*

  • (bkz: abdias)
    (bkz: akbar)
    (bkz: taşçaynar)
  • hikaye icinde hikayenin anlatildigi muthis cengiz aytmatov romanidir. her zaman oldugu gibi eski sovyet duzenine olan muhalifligini de belli eder aytmatov bu romaninda.
    bir benzer guzel aytmatov kitabi icin
    (bkz: gun olur asra bedel)
  • --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    hangi masumun adı geçse şimdi başına bişi gelecek, hangi zalımın adı geçse bi zalımlık yapacak diye gerim gerim gerilip tarifsiz kederlere kapıldığım ve asla yanıl-a-madığım, hayat kadar acımasız, idealizm s*kertgeci aytmatov romanı..
    aytmatov ve isyanım sözüm sana! allah mısın olm, bu kadar acımasız olmaya ne gerek var..
    holivuttan örnek alsana az biraz.. hadi abdias tamam o kendisi kaşındı ama kurtların ve boston'un yavrularından ne istedin!!

    nası etkisinde kaldıysam artık,
    işte öylece güçlü ve etkili bi romandır bu..

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    (bkz: yerli dizi izler gibi roman okumak)
  • aytmatov'un eserlerinde ilk üçe rahatlıkla girebilecek bir kitap. abdias karakteri üzerine yoğunlaşan ilk bölümünde birden fazla hikaye iç içe geçmiş olduğundan konudan kopma ihtimaliniz yüksek ve abdias ancak kitap veya filmlerde karşımıza çıkabilecek bir profil olarak çizilmiş. birinden esinlenmiş midir yazar bilmiyorum ama gerçeklik hissi uçup gidiyor karakterin düşünceleri, yaptıkları anlatılırken
    boston'lu ikinci bölüm ayrı bir güzel.
  • 20 yıl önce okudum bu kitabı. aytmatov'un okuyup da bir hafta sersemlemeden atlatabildiğim kitabı yoktur, bunun etkisi aylar sürmüştü. o baskıyı ödünç alan bir kuzen yattı üzerine, yıllar sonra kızım okusun, kütüphanede serinin eksiği kalmasın diye yeni bir baskısını aldım, tercümesi berbattı; sıçmışlar içine. tavsiyem o ki, sahaflardan eski baskısını bulun.

    --- spoiler --- olabilir bundan sonrasında. olmayabilir de.

    iç içe o kadar çok öykü var ki, hangi birini anlatalım. ama ana hikaye, dişi kurt sanırım en dramatik olanı. doğanın milyonlarca yıldır tıkır tıkır işleyen şaşmaz döngüsünün insan tarafından yıkımını anlatır. doğada insan dışında başka bir canlının itirazı da yoktur bu döngüye. hatta öykünün bozkırda yaşayan yerli halkında dahi (bkz: memur olup sıradan bir hayatla geberip gitmek) algısı yoktur. bir tek o meczup papaz var, şehirli, huzursuz, mutsuz. yersiz-yurtsuz-köksüz. aytmatovun taşralı-köylü kahramanları şikayet etmeden yaşar ve ölür, islami bir tevekkül değil, doğal döngünün parçası olma bilinciyle.

    aytmatov'un pek çok öyküsünde karşınıza çıkar bu; binlerce yıldır değişmeden gelen hayatı o haliyle benimseyip, kendi sırasını yaşayıp, sırası gelince de itirazsız ölen insanlar.

    isa'nın dünyaya dönüşü tasvir edilmiş. kışkırtıcı bir yorumla kilisenin hz isa'yı tanımasına rağmen işleyen dünya düzenini bozacağı endişesiyle apar topar insanlardan gizlemesi
    yine isanın pontius pilatus ile olan mahrem diyaloğu yazarın penceresinden uzun uzadıya canlandırılmış. taraflar üzerinden hayat, prensipler, ölüm ve ölümsüzlük, inanç vesaire sürüyle kavram masaya yatırılmış.

    aytmatov ile yapılan bazı söyleşilerde bu bahis açılmıştı; hristiyan olmayan birinin romanında hz isa ve papazlar ile bu denli haşır neşir olması alışıldık değil minvalinde. aytmatov'un yanıtını anımsamıyorum ama ben yadırgamadım. neden olmasın ki?

    20 yıl sonrasından yazdığım sayıklamalarım, hatam varsa affola.
  • dehşet bir komünizm eleştirisidir bu kitap. fakat tabi ki sol cenahın meskeni olan sözlükte, hakkında kalem oynatan bir kaç kişi dışında kaale alınmamıştır.
    gerek üretim verimini düşürmesi, gerek sözde halk için hizmet iddiasına rağmen halktan kopukluğu, gerekse sistemi tehdit eden her bireyi silecek kadar faşist bir düzen olan komünizmi çok güzel anlatmıştır yazar.
    her kitabında olduğu gibi insanın özüne dair kurduğu diyaloglar ve monologlar, kurgulamanın ve olay örgüsünün mükemmelliği, betimlemelerin sade güzelliği, tornavida yemiş gibi insanın içini yakan hikayesi de cabası.
    çoğu kitabını okudum hepsi güzeldi fakat bu gerçekten çok farklıydı. büyüksün aytmatov usta. önünde saygıyla eğiliyorum.
  • kitaptan, "altı adam ve yedincisi" adlı, bolşevik devrimi döneminde gürcistan'da geçen güzel bir hikaye:

    baranba usulü fon
    bu da gürcüce bir parça

    "devrim yürüyordu. iç savaş ülkeyi kan ve ateş içinde bırakmıştı. yeni rejim iyice yerleşmek için son savaşlarını vermekteydi ve başka yerlerde olduğu gibi gürcistan'da da direnişçiler bozguna uğramak üzereydi. zafer üzerine zafer kazanıyordu sovyet kuvvetleri. karşı devrimciler köyleri birer birer terk ederek en uzak siperlere çekilmişlerdi. bu durumlarda her zaman görüldüğü gibi, çok basit bir kural uygulanıyordu: teslim olmayanı yok etmek. yine kaçınılmaz bir kader de korkunç bir acımasızlığın hüküm sürmesiydi.

    karşı devrimcilerden bir grup guram çohadze adında bir reisin kumandasında, çok kanlı bir direniş gösteriyordu. bölgeyi çok iyi bilen eski bir yılkı çobanıydı bu çohadze. sınıf kavgasının büyük çalkantıları arasında yakınları da tanınamadığı için, ele geçmez bir çetebaşı olup çıkmıştı. ama yine de günleri sayılıydı ve birkaç defa bozguna uğramış bulunuyordu. işte o günlerde bir çekist'e onun çetesine sızma görevi verildi. bu çekist, bütün zorluklara rağmen çeteye sızabildi. çohadze'nin gözüne girdi ve onun en güvendiği yardımcılardan biri oldu. bir gün, çok kan dökülen bir savaştan sonra, bir nehri geçerlerken çekist, çeteyi pusuya düşürerek ortadan kaldırmaya
    karar verdi. atlılar dörtnala kıyıya yaklaşıp birer birer nehre girerlerken, eyeri kaymış gibi attan düştü ve çalıların arasına girip saklandı. bütün çete suyun tam ortasına geldiklerinde, derenin iki yanından iki mitralyöz birden ateşe başladı ve ortalık karıştı. iki ateş arasında kalan çete neye uğradığını anlayamadı. çoğu vurulup düştü ve azgın sulara kapılarak boğuldular. guram çohadze'nin talihi varmış: yara almadan kurtulmuş, güçlü ve hızlı atı sayesinde nehirden uzaklaşmıştı. birkaç sadık adamı da peşinden geldiler. bunların arasına, harekatın tam başarıya ulaşmadığını gören çekist de saklandığı yerden çıkıp katılmıştı.

    bu çarpışma çohadze çetesinin sonu sayılırdı, çünkü savaşacak kuvveti kalmamıştı artık.
    guram çohadze, kovalayanlardan epeyce uzaklaştıktan sonra, soluk soluğa kalan atını durdurdu. o zaman gördü ki kendisi dahil sadece yedi kişi kalmışlar. aslında altı kişiydiler, yedincisi bu hikayeye adı verilen çekist sandro idi.

    sandro, ne pahasına olursa olsun karşı devrimcilerin başını yok etmek için emir almıştı. zaten bu çete reisinin başına büyük bir ödül de koymuşlardı. ama o anda ödülü değil, işi nasıl bitireceğini düşünüyordu sandro. artık çohadze'nin hiçbir çatışmaya girmeyeceği belliydi. öyleyse onu kendini belli etmeden vuramazdı. üstelik artık yalnız kalan reis tuzağa düşmüş bir hayvan durumundaydı ve kendisinden başka kimseye güvenemezdi. çok dikkatli, çok tedbirli olacağı kesindi. olanca gücüyle hayatını korumaya, gerektiğinde son nefesine kadar dövüşmeye hazırdı...

    bu işin sonu, o gece orada alınacaktı...
    dağdaki geçitleri çok iyi bilen guram, bozgun akşamı, türkiye sınırı yakınında, girilmesi ve çıkılması zor bir ormanda mola verdi. atlarından iner inmez bitkinlikten yere yıkıldılar. beş kişi hemen yattı ve taş gibi uyudu. ama ikisi uyanıktı. çekist sandro işini bitirmek için uyumamıştı. guram çohadze ise, çetesinin bozulmasıyla sonuçlanan o korkunç faciadan sonra yatıp uyuyamıyor, adamlarını kaybettiği ve kendi sonunun da yaklaştığını anladığı için gözüne uyku girmiyordu. devrimin birbirine düşman yaptığı bu iki insanın kafasından daha nelerin geçtiğini yalnız allah bilir.

    yukarıda, biraz sağda, dolunay ormanı aydınlatıyor, ormandan gecenin korku veren hışırtısı duyuluyor, aşağılarda ise nehir, taşlı yatağında homurtularla akıyordu. çevreyi kuşatan dağlar madeni bir sessizlik içinde donup kalmış gibiydiler. guram bir ses duymuş gibi birden fırladı:
    -uyumadın mı sandro? diye sordu hayretle.
    -hayır. sen niçin kalktın?
    -hiç. uyuyamadım. belki burasının durumundan. ay çok parlak. ama yine de bir kovuğa girip biraz
    uzanacağım.. paltosunu, silahını ve yastık gibi kullandığı eyerini aldı.
    uzaklaşmadan önce şunları da söyledi:
    -ne yapacağımızı yarın konuşuruz. artık vaktimiz çok değerli.

    gidip bir kayanın kovuğuna girdi. bir yılkı çobanı olduğu günlerde sadece soğuktan ve yağmurdan korunmak için orada birçok defa yatmıştı. ama bugünkü kaygıları başkaydı ve bunlara karşı yalnız olmak istiyordu. belki de oraya sığınmasını bir önsezi fısıldamıştı kulağına. orada ona baskın yapamazlardı. sandro biraz endişelendi. bu hareketini nasıl yorumlayacaktı? bu bir tedbir miydi? guram kendisinden şüphelenmiş miydi yoksa?

    akşamı öyle geçirdiler. sabahleyin reis adamlarına atları eyerlemelerini emretti. onun niyetlerini, ne yapacağını henüz kimse bilmiyordu. altı kişi atlarını dizginlerinden tutup önünde sıralanınca derin bir iç çekti ve şu açıklamayı yaptı:
    -ülkemizi bu şekilde terk etmek doğru değil. bugün ana vatanımıza, bizi nice zamandan beri beslemiş olan bu topraklara veda günümüz, son günümüz olmalı. bundan sonra birbirimizden ayrılacağız, herkes kendi yoluna gidecek. ama bu son günde kendimizi evimizde hissedelim.

    iki atlı şarap ve yiyecek getirmeleri için en yakın köye gönderildi. orada hala taraftarları vardı. sandro ve diğer bir çete ateş yakmak için odun toplamakla görevlendirildi. guram da kalan diğer iki kişiyle ava çıktı. belki veda ziyafeti için eti yenir bir kuş, hatta bir karaca vurabilirlerdi.

    sandro kendisine söyleneni yaptı. aldığı emri yerine getirmek için uygun anı beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. ve o an bir türlü gelmiyordu.

    o akşam altı kişi ve yedincisi tekrar bir araya geldiler. ormanın kıyısında büyük bir kovuğun yakınında kocaman bir ateş yakmışlardı. köyden, kahraman guram çohadze'ye son bir saygı ve bağlılık gösterisi olarak bol miktarda şarap, ekmek, tuz ve daha birçok yiyecek göndermişlerdi. alev alev yanan ateşin etrafında bağdaş kurup oturdular. guram adamlarına sordu:
    -atları eyerlediniz mi, harekete hazır mısınız?
    hepsi sessizce evet anlamında başlarını salladılar.
    -bak sandro, dedi guram, topladığın odunlar pek mükemmeldi, ama onları niçin o kadar uzak bir yere yığdın?
    -dert etme guram, ateşle ben meşgul olurum, sen bize söyleyeceklerini söyle.

    çohadze şu konuşmayı yaptı:
    -arkadaşlar, biz bu savaşı kaybettik. her savaşta bir kazanan, bir de kaybeden vardır. kavga zaten bunun için yapılır. çok kan döktük, bizim kanımız da çok aktı. her iki taraftan ölenler çok. artık geri dönülemez. ben bu savaşta ölen dostlardan da düşmanlardan da özür diliyorum. savaşta ölen bir düşman artık hasım olmaktan çıkar. bugün at üstünde, birliğimin başında olsaydım, artık hayatla olmayanlardan af dilemezdim. şans aleyhimize döndü ve bu yüzden milletimizin çoğunluğu bizden desteğini çekti. doğup büyüdüğümüz bu topraklar bile bizi daha fazla barındırmak istemiyor. vatanımız bizi istemiyor artık. kimse bize merhamet etmez. eğer en kuvvetli ben olsaydım düşmanlarımı affetmezdim. bugün bizim için tek çıkış yolu kalıyor: hayatımızı kurtarmak için yabancı bir ülkeye kaçmak. şu dağın hemen ötesinde türkiye var. şu tarafta, ayın ışıdığı tepenin ardında ise iran. herkes yolunu seçsin. ben seçtim. istanbul'a gideceğim. orada bir liman işçisi, dog işçisi olarak çalışacağım. siz de şimdiden kararınızı veriniz. yedi kişiyiz. az sonra yedi ayrı yöne gideceğiz. bu son görüşmemizdir, bir daha bir araya gelmeyeceğiz. birbirimize, memleketimize veda edelim. bu ekmeğe, bu tuza, bu şaraba veda edelim. artık gürcistan bizim dudaklarımızı ıslatmayacak. birbirimize elveda diyelim, çünkü ebediyen ayrılacağız ve beraberimizde hiç bir şey, bir avuç gürcistan toprağı bile götüremeyeceğiz. insanın vatanını birlikle götürmesi imkansızdır. onun sadece acı ve özlemini duyacağız. eğer vatan bir çanta gibi taşınabilseydi, beş para etmezdi... içelim dostlarım, son bir defa birlikte içelim ve bir ağızdan çok sevdiğimiz şarkıları söyleyelim...

    ve tulumlardan şaraplar aktı. bu, yer ve göğün esansını birleştiren bir çoban şarabı idi. az sonra sarhoş oldular. her biri diğerlerinin üzüntüsünü paylaşmak arzusuyla doluydu. zoraki bir neşe gönülleri kemiren kaygılarla mücadele ediyordu şimdi. sonra, dağın kayalarını delip fışkıran, geçtiği yolları yeşerten, çiçekler açtıran kaynak gibi bir şarkı doldurdu havayı. o kaynak gibi kendiliğinden fışkıran eski bir ilahi önce yavaş yavaş, sonra gürleşerek, suyun kaya oyuklarını dövmesi gibi, bütün benliklerini harekete geçirerek, coşturarak aktı. çok güzel söylüyorlardı. zaten, bu tür şarkıları söylemekte usta olmayan bir gürcü yoktur. her birinin sesi kendi gücüne göre, ama pek ahenkli çıkıyordu. gür ve aydınlık sesleriyle çevresinde oturdukları ateşi andırıyorlardı. yedisi birden, diyoruz, ama doğrusu altı kişi ve şarkı söylerken de bir dakika bile aldığı emri unutmayan yedincisi. bu yedinci adama göre, onların hiçbiri ve özellikle de çohadze yabancı bir ülkeye kaçamayacaktı. bu adamları,
    cezalarını vermeden salıvermeye hakkı yoktu.

    bir ezginin ardından bir başkası geldi ve şarap su gibi aktı... gittikçe daha kolay içilen, gittikçe artan bir şekilde kalpleri közleştiren, onlara daha çok içmek, daha çok şarkı söylemek arzusu veren şarap... ayakta halka olmuşlardı, birbirlerini omuzlarından tutuyorlardı. kollarını bazen aşağı indiriyor, bazen yukarı kaldırıyor, böylece sanki, o görünmez, yenilmez, her şeyi gören ve bilen kudret'ten yardım istiyor, yakarıyorlardı. öyleyse, niçin her şeyi bilen ve gören tanrı onları vatanlarından çıkarıyordu? insanlar birbirleriyle niçin dövüşüyor, niçin kan ve gözyaşı dökülüyor, niçin herkes kendini haklı; karşısındakini haksız görüyordu? gerçek olan neydi? bir kimse çıkıp tetiği çekenin yalnız kendisi olduğunu iddia edebilir miydi? dünyaya hakemlik edebilecek bir kimse yoktu!

    eski şarkılar esrarlı çağrılarını salıyorlardı gökyüzüne. bu milletin kutsal geçmişinde kayıtlı bir çağrı idi bu.
    eskiler onda iyi ve kötünün bilincine varınca, ona ebedi güzellik özünü verince, yüzyılların karanlığında
    çekilen bütün bu ızdıraplar müziğe dönüşüyordu.

    her şarkı bir başkasını doğuruyor ve yedi adam halkayı bozmuyordu. yalnız sandro ayrılıyordu arada sırada ateşi beslemek için. yakılacak odunları ateşin uzağında bir yere yığmış olması sebepsiz değildi. ateşi yakma, odun taşıma işine de önem veriyor, özen gösteriyordu. bununla beraber şarkı söylemeye içtenlikle, bütün kalbiyle katılıyordu. çünkü şarkılar herkes içindi. bunda kralın, sokaktaki basit adamdan daha fazla hakkı yoktu. şarkı söyle, oyna, neşelen, istersen kendini kaygılara bırak ve ağla! hayatta olduğun süre insani olan her şey elinin altındadır: kalbin çarparak beklediğin ve seni terk eden kadın, verdiği acılar yüzünden son şarkını dinlettikten sonra ölmek isteyişin... henüz küçük bir çocukken annenin şefkatli okşayışı, babanın ölümü, dostların kanlı bir dövüşe girişmesi.. temiz ve içten bir anlatımla ruhunu açtığın ilahlar... tabiatın sırrı ve seni hiç terk etmeyen ölüm ve öldükten sonra da onun seni terk etmeyişi. her şey, her şey şarkılardadır.

    hayat, bütün hiçliklerden daha kuvvetlidir ve dünyada ondan daha kutsal bir şey yoktur. işte bunun için insan öldürülemez, bunun için öldürmemek zorundayız: ama düşman gelip senin toprağını işgal etmişse, dövüşülür, savaşılır. ve, sevgilinin şerefi de, insanın anavatanı gibi korunmalıdır. ayrılık acısı taşınamayacak kadar ağırdır, omuzlarına çöken bir dağ gibidir. çünkü o sevgili olmadan güzellik yoktur, renkler yoktur, ışık, neşe ve gelecek gün yoktur.. işte bunlardır şarkılar. insan bütün şarkıların içeriğini sayıp dökemez.

    o anda, o yedi kişi kadar hiçbir insan topluluğu birbiriyle böylesine bütünleşmiş, kaynaşmış değildi. şarkıları havayı dolduran, coşkulu, uzak yolun, dönüşsüz yolun eşiğinde olan o yedi insan... onları müziğin nefesi bağlıyordu birbirlerine: ataları böyle nice gerçek şiirler, ezgiler yaratmışlardı, sonra, hayat mücadelesinin meyvası olan bu şiirleri ebedi bir ahenk vererek evlatlarına bırakmışlardı. bir kuşu uçuşundan nasıl tanırsanız, bir gürcü de kendi vatandaşını on kilometre mesafeden şarkısının yankılarıyla öyle tanırdı. onun kim olduğunu, nereden geldiğini, yüreğinde neler taşıdığını, bir toy düğüne katılıp katılmadığını, nasıl bir üzüntüsü olduğunu, hiç
    yanılmadan derhal söylerdi size...

    yeryüzü iyice göğe yükselmiş tatlı ay ışığında yıkanıyor, rüzgar altındaki orman yaprakları hışırdatarak karanlık tepeleri yokluyordu sanki. sıvı bir gümüş gibi parlayan ve vadiler arasında kayıp giden nehrin boğuk mırıltısı da duyuluyordu uzaktan. gece kuşları yedi adamın üzerinden bir gölge gibi uçup gidiyor, eyerlenmiş atlar hassas kulaklarını dikerek sabırla binicilerini bekliyor ve ateşin alevleri onların gözlerinde oynaşıyordu. onlar için de yaklaşıyordu toynaklarıyla yabancı toprakları çiğneme saati...

    fakat şarkılar bitecek gibi değildi. guram şarkılarla bütün içini boşaltmak istiyordu: "çalın arkadaşlar, çığırın, bu şaraptan kana kana için, bir daha bir araya gelemeyecek, böyle bir halka oluşturamayacağız,
    hiçbir gürcü melodisi kulaklarımızı okşamayacak...". ve şarkı söylemeye devam ediyorlardı. bazen ayrı ayrı, bazen koro halinde... birbiri ardından ve kendilerinden geçerek oynuyor, oynarken de şarkı söylüyor ve sanki o halleriyle ölüme hazırlanıyorlardı. sonra yedisi birden, daha doğrusu altı kişi ve yedincisi, yeniden halka oluşturuyor, sonra yine şarkı, yine oyun... sandro ara sıra gidip odun getiriyor, ateşi besliyordu. ateş büyüdü, büyüdü...

    "son bir şarkı daha" diyorlardı, ama son olması gereken o şarkı biter bitmez bir yenisine başlıyorlardı. tekrar birbirlerine sokuluyor, gözlerini yere dikiyor, düşünceli olduklarını belli eden ve yer yarıklarından çıkan gürlemeler gibi gür sesleriyle söylüyor, söylüyorlardı...

    sandro, ateş çok iyi yandığı halde, odun getirmek için bir daha uzaklaştı. durumu iyi değerlendirmiş, indireceği darbenin hesabını iyi yapmıştı. altı arkadaşı ateş başında, ayakta çok iyi görünüyorlardı. kendisi ise karanlıkta kalacaktı. ağır mavzeri sakladığı yerde dopdolu duruyordu. artık öç almak, cezalandırmak zamanı gelmişti onun için. yere uzanıp tüfeği sol eliyle destekledi ve sonra namluyu doğrultup bastı tetiğe! ilk hedef guram çohadze idi. çohadze, söylediği şarkının heceleri dudaklarında donarak düştü ve hemen öldü. sandro, çok hızlı
    hareketlerle ateşe devam etti. öteki beş kişi de neye uğradıklarını anlamadan vurulup düştüler. halkayı
    oluşturanlar kanlar içindeydiler şimdi. akıttıkları kanların bedelini hayatlarıyla ödemişlerdi.

    insan hayatını yönlendiren kanunların hesaba dayanan bir mantığı yoktur. uzay boşluğunda dönüp duran
    dünyamız da kanlı dramların gösterildiği sahneden başka bir şey değildir... bu dünya güneşin etrafında döndüğü sürece ve taa kıyamete kadar kan dökülmesi mi gerek?

    sandro iyi nişan almıştı. altı adamdan yalnız bir tanesi yeniden doğrulmaya çalıştı, ama sandro fırlayıp ensesine sıktığı bir kurşunla işini bitirdi... atlar silah sesinden ürkmüştü, ama az sonra bir şey olmamış gibi sakinleştiler.

    çekistin yüzü karanlıkta pek solgun görünüyordu, kendine gelip sakinleşmesi de kolay olmadı. içinde hala şarap bulunan bir tulumu ağzına götürerek, yerlere akıta akıta içti. sanki bu hareketiyle ruhunu yakan korları söndürmek istiyordu. nefes alışları normalleşince, alevlerin ışığında her biri ayrı bir pozda duran altı cesedin etrafında yavaşça dolaştı. silahlarını toplayarak eyerlerin başlarına bağladı. sonra atları çözdü, yularlarını çıkardı, kendi atı da dahil olmak üzere salıverdi. atlar, kızılderililerin çıplak atları gibi, vadideki köylere doğru koştular... çok iyi bilinir ki atlar hep insanlara, insanların bulunduğu yerlere doğru giderler. az sonra nal sesleri de kesildi ve atlar alacalı ay ışığında görünmez oldular.

    her şey bitmiş, görev yerine getirilmişti. sandro, altı cesedin çevresinde bir kere daha dolandı ve sonra
    biraz açılarak mavzerin namlusunu kendi şakağına dayadı. tek bir kurşun sesinin kısa yankısı duyuldu
    dağlarda. şimdi o, öteki altı kişiden ayrı değildi. onlarla hiç ayrılmayasıya beraberdi artık. şarkısını bitirmişti."
  • "insan hayatını yönlendiren kanunların hesaba dayanan bir mantığı yoktur. uzay boşluğunda dönüp duran dünyamız da kanlı dramların gösterildiği sahneden başka bir şey değildir... bu dünya güneşin etrafında döndüğü sürece ve taa kıyamete kadar kan dökülmesi mi gerek?" *

    "insan ancak kendi çıkarını unutarak başkalarının kalbine girebilirdi." *

    "insanın varoluş sebebi, ruhunu olgunlaştırmak, mükemmel hale getirmektir. hayatta bundan daha yüce bir amaç olamaz. hayatın güzelliği de buradadır: ruhu en üst düzeye götüren sınırsız basamakları birer birer çıkmak. insan için en güç olan, her gün insan olarak kalmasıdır." *
  • cengiz aytmatov’un okumadığım iki üç eserinden biriydi bu kitap hep erteleyip duruyordum düne kadar. daha bitirmedim şu sıra okuma eylemi kadar belki de daha harika bir meşgalem olduğu için okumayı biraz savsaklıyorum.
    neyse kitaptan bahsetmeye başlamadan önce aytmatov hayranlığımın başlangıcına gelecek olursak aragon’un hikayeye yazdığı önsözde belirttiği üzere “ dünyanın en güzel aşk hikâyesi” cemile’yi okumamla başladı. sonra *, `:cengizhan’a küsen bulut , deniz kıyısında koşan ala köpek`, *( bunda birkaç hikaye vardı gerçi ama), elveda gülsarı gibi eserlerle kırgız coğrafyasını görmeden sevdim, sovyetleştirme çalışmalarını, aytmatov’un mankurtları , savaşı, aşkı anlattığı kısımlardan daha çok sevdiğim onu asıl sevmemi sağlayan üslup özelliği hayvan psikolojisini olağan bir şeymiş gibi anlatabilme yeteneğini....
    o kadar harika bir yazar ki benim için.
    dişi kurdun rüyaları dişi kurt aybar’ın gebeliğiyle başlayan ve onun annelik içgüdüsüyle tanışmasını anlatarak başlıyor. kitap başlangıçtan itibaren bunun insanı anlatmaya dair olmayan bir metin gibi görünse de aybar’ın yavruları bir yaşına girdiğinde daha ilk sayga avlarında insanlığını terk etmiş doğa katledicileri tarafından üç yavrusu da öldürülen aybar ve taşçaynar’ın inlerinin de insanlar tarafından işgal edilmesiyle aslında insana ait bir metin olduğunu gösteriyor. o kadar çok insana ait bir metin ki ne doğa barınabiliyor, ne saygalar ne de kurtlar her şey ölüyor, her şey kaosa sürükleniyor insan dışında. ( belki o da sürükleniyordur ama dediğim gibi şu an aybar’ın yavrularının acısını çektiği, evsiz kaldığı kısıma kadar okuyabildim.)
    bitince vakit bulursam ekleme yapacağım entrye
  • etkisi uzun zaman geçmeyecek bir aytmatov kitabi daha
    insanoğlu her zaman her şeyi kendi eliyle mahveder sonrasında ise bunu kendi içinde bir savaş haline getirir. yine de asla acımaz kendine, doğaya, insana. kötüler hep kötüdür. iyiler her zaman kazanmaz aksine iyinin de kaybettiğini gösterir. hayatı gerçekliğiyle, normlariyla, gelenekleriyle ve içinde olan her şeyle kendi yaşamı ve ülkesinin yaşımıyla en önemlisi evrensel yönüyle ele alan müthiş yazar, müthiş bir kitap
hesabın var mı? giriş yap