaki insanın konuşmalarından arta kalanlardan oluşan safkan bilgi yumağı aslında tam anlamıyla kirlilik oluyor. sanki bilgilerin hepsi kendi başına çok değerliymiş de, bir araya gelince, birbirleriyle uyumsuzluklarından ve alâkasızlıklarından ötürü kirlenmişler gibi bir anlam ortaya çıkıyor. oysa bilgi kirliliği denilen şey, bilgi olarak değerlendirilebilecek verilerin doğru raflara yerleştirilememesi ya da düzenli bir şekilde katlanamaması olarak görülse iyi olurmuş gibi bir izlenim bırakıyor bende. böyle olunca da birbirleriyle alâkasız görünen bilgilerin her birine dikkatlice kanalize olamayan özne, yani ben bir noktadan sonra havluyu, yatak örtüsünü, tişörtleri vs. doğru dürüst katlayamadığı için odasının dağınık görünmesine neden olan adama dönüşüyorum. burada bilgilerin arasındaki alâkasızlığın değil bendeki düzensizliğin kirliliğinden bahsetmek gerekiyor sanki. duyargalarıma takılan bilgilerin her biri masum da sanki ben beceriksizmişim gibi hissediyorum. bu bilgi kirliliği dendiğinde, anlamca kapsanan dezenformasyon için de geçerli. zira ben duyargalarımı iyi ayarlayabilmiş olsaydım, yeterli donanıma sahip olsaydım dezenformasyonu da dezenformasyon olarak algılayabilirdim. burada da sorumlu olan benim. havluyu katlayamayan adamın düzensizlikteki sorumluluğu var burada; dezenformasyona maruz bırakılanın donanımsızlığından söz edebiliriz.

    buradaki kaos'un sorumlusu, onu o şekilde algılayan olmalıdır. woe'nun "internet. o kadar güzel ki. o kadar kaos ki." deyişi hoş; onun internette bilgi kirliliğiyle ilgili olarak kast ettiği ile gördüğü örtüşüyorsa, bundan internetin kendisi değil, internetten neyi nasıl alacağına dair en ufak fikri olmayan kafa sorumlu olsa gerek. ben yukarıda verdiğim örneğe dönmek istiyorum bu konuda; ölümüne birkaç ay kalmış doktorun öğrencilerine verdiği dersten aklımda kalanlar: hayatınızı eğlenerek yaşayın; arzularınızı önemseyin, sonunda onlar sizi bulacaktır. öleceğinizi bilseniz bile, hayatta keyiflenmeye bakın. vb. bu gibi öğütlere sabah gazetede okuduğum abuk sabuk haberlerden arta kalan bilgiler ekleniyor, milan baros'un parmağa ihtiyacı yokmuş (parmağı mı koptu ne oldu bir bilgim yok, sadece bu kalmış aklımda), elano kaka'dan mesaj almış; şimdi gecenin bu yarısı bir de bunlara üzerinde çalıştığım tezimle ilgili kırıntıları ekleyin, tam bir beyin fiyaskosu ortaya çıkıyor.

    ne kadarının ciddi, ne kadarının ciddiyetsiz olduğunu bir noktadan sonra tartamadığım bilgi kirliliğinin sorumlusu onlar karşısında gardını alamamış olan benim. bana mı kaldı milan baros'un parmağı, doktorun ölmeden önce verdiği ders? sanki bana kalmış gibi burnumu soktuğum her bilgi, diğer faydasız bilgilerle birleşerek faydalı bilgilere yer bırakmıyor. iş veya okul dönüşü otobüste sızan insanların, kulağında kulaklıkla radyo dinleyen hatunların cama dayanmış başından beter bir başa sahip olarak kaaveye, çaya abanıp sonunda ezan sesiyle yastığa gömülüyoruz. onca kitap okudum, national geographic'in belgeselini izledim, hâlâ uykunun nasıl bu kafa yorgunluğuna ilaç gibi geldiğini çözemedim. tamam verilen örnek güzel, cep telefonunun şarj (şarz mıydı o?) olması gibi bir şey ama niçin? niçin yorgunluğumuz da dünyanın günlük dönüşüyle neredeyse uyumlu? nasıl oluyor da milan baros'un parmağı zihnimi bu kadar bulandırabiliyor? sanki biri boğazıma parmağını sokmuş da midemi bulandırmış gibi, beynim de bütün fazlalılığı dışarı atmak istiyor.
39 entry daha
hesabın var mı? giriş yap