• ilhan iremin son yıllarda çıkan best of albümlerinden ikincisinin adıdır. yemyeşil bir deniz bu albümde yer alır.
  • cadı süpürgelerinin* ham maddesi.
  • cadi nin, min. haftada bir gerekli $eylerde cizgi roman standlarinin onunde gozleri fal ta$i gibi acik halde bir agac gibi dikilerek $a$kin $a$kin duru$u... ablacim bir yanli$lik olmasin; agaclar kahve icmez...
  • edip canseverin çağrılmayan yakup kitabında yer alan, beş parçadan oluşan ve aşağıdaki dizeleri içeren şiiri:

    sonra pek kimse bilmez sanırım, günlük yaşamın tanımadığımız yerleri vardır...
    ....
    işte bu yüzden denilebilir ki, sabahlar yeni açılmış sinek kağıtları gibidir
    insanı ve onun bütün devinimlerini
    kendilerine yapıştırırlar
    ve sabahlar yapışkandırlar, her neyse...

    ...
    görüyorsunuz ki her şey bir şeyin içinde, ne yapalım

    ....
    ben ne bir şeyim ki, sancısız bir acı duyuyorum
    tam o sıra
    ve acı yayılıyor ben olan kollarıma
    ayaklarıma da
    benim sanki birtakım nesnelerle çok yakın ilintilerim var
    insanın en gerçek yerindeki
    ve anlatılmazlıktaki bir yerden anlatılmaya
    akan bir şeyim.

    ....
    kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
    ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri

    ....
    ölü bir balığın ölü bıraktığı yerde
    işte o gibi bir yerde ben
    doğanın ve bütün canlılıkların ölü yerlerine bakıyorum
    kendimden ne kadar öldürdüğüm sorulursa
    buna bir şey diyemem
  • edip cansever’in uzun şiirlerinden biridir.. dört bölümden oluşur.. birincisi şöyle:

    “doğanın unuttuğum ya da hiç rastlamadığım parçaları
    bir bir oluyor
    ben kendi yarattığım bir yoldan geçiyorum
    yolun üstünde kurumuş bir cadı ağacı
    kurumuş, kansız, bembeyaz bir cadı ağacı
    kenarından bir düş sallantısının ağıyor
    dinliyorum bu ölümsel sesi de -ne ister benden bu doğa-
    dinler gibi bakıcıların tıpkı
    hışırtısını meşe yapraklarının
    yüce tanrı zeus’un tapınağında
    bilmek için ne düşündüğünü bu delişmen tanrının
    dinliyorum ben de yıkıntısını ağacın
    oysa biliyorum, ne olacak bir şey var
    ne görünmezlerde bir tanrı
    ki yarattığım bir yolda duruyorum. öyle
    hepimiz duruyoruz: ilk durak cadı ağacı.”
  • 1983 yılında, bilgi yayınevinden çıkan ayla kutlu romanı.
  • ötekileşmenin kutsal kitabı gibi bişi olan edip cansever şiiridir. büyük kısmı şöyle, üşenmedim yazdım:

    "...
    sonra pek kimse bilmez sanırım, günlük yaşamanın tanımadığımız yerleri vardır
    ben işte tıraş makinamın fişini taktıktan sonra
    onu bir tahta masanın üstüne koyarım
    koyarım da, masanın üstündeki o sabah cızırtısı var ya
    sabahın ve günlük yaşamanın altındaki şeyleri eşeler
    bir süre bakarım
    çünkü sabahların bir mi, iki mi, sonsuz mu
    beni bulması vardır ki, benimle olan her şeyi
    bulması
    işte bu yüzden denebilir ki, sabahlar yeni açılmış sinek kağıtları gibidir
    insanı ve onun bütün devinimlerini
    kendilerine yapıştırırlar
    ve sabahlar yapışkandırlar, her neyse...
    çünkü işte yolcular tartışıyorlar şimdi de. ben o açık pencerenin kenarında oturuyorum
    o açık pencerenin kenarında ben
    öylece oturuyorum
    yaşamaya yeni çıkmış sözcüklerindeyim onların
    bir iğde fidanı gibi
    yumuşak, tüylü ve anlamsız geleceğinde
    sözlerinin
    ilk atılım şapkalı bir adamın ellerinden geliyor
    -cezanne'ın iskambil oynayan adamları vardır
    gerçekte onlar bir tabutun gecesinde
    görünmez bir ölüyü oynuyorlardır belki de
    ve ölü...
    her neyse...-
    sen ki her şeyi yeni anlamaya çıkmış gibi bakamazsın yüzüme
    diyor ki aynı yolcu, ben bu sesten hiçbir şey anlayamam
    öteki yanıtlıyor elbette
    kalktığım zaman hiçbir şeyi yerli yerinde bulamadım
    bunca yıl oturduğumuz evi hiç tanıyamadım da, karım dedi ki
    bahçemizdeki bütün mürdümleri kargalar yemişler
    anlatılmazlıkta olan bir şeyi
    kargalar
    artık biz şimdi ne yapalım
    dedi ki yolcunun biri de: o bahçe öyle neyin içinde büyük
    çiçekler neyin içinde büyük öyle
    ve mürdümler
    görüyorsunuz ki, her şey bir şeyin içinde, ne yapalım
    mürdümleriniz yenince...
    yolcu bir ötekileşme içinde bunları dedi
    ve kendini öyle gördü, ben buna hiç şaşmadım
    üstelik işe geç kalmaz mıyım bir de
    diye ekledi mürdümleri kargalar tarafından yenen yolcu
    dur bakalım bizim müdür ne diyecek
    ben yalnızca şuna takıldım: mürdümle müdürün o gizli işbirliğine
    dur bakalım
    bir başka servise yollayacaklardır beni belki de.

    (baylar! umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?
    siz artık bunu unutmuş olmalısınız, dedi bir başka yolcu
    az sonra masanızın başına bir güzel oturun
    peynirli bir sandviç getirtin ve şekerli bir kahve
    kalemlerinizi ince ince yontun mesela, ben size söyleyeyim
    üç ton pamuğun navlunu gibi bir şeyler
    dünya gibi bir yerde nasıl bir şey oluyor
    bunu bir iyi düşünün de, müdür gelince
    müdür gibi bir şeyler nasıl oluyor, öylece bakarsınız
    iyice baktınız mı, siz artık bu bakma biçiminde
    yeni bir şey oldunuz, bunu kendimden biliyorum.

    (baylar! müdürsüz, zamansız ve bahçesiz böyle nereye?
    ben hiç de insan gibi kalkmıyorum sabahları, haberiniz olsun
    ve şu benzin kokusu yok mu, fena halde dokunuyor bana
    hem inecekler insin, öyle değil mi
    benim aklımda posta kartları dizili bir dükkan
    ve pullar dizili
    ve gazozlar, çikolatalar
    bir dükkan duruyor, öyle değil mi
    ben belki de bir gün sevineceğim, haberiniz olsun.)

    üç kişi resmini çekiyor cadı ağacının
    üç biyoloji uzmanı, biri de çakısıyla
    bir parça koparıyor cadı ağacından
    ben ne biçim bir şeyim ki, sancısız bir acı duyuyorum
    tam o sıra
    ve acı yayılıyor ben olan kollarıma
    ayaklarıma da
    benim sanki bir takım nesnelerle çok yakın ilintilerim var
    ve çözülmedik şeylerin de insanıyım ben
    insanın en gerçek yerindeki
    ve anlatılmazlıktaki bir yerden anlatılmaya
    akan bir şeyim.

    (neden bu kadar çok duruyoruz burada, bir türlü anlamıyorum
    inecekler insin, öyle değil mi
    ve binenler yerlerine otursun, işte o kadar
    hem nedir, bir camın üstündeki cam kırıkları gibi
    o saydam varlığınızla
    hepiniz durmadan yer değiştiriyorsunuz
    şu da var ki, ben bunu anlamıyorum, o kadar.)

    üç kişi konuşuyor kendi aralarında, üç biyoloji uzmanı
    ben kendi yarattığım yolda duruyorum
    öyle hep duruyorum
    cadı ağaçları ne ölü değildirler, ne de hiç yaşamazlar
    biz bunu anladıksa artık gidelim
    ne kadar gitsek o kadar çok iyidir
    son sözü köşedeki bir öğrenci söyledi
    gören var mı, dedi, cadı ağacını
    cadı ağacını yani
    yok, değil mi
    kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
    ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri."
  • edip cansever'in çağrılmayan yakup kitabında yer alan beş bölümden oluşan bir muhteşem şiirin tamamıdır, buyurun efendim:
    (bkz: cadı ağacı) (bkz: edip cansever)

    ı

    “doğanın unuttuğum ya da hiç rastlamadığım parçaları
    bir bir oluyor
    ben kendi yarattığım bir yoldan geçiyorum
    yolun üstünde kurumuş bir cadı ağacı
    kurumuş, kansız, bembeyaz bir cadı ağacı
    kenarından bir düş sallantısının ağıyor
    dinliyorum bu ölümsel sesi de -ne ister benden bu doğa-
    dinler gibi bakıcıların tıpkı
    hışırtısını meşe yapraklarının
    yüce tanrı zeus’un tapınağında
    bilmek için ne düşündüğünü bu delişmen tanrının
    dinliyorum ben de yıkıntısını ağacın
    oysa biliyorum, ne olacak bir şey var
    ne görünmezlerde bir tanrı
    ki yarattığım bir yolda duruyorum. öyle
    hepimiz duruyoruz: ilk durak cadı ağacı.”

    ıı

    üç kişi iniyor, üç kişi biniyor, ben artık bir pencere kenarına
    oturuyorum
    bir açık pencerenin kenarına ben
    sessizce oturuyorum. bir kır fidanı büyük oluyor, onu öylece görmem
    gerek
    saydam bir kervan geçiyor üstünden, ki bunlar unuttuğum şeyler
    olmalı benim
    kervanın ben tutarındaki parçaları
    hiçbiri ilgimi çekmiyor
    sıcaktan ölmüş bazı kuşları aydınlık kurutuyor ve kayaları
    aydınlık kurutuyor. sonunda bir ses olacak bunlar rüzgârda
    ayrıntıları ben uğultusunda bir ses
    ben bunu biliyorum
    kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. oysa kuşların
    diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar
    sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar
    bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden
    kopuyorlar bir bir
    kopsunlar, ben bunu anlıyorum
    bunu tam anlıyorken cadı ağacı orda duruyor
    boş bir kasabada çok yaşlı bir hancının
    tuzlanmış dere balıklarını kutulara dizerkenki
    elleri gibi, öyle bir yanılmazlıkla
    duruyor da
    her şey ki bir süre kendisi gibi duruyor, ben buna seviniyorum
    çünkü yeryüzünün müthiş şekillerinden biriyim ben
    üstümde gök olarak içimde bir de hayatın bulunduğu
    yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki anladığıma göre
    tam işte böyle bir ağırlıkla pencerenin önündeyim gibi
    cadı ağacına bakıyorum sessizce
    uzantıları ben kurulukta bir şey bu cadı ağacı
    çünkü bazı şeyler çok büyümeye ve
    hayatın içindeki gerçek köklerini bulmaya yönelirler de
    örneğin bazı kış günleri vardır ki, dünyadan almadıkları bir aydınlıkla
    bir ayazma içi gibi oldukları ya da
    bir han odası
    gibi oldukları zaman, alkolün
    kurtarışlı ve boyutsuz çağrışımını taşırlar
    ben burda büyümekten ve baş dönmesinden kendimi alamam
    insanın en genç yerindeki ben
    sonra pek kimse bilmez sanırım, günlük yaşamanın tanımadığımız
    yerleri vardır
    ben işte tıraş makinamın fişini taktıktan sonra
    onu bir tahta masanın üstüne koyarım
    koyarım da, masanın üstündeki o sabah cızırtısı var ya
    sabahın ve günlük yaşamanın altındaki şeyleri eşeler
    bir süre bakarım
    çünkü sabahların bir mi, iki mi, sonsuz mu
    beni bulması vardır ki, benimle olan her şeyi
    bulması
    işte bu yüzden denebilir ki, sabahlar yeni açılmış sinek kâğıtları
    gibidir
    insanı ve onun bütün devinimlerini
    kendilerine yapıştırırlar
    ve sabahlar yapışkandırlar, her neyse...
    çünkü işte yolcular tartışıyorlar şimdi de. ben o açık pencerenin
    kenarına oturuyorum
    o açık pencerenin kenarında ben
    öylece oturuyorum
    yaşamaya yeni çıkmış sözlerindeyim onların
    bir iğde fidanı gibi
    yumuşak, tüylü ve anlamsız geleceğinde
    sözlerinin
    ilk atılım şapkalı bir adamın ellerinden geliyor
    —cezanne’ın iskambil oynayan adamları vardır
    gerçekte onlar bir tabutun gecesinde
    görünmez bir ölüyü oynuyorlardır belkide
    ve ölü
    her neyse... —
    sen ki her şeyi yeni anlamaya çıkmış gibi bakamazsın yüzüme
    diyor ki aynı yolcu, ben bu sesten hiçbir şey anlayamam
    öteki yanıtlıyor elbette
    kalktığım zaman hiçbir şeyi yerli yerinde bulamadım
    bunca yıl oturduğumuz evi hiç tanıyamadım da, karım dedi ki
    bahçemizdeki bütün mürdümleri kargalar yemişler
    anlatılmazlıkta olan bir şeyi
    kargalar
    artık biz şimdi ne yapalım
    dedi ki yolcunun biri de: o bahçe öyle neyin içinde büyük
    çiçekler neyin içinde büyük öyle
    ve mürdümler
    görüyorsunuz ki, her şey bir şeyin içinde, ne yapalım
    mürdümleriniz yenince...
    yolcu bir ötekileşme içinde bunları dedi
    ve kendini öyle gördü, ben buna hiç şaşmadım
    üstelik işe geç kalmaz mıyım bir de
    diye ekledi mürdümleri kargalar tarafından yenen yolcu
    dur bakalım bizim müdür ne diyecek
    ben yalnızca şuna takıldım: mürdümle müdürün o gizli işbirliğine
    dur bakalım
    bir başka servise yollayacaktır beni belki de.

    (baylar! umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?)

    siz artık bunu unutmuş olmalısınız, dedi bir başka yolcu
    az sonra masanızın başına bir güzel oturun
    peynirli bir sandviç getirtin ve şekerli bir kahve
    kalemlerinizi ince ince yontun mesela, ben size söyleyeyim
    üç ton pamuğun navlunu gibi bir şeyler
    dünya gibi bir yerde nasıl bir şey oluyor
    bunu bir iyi düşünün de, müdür gelince
    müdür gibi bir şeyler nasıl oluyor, öylece bakarsınız
    iyice baktınız mı, siz artık bu bakma biçiminde
    yeni bir şey oldunuz, bunu kendimden biliyorum.

    (baylar! müdürsüz, zamansız ve bahçesiz böyle nereye?

    ben hiç de insan gibi kalkmıyorum sabahları, haberiniz olsun
    ve şu benzin kokusu yok mu, fena halde dokunuyor bana
    hem inecekler insin, öyle değil mi
    benim aklımda posta kartları dizili bir dükkân
    ve pullar dizili
    ve gazozlar, çikolatalar
    bir dükkân duruyor, öyle değil mi
    ben belki de bir gün sevineceğim, haberiniz olsun.)

    üç kişi resmini çekiyor cadı ağacının
    üç biyoloji uzmanı, biri de çakısıyla
    bir parça koparıyor cadı ağacından
    ben ne biçim bir şeyim ki, sancısız bir acı duyuyorum
    tam o sıra
    ve acı yayılıyor ben olan kollarıma
    ayaklarıma da
    benim sanki birtakım nesnelerle çok yakın ilintilerim var
    ve çözülmedik şeylerin de insanıyım ben
    insanın en gerçek yerindeki
    ve anlatılmazlıktaki bir yerden anlatılmaya
    akan bir şeyim.

    (neden bu kadar çok duruyoruz burada, bir türlü anlamıyorum
    inecekler insin, öyle değil mi
    ve binenler yerlerine otursun, işte o kadar
    hem nedir, bir camın üstündeki cam kırıkları gibi
    o saydam varlığınızla
    hepiniz durmadan yer değiştiriyorsunuz
    şu da var ki, ben bunu anlamıyorum, o kadar.)

    üç kişi konuşuyor kendi aralarında, üç biyoloji uzmanı
    ben kendi yarattığım yolda duruyorum
    öyle hep duruyorum
    cadı ağaçları ne ölü değildirler, ne de hiç yaşamazlar
    biz bunu anladıksa artık gidelim
    ne kadar gitsek o kadar çok iyidir
    son sözü köşedeki bir öğrenci söyledi
    gören var mı, dedi, cadı ağacını
    cadı ağacını yani
    yok, değil mi
    kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
    ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri.

    ııı
    bir mezarlığın önüne geldik, bu taş ustası kim
    taşları bu kadar iyi bilen bu taş ustası kim
    onları yonta yonta böyle bu taş ustası
    ben telaşsız duruyorum yarattığım yolda ki
    mezarlık u ve h sesleri karışımınca uzuyor
    bunu duymazlıktan gelemem
    bir ses gibi, yeni kolalanmış bir örtü gibi
    bunu duymazlıktan gelemem.

    taşçıyla bir adam ağır ağır konuşmaktaydılar
    adamın yüzü hiç kımıldamadan konuşmaktaydılar
    taşçı adamın yüzüne yazılar kazıyor gibi konuşmaktaydılar
    ve onlar o kadar çok “idi”ler ki, ben onlara
    bir masal gibi bakmaklıktan gelemem
    pamuk beyazı bulutların insana benzer yan yana gelişleri gibi
    durmaktaydılar sonra
    her an dağıldı dağılacak gibi
    zaten taşçının sert parmakları adamın dizine dokundukça
    adamın dizi sisler gibi dağılıyordu
    yeni biçimler oluyordu böylece, bunu görmezlikten gelemem
    gelemem de
    mezarlar bol ışık altında o kadar beyaz idiler ki
    bir damla kan yeterdi onları canlandırmaya
    nasıl ki ben kırmızı karanfilleriyle hatırlarım hep
    bir evin camlara doğru çok boşalan içini
    —gene bir gün bir deniz hayvanını karnından ikiye bölmüştüm
    bembeyaz bir kan yollamıştı parmaklarıma —
    taşçıyla o adam ağır ağır yürümekteydiler
    belki de oturuyor olmalıydılar, ama yürümekteydiler
    birbirlerini dağıtmıştılar ki, ben kendi yarattığım
    şehirlerde oluyordum
    neden derseniz, ben işte oralarda oluyordum
    ışıklar, vitaminler, antibiyotikler
    ve insanlar benim dünyamdaki çizgileriyle
    duruyordular ki
    ve sokakların ıslanmış taşlarında o kadar duruyordular ki
    hiç dağılmadan
    ve dağılmaktan korkar gibi lokantalarda
    ve pastahanelerde, gece kulüplerinde
    omuz omuza içilen meyhanelerde o kadar çok duruyordular ki
    bunu anlamazlıktan gelemem
    ölüme bir ölüyle karşılık veriyorlardı arada
    birini gönderiyorlardı içlerinden, ona tahtadan bir tabut yaptırarak
    ve tabutun üstüne neler koymuyorlardı ki
    haçlardan tutun, ayyıldızlardan, içki şişelerine kadar
    bu törenlerden ne umarlardı, bilmem ama
    bir gün birinin ölüsünü çok gezdirdiler
    ordan oraya boyuna
    yaşamla ölünün dünyasızlığı arası hiç mi hiç kısalmadı
    kısalmadı da, ölü gecikti, çok gecikti mesela
    yıllarca gezdirildi, ben bunu böyle anladım
    ölü durdu, bir başka hayat buldu yepyeni dünyasında
    bunu görmezlikten gelemem
    kavgalar ediyorlardı. bir ölüm sınırında sesleri oluyordu
    tabutu unutuyorlardı arada
    ve konuşmaları oluyordu ölüyle. benim yarattığım dünyaya sorarsanız
    her yerleriyle o kadar sarı idiler ki
    sapsan bir kâğıttı ölüm de. ve taş ustası
    ölümün imza kalemi gibi
    bir yığın taşlar yontuyordu bu uzun yolculukta
    ben o taşları beğendim mi, doğrusu pek bilmiyorum
    bilmiyorum da
    kilise önlerinde, iskelelerde, balık pazarlarında
    gezdirip durdulardı ölüyü
    din adamlarım kovdulardı. sanırım içki filan içtilerdi çukurunun
    başında
    çok sıcak yaz günleri insanı delirten caz parçaları
    vardır ya
    öyle bir dalgalanışla göğüslerini açtılardı
    yüzlerini tuttulardı dünyaya
    başkalarının içi yanıyordu. gözlerine bakamazdınız
    ölümün dışa vurmuş biçimleri gibiydi onlar
    ve alkol nereye götürüyor olmalıydı ki onları
    ölüyse nereden geliyor
    olmalıydı ki... artık bu sokağın adı ne
    yeni açmış bir çiçeğin, pembe
    adı ne
    bir güneş parçasının, bir salkım söğütün
    dönüp duran yaprakların üstünde
    adı ne, o noel süsleri gibi göz alan.

    (baylar! inecekler insin, öyle değil mi
    herkes çiçeklerini isterse bıraksın
    bir iki şey var zaten yapacak, yolumuz uzun
    hem size söyleyeyim, benim aklımda kadınlar dizili
    bir sürü evler duruyor
    yataklar .perdeler, kolonya şişeleri
    ve çiçekler, prezervatifler
    rengârenk perşembeler dizili
    bir sürü evler duruyor
    ben istersem oralardayım, haberiniz olsun.)

    ölü bir balığın bir suyu ölü bıraktığı yerde
    işte o gibi bir yerde ben
    doğanın ve bütün canlılıkların ölü yerlerine bakıyorum
    kendimden ne kadar öldürdüğüm sorulursa
    buna bir şey diyemem
    diyemem de, ben gözlerimi açsam dünya bir başka türlü genişliyor
    bir şeyler azalıyor bir kâğıdı ikiye bolsem
    öyleyse ben nasıl bir şeyim ki, bilmem ki
    bildiğim, dünyanın adamakıllı yansımış bir parçası olmalıyım
    yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki.

    taş ustasıyla o adam bir yerde gene oldular
    benim kendime yarattığım dünyayı bulursanız
    sisler gibi dolaşıyorlar orda onlar
    durmadan değişerek
    bense mezarlığa bir damla kan bırakıyorum
    ya da kokina dedikleri kıpkırmızı bir çiçek.

    ıv
    çok eski bir avukat yazıhanesine şöyle bir uğruyoruz
    ben kendi yarattığım yoldan kendimi getirerek
    eski bir avusturya kasasının üstüne yumruğumu vuruyorum
    ne zaman vuruyorum, dünyanın bütün borsaları titriyor
    ben biraz iğreniyorum
    ve biraz iğrendikçe ben bir saat kulesinin önünden geçiyorum zamansızlık
    yürürlükte oluyor
    gene de bir erguvan ağacı aklımda kalmış olabilir bu ara
    kaldı ki, sözlüğe bile bakıyorum, onu kelimeleştiriyorum
    cercis silignastrum
    avukat bana bakıyor gözlüklerinin üstünden
    sanki ne olsun gibi bana bakıyor
    bir gümüş paranın transfer tutarı gibi
    iki göz oluyor bakınca, kim bilir hangi bankada bozdurulmuş
    avukatın gözleri
    hey tanrım
    hey tanrım, böyle bu dosyaları kim gönderiyor
    kim
    benim yargılamak için düşlerimi
    ellerimi benim, çok seyrek olarak çıkarttığım düşlerimden
    kim gönderiyor
    ve her şey nasıl da durmuş olmalı ki, avukat kımıldanıyor biraz
    elindeki kâğıt keseceğini dünyaya batırarak
    ve elindeki bir
    anahtar zincirini
    biz işte onunla birlikte savunacağız beni
    düşlerimi ve düşlerimden arta kalan ellerimi
    biz ikimiz
    böylece parmaklarımı masanın üstüne koyuyoruz biraz
    şimdiden koyuyoruz ki onları, biz buna alışalım
    öyle bir suç unsuru gibi, gerçekte
    benim olmayan eşyalar gibi
    biz buna alışalım.

    gerçekten alışıyoruz da. ama kimseler kendini savunamıyor ki
    bunu bildikçe de ben eski eşyalar satılan bir dükkânda oluyorum
    dükkânın kapanmaya yakın saatlerinde
    üstleri iğneli birtakım japon heykelcikleri görüyorum ki
    gözleri yeşimden yapılmış
    vücutları eski hayvan kemiklerinden
    onlara bakıyorum
    onları anlıyorum ki, üstleri iğneli insancıklar halinde
    ve nasıl yapılmışlarsa öyle
    anlıyorum
    biz buna savunmak diyoruz, bu iğnelere
    oysa bir yaratılış biçimi olmalı ya da
    bir kendine yetme biçimi...

    (baylar! siz ki hiç yargılanmadan.. ayıp değil mi
    beni bir gün alıp götürdüler
    benim iyi yüzüme uydurulmuş yüzleriyle
    yollar ki iri bir yağmurun altında
    gözle görülebilir bir yağmurun altında öyleydi
    nasıldı derseniz, ben buna bir şey diyemem
    diyemem, çünkü insan düşünür de bir şey diyemez
    dese de, kılı kırk yararcasına düşünmesini
    bilmeyebilir, öyle değil mi
    bunu ben böyle düşündüm
    ben böyle düşündüm ki, karşımda
    durmadan kırmızı yakaları olan birileri
    durmadan bana sordular
    sanki bir bir saydılar aklımdan neler geçirdiğimi
    doğrusu pek anlamadım, anlamadım da
    dedim ki onlara ben de, boşuna yargılıyorsunuz beni
    öyle ya, çünkü siz olmasanız da, ya da sussanız
    ben var ya, kendimi yargılarım, öyle değil mi?)

    ıv
    üç kişi iniyor, üç kişi biniyor, biz kendi yarattığımız bir yola sapıyoruz
    dağlarda dağ çiçekleri
    öylece kalıyor
    ve tuhaf bir şekilde bir uçuruma akıyoruz
    ne düşmek, ne sarkmak, ne gitmek bir parça ileriye
    öylece kalıyoruz
    öylece kalıyoruz
    öylece kalıyoruz.
  • ayla kutlu'nun eleştirmenler tarafından sevilmeyen ve böyle romanlar yazarından çok şeyler götürür, neden yayimlar ki insan böyle bir romanı diye hakkinda yazılar çıkan bilgi yayınevi tarafından basılan ilk romanı.

    romanı bitirdikten sonra bir değerlendirme yazmak istedim.

    öncelikle roman bir kadin karakter etrafında şekilleniyor. bir olay yok. sadece nilüfer var ve hayatına girip çıkan erkeklikler...

    niteliksiz buldugumu söyleyemem. romanı okurken ayla kutlu'nun zengin dil kullanma becerisinin tadını hissediyorsunuz. üslupta hicbir problem yok hatta ilk romanı olmasına rağmen çok da başarılı. sadece olay örgüsünün olmayışı sıkıntılı ama okurken de bu sıkıntı hissedilmiyor. kendini verimsiz kurumuş grimsi bir cadı ağacı gibi hisseden bir kadının penceresinden bakıyoruz ankara'ya.

    ayla kutlu güzel bir okul. onun her bir kitabı bir ders benim için. tavsiye ediyorum bilimsel çalışma yapmadan salt roman okumak isteyenler için...
hesabın var mı? giriş yap