*

  • (bkz: adem)
  • dünyanın en şanssız adamı. bi kere seçme hakkı tanınmamış hiç. ne geldiyse o. belki de havva'yı çok kezban buluyordu kim bilir?
  • (bkz: #99825831)

    sözlükteki bir entryde fark ettiğim ilk insan. o listede kastedilen o kutlu kişi bildiğin hazreti adem’dir lan.
  • tevrata göre toplam 930 yıl yaşamış olan peygamber.
  • (bkz: #114883458)
  • âdem babamızın meyvesini yemekten men edildiği ağaç hangi ağaçtır?

    abdülaziz debbağ hazretleri şu cevabı verdi:

    incir ağacıdır ve bunda hiç şüphe yoktur. bundan yemesinin men edilmesinin sebebine gelince, cennetteki incir ve çeşitleri, yiyeni ishal eder ve bu sebeple cennet ehli olmaktan çıkarırdı.

    bunun üzerine hatırıma geldi, sordum, dedim ki:

    ---efendim, cennet ni'metleri, yiyecek ve meyveleri her ne kadar birer cisim mahiyetindeyse de hepsi de nurlardan meydana gelmiştir, ağırlık ve posaları yoktur. nitekim bu hususta bize kadar ulaşan sahih hadisler vardır. posası ve ağırlığı olmayan bir şey insanı nasıl ishal eder?

    allah kendisinden razı olsun, buyurdu ki:

    — dediğin doğrudur. ama cennet ehli kıyamet günü cennete girdiklerinde onlar âdem gibi olmayacaklar, hepsinin de yapısı son derece sağlam ve dayanıklı olacak, onlara verilen güç ve kuvvet küçümsenmeyecek bir ölçüde olacaktır. cennetin ni'metleri onlara takdim edilince kendilerinde kuvvet ve dayanıklıkla onu kolayca hazmedebilecekler. hem cennet ehli de tıpkı oradaki meyveler gibi nurdan ibarettir. böylece nurlar yine aslına dönmüş olur. ama âdem babamızın zâtı böyle değildi, cennete girdiğinde topraktan yaratılmış zayıf bir varlıktı. bu sebeple o ağacın meyvesini yemeğe güç getiremedi.

    — o halde âdem babamızın zâtı cennette bulunduğu sırada belirtilen ağaçtan yemeğe güç getiremiyordu, hem başkasından da yemeğe güç getirmemesi gerekirdi. bu durumda diğer nimetlerden nasıl yiyebiliyordu?

    — cennetteki ağaçlar ve içindeki nimetler iki kısımdır: bir kısmı ki bu çoğunu teşkil etmektedir, tamamen nurdandır, dünya nimetlerinden hiçbir şeye benzemez. bunların posası ve ağırlığı yoktur. bu kısma âdem'in güç yetirdiğini biliyoruz. allah'ın ona yemesini emrettiği nimetler bu kısma dahil olanlardır.

    ikinci kısım ise - bu az sayıdadır-, dünyadaki nimetlere tür, sıfat bakımından az çok benzerler. bu tür nimetlerin ağırlığı vardır. âdem babamızın zatı cennette iken bunları yemeğe güç getiremezdi. bu bakımdan allah onu bu tür meyveleri yemekten men etti. çünkü bunlar onun cennetten çıkmasına sebep olurdu. nitekim sonunda böyle oldu.

    cenâb-ı hakk'm cennet nimetlerini belirttiğimiz iki kısma ayırmasının sebebi, allah'ın ezelî (öncesiz) olan ilmiyle cennet ehlinin bu iki hal üzere olacaklarını bilmesidir. birinci hal ki galib olanıdır, ki insanlar cennete yerleştikten sonra bir daha fâni olan dünyayı hatırlamasınlar, akıllarını ve gönüllerini bu düşünce içinde kaybetmesinler, dünya ve bütün nimetleri artık hatıralardan çıkıp kaybolsun diye onlara bu üstün nimetlerle ikramda bulunmuştur. onlar artık bu tarifi mümkün olmayan nimetlerden yiyip içip yararlanırlar.

    ikinci hal ki bu pek az olanıdır, ara sıra fâni olan dünyayı hatırlasınlar, dünyadaki yaşayışlarını göz önüne getirsinler, bazen onu arar gibi olsunlar diye allah bu ikinci tür nimetlerle onlara ikramda bulunuyor. birinci hal düşünce yönünden en mükemmel olanıdır. çünkü cennet ehli bu halde, rabbiyle birlikte olup başka şeyi düşünmeyen kimse gibidirler. ni'met yönünden de en mükemmelidir, onların aslına ve durumun gereğine de en uygun olan ni'met budur. devam yönünden de yine en mükemmel ölçüde bulunanı da budur. çünkü onlar daha çok bu nimetlerden yararlanırlar.

    ikinci hâl ise bunun altında bir seviye arzeder. bu tür nimetlerle meşgul olurken müşahededen uzak kalan kişi gibi olurlar. kendi nefslerini düşünür, onunla meşgul bulunurlar. dünya durumları hakkında düşünceye dalarlar, o kadar ki dünya nimetlerini temenni ederler.

    işte cenâb-ı hak cennet ehlinin bazen dünya nimetlerine karşı ilgi duyacaklarını bildiği için cennette dünya nimetlerine benzeyen nimetler yarattı. bunların çoğunun posası ve ağırlığı yoktur ki asıl olan da budur. bir kısmının posası ve ağırlığı vardır, cennet tabiatına pek uymaz, daha çok dünya nimetlerine benzerlik arzederler. ama cennet ehlinin nurları çok kuvvetli bulunduğundan bu meyvelerin ağırlığını kaldırabilirler.

    âdem babamızın zatına gelince, o ilk kez cennete girdiğinde böyle kuvvetli değildi, topraktan yaratıldığı için zayıf sayılırdı. ikinci tür meyveden yiyince onda ağırlık meydana getirdi. çünkü o meyvelerdeki ağırlık ancak zayıf bir zatta kendini hissettirebilirdi. o gün için âdem babamızın bünyesi hayli zayıf bulunuyordu.

    âdem babamız o yasak meyveden yemeden önce aklı hep allah'a bağlı bulunuyordu, nefsinin özel durumlarıyla meşgul değildi. ama o yasak meyveden yiyince durum aksine döndü. bu kez aklı nefsinin özel durumlarına saplanıp kaldı. bunun sırrı ise şöyledir:

    âdem babamız yasak meyveden yemeden önce sadece diğer nimetlerden yer ve içer, hiç de acıkmazdı. susama diye bir hali de olmazdı. aklı devamlı rabbine bağlı kalır, başka şey düşünme ihtiyacı belirmezdi. o meyveden yiyip ishal olunca, acıkma hissi de başladı, aklı bu kez dikkati kendine döndü. tabi midesi boşalınca bir insan ne düşünebilir, yine onun gıdasını elde etmeyi. bu sebeple cenâb-ı hak onu sıkıntılı ve üzüntülü bir hayata indirdi.

    onun ileride dünyaya ineceği mukadder olduğundan allah yeryüzünü âdem'in yaşayışına göre düzenlemiş, geçim yollarını kolaylaştırmıştı. çünkü allah onu adı geçen toprakla suretlendirince, o topraktan daha nice suretler meydana getirmiş, âdem'in bu çok yönlü yapısının muhtaç bulunduğu çok çeşitli hayvanları ve bitkileri yaratmıştı.

    (el ibriz, abdülaziz debbağ hazretlerinden)
  • isnetus mahsallı müşrik, kafirin yine hunharca allah hakkında yalanlar söylemeye devam ettiği bir başlık daha. debbağ denilen ve “döneminin gavsı(!) denilen birinin uydurmalarından alıntılar yapmasın da tam kendi müşrik ve kararmış kalbine uygun bir harekettir.

    ben bu adamın yalanlarını okumaya tahammül edemiyorum ama okuyan 1 kişinin bile belki bu şaklabanın zırvalarına karşı aklını başına alır ve bu adamı ciddiye almaması gerektiğini anlar diye bir gayret içerisindeyim. şimdi sıra ile yalanlarını tek tek ayetler ile ifşa edelim;

    (araf 7/19): “ âdem! sen ve eşin şu bahçeye yerleşin. istediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa yanlış yapanlardan olursunuz.”

    orası dünyadaki bir bahçedir. arapçada bitkilerle örtülü bahçeye ‘cennet’ denir. ayrıca dünya’da bahçe için de kullandığını da delil olarak yazalım;

    (bakara 2/266): “ hanginiz ister ki, içinden sular akan hurma ve üzüm bahçeleri olsun, orada her türlü ürünü de bulunsun; ama kendisine ihtiyarlık gelip çatmış, çocukları da korunmaya muhtaç bir durumda olsun. tam o haldeyken bahçeyi ateşli bir kasırga vursun ve onu yakıp kavursun. allah, ayetlerini size böyle açıklar ki iyice düşünesiniz.”

    âdem aleyhisellem, dünyada yaratıldı ve kendine dünyadaki varlıkların bilgisi öğretildi;

    (bakara 2/30-31): “ rabbin /sahibin bir gün meleklere, “yeryüzünde bir halife /muhalif varlık oluşturuyorum.” dedi. melekler, “orada tabii düzeni bozacak ve kan dökecek akıllı bir varlık mı oluşturuyorsun? ama sen yaptığını güzel yaparsın, sana içten boyun eğmemiz bundandır. senden dolayı onu temiz ve değerli sayarız.” dediler. allah: “ben sizin bilmediklerinizi bilirim!” dedi. âdem’e bütün varlıkların isimlerini /özelliklerini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi: “(muhalif varlıkla ilgili) iddianızda haklıysanız bana şunların isimlerini /özelliklerini anlatın!” dedi.”

    onun, eşinin ve soyundan gelen bütün insanların yaşadığı ve kıyamet /mezardan kalkış günü yeniden diriltilecekleri yer burasıdır;

    (araf 7/25): “ allah) dedi ki: “burada yaşayacaksınız, burada öleceksiniz, (tekrar diriltilip) yine buradan çıkarılacaksınız.”

    âdem ve eşinin girdikleri cennet /bahçe, ahiretteki cennet olamaz. çünkü orası bir imtihan yeri değil, imtihanı kazananlara ödül olarak verilecek yerdir;

    (al-i imran 3/15): “de ki: "size onlardan daha iyisini anlatayım mı? kendini yanlışlardan koruyanlar (müttakiler)[*] için rableri /sahipleri katında, ölümsüz olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan bahçeler, tertemiz eşler ve allah'ın rızası vardır. allah kullarını daima görmektedir.”

    (kalem 68/34): “ yanlışlardan korunanlar için rableri katında nimetlerle dolu bahçeler vardır.”

    (beyyine 98/8): “ rableri (sahipleri) katında onlara verilecek karşılık, içinden ırmaklar akan bahçelerdir. orada sonsuza dek, ölümsüz olarak kalacaklardır. allah onlardan razı, onlar da allah’tan razıdır. işte bu, rabbinden (sahibinden) çekinenler içindir.”

    gelelim yiyecek ve icecek ve oradaki yapıya;

    (vakıa 56/61-61): “biz aranızda ölümün ölçüsünü koyduk; kimse bizden kaçıp kurtulamaz. bunu, görüntünüzü değiştirmek ve bilmediğiniz bir görüntüde sizi yeniden yapılandırmak için yazdık.”

    allahu teala “bilmediğiniz bir yapıda” diyor ama bu sapıklar yiyenleri ishal edeceğini iddia ettikleri meyvelerin varlığından bile utanmadan bahsediyorlar ve bu yalanu allah’a atfediyorlar.

    insanların cennette yedikleri her şey, bildikleri ve sevdikleri şeylerden olmakla birlikte her biri farklı lezzette olacağından onları her defasında daha çok seveceklerdir;

    (bakara 2/25): “ inanıp güvenen ve iyi işler yapanlara müjde ver: içlerinden ırmaklar akan bahçeler onlar içindir. ne zaman onlara o bahçelerin bir ürünü, rızık olarak sunulsa “bundan bize daha önce de sunulmuştu.” diyeceklerdir. aslında onlara öncekinin benzeri verilmiştir. orada tertemiz eşleri de olur. onlar orada ölümsüz olarak kalırlar.”

    kur’an’da, cennetlik ve cehennemlik olanlar için iki kelime kullanılır. birisi ‘ebeden’ diğeri ‘halid’tir. ebeden, ‘sonsuza kadar’, halid ise ‘ölümsüz olan’ anlamına gelir.

    (muhammed 47/15): “ kendilerini koruyanlara söz verilen cennet şöyle anlatılabilir: içinde bozulmayan su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları akar. her türlü meyve önlerindedir ve yüce rableri tarafından da bağışlanmışlardır. böyle bir yerde olan kişi, ateşin içinde ölümsüzleşen ve bağırsaklarını parçalayan kaynar su içirilen kişi ile bir olur mu?”

    süt ce bal ırmakları bile bozulmuyor ama bunların barsakları bozuluyor! bozuk olan sizin sütünüz. allah’ın laneti allah’a yalan atfedenlerin üzerinde olsun!

    (araf 7/37): “ uydurduğu bir yalanı allah’a mâl eden veya ayetleri karşısında yalana sarılandan daha büyük yanlışı kim yapabilir? kitapta olanlardan hak ettikleri başlarına gelecektir. elçilerimiz /ölüm melekleri, canlarını almaya gelince: “allah’tan önce yalvardıklarınız nerede?” diye sorarlar. onlar “kaybolup gittiler!” diye cevap verirler ve kâfir olduklarına bizzat kendileri şahitlik ederler.”
  • kur’ân-ı kerim’in bahsettiği âdem, “insanlığın başlangıcı olan âdem”dir… bizim neslimizin ilk insanı olan âdem değil!

    tevrat’ta “âdem”den “adam” şeklinde bahsedilir.

    âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılmıştı!
    "yeryüzünde bir halife meydana getireceğim" âyeti de, o`nun yeryüzünde varoluşunun apaçık ispatıdır!

    bizler gibi bir madde bedeni mevcuttu! bu sebeple de bulunduğu yere "yeryüzü cenneti" denmekteydi!

    âdem,
    kendisindeki ilâhi güçlerin açığa çıkmasını engelleyen vehim duygusu gelişmediği için madde bedeni yokmuşcasına özgür bir yaşam sürüyordu!

    bir insanın, düşündüğü, tasavvur ettiği, hayâl ettiği her şeyi gerçekleştirebildiği bir ortamı tasavvur edin! işte, en basit, en alt sınırlarıyla, cennet hayatı...

    "insan"ın varlığında yer alan allah`ın isimlerinden, "hâlik" gibi bazı isimlerin mânâlarının neticesinde düşündüğü, tasavvur ettiği, hayâl ettiği her şeyi anında kuvveden fiîle, düşünceden tatbikata çıkartıyor. cennet sözcüğünün ifade ettiği anlamın asgarisi, en alt sınırı bu!

    tabii, bu hâle sahipken, kişinin bu hâli bir yitirmesi de cennetten dünyaya iniş...

    âdem, dünya üzerinde ilâhi isimlerin bileşiminden meydana gelen bir formül ve bu formülün eserlerinin ortaya çıkış mahalli olarak; bu isimlerin mânâları gereğini, her türlü vesvese ve vehimden berî bir biçimde ortaya koyarak yaşarken, o`nun bu hâli cennet türü yaşam olarak nitelenmişti...

    hiç bir beşeri kayıt ve kısıtlama olmaksızın, sadece kendi varlığını meydana getiren o ilâhi isimlerin mânâlarını sınırsız bir biçimde ortaya koyuyor, bu özgür yaşam içindeki hâli, "cennetteki yaşam" olarak tavsif ediliyordu.

    * * *

    eğer iblis`in o isyan dediğimiz hâli olmasa, ne âdem cennet yaşamından ayrı düşer; ne insanlar madde bedenin getirdiği sıkıntı ve zorluklara düşer; ne de insanların geçmişteki cennet hâlinden çok daha ileri boyutlarda olan özlerindeki ilâhi gücü ortaya çıkarma çalışmaları var olurdu!

    çünkü, zaten âdem, cennet yaşamı içinde iken bugün hedeflediğimiz, istediğimiz şeylerin bir kısmına sahipti... yani, o bir kısım ilâhi güçlerle tahakkuk ediyordu!

    cennette herkesin her istediği olacaktır!

    âdem`in de cennette hemen her istediği oluyordu!
    ancak şu farkla ki;
    âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılmıştı!
    "yeryüzünde bir halife meydana getireceğim" âyeti de, o`nun yeryüzünde varoluşunun apaçık ispatıdır!
    bizler gibi bir madde bedeni mevcuttu! bu sebeple de bulunduğu yere "yeryüzü cenneti" denmekteydi!
    ancak yeryüzünde yaşamasına rağmen, bizim bugün elde edemediğimiz pek çok isteklerini gerçekleştirebiliyordu...
    çünkü kendisindeki ilâhi güçlerin açığa çıkmasını engelleyen "vehim" duygusu oluşmamıştı!

    "vehim" duygusu insanda mevcut bulunan en büyük şer güçtür! varolmayan ya da varolması mümkün olmayan şeyleri imkân dahilinde göstererek bilinci âdeta esir eder! tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde "vehim" yatar!

    "negatif varsayım" diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyüktür!

    eğer kişi "vehim" duygusunu kontrol altına alabilirse, yaşamı âdetâ cennet yaşamına döner... buna karşılık insan "vehminin" esiri olursa, yaşamı artık bir cehennemdir!

    varolmayanı var sandıran; varolanı da görmezlikten getiren kuvvettir "vehim"!

    insan, "vehim" hükmü altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmağa karar verirse; ve bu hususta da azimli olursa, normal şartlara göre imkânsız olan o şeyi mümkün hâle getirebilir!

    ve sanki bir madde bedeni yokmuşçasına özgür bir yaşam sürebilir... sanki cennetteymişçesine!

    işte yeryüzünde yaratılmış olan âdem aleyhisselâm da, "vehim" duygusunu tatmadan yaşadığı için bulunduğu ortam "yeryüzü cenneti" olarak tanımlanıyordu.

    -oku!.. rabbin ismiyle işaret edilen anlamlar, mânâ boyutunda yapını teşkil ederek halkoldun... ve bu mânâ boyutundaki kemâlât genetik intikal ile sana da ulaşmıştır!.

    oku!... rabbin ekremdir, yani sonsuz mânâ zenginliğine sahiptir; ki o sebeple kozmik kalemle beynine o mânâları yazmıştır... insanın bilmediklerini, yapısında ortaya çıkartmıştır.

    şimdi burada şu akla gelebilir:
    -"allemel" kelimesini tefsirler hep “tâlim etme”, “bildirme”, “öğretme”, diye çevirirken, nasıl oluyor da siz bunu “yapıyı programlama”, “yapıda ortaya çıkartma” diye anlıyorsunuz?

    gayet basit ... hemen şu âyeti hatırlayalım...
    -alleme adem el esmâe külleha...(231)

    bu adem’in ilk varoluş safhasını anlatmakta olan bir âyettir ki, daha bu safhada adem bilinçlenmemiştir... bu isimlerin “tâlim edilmesi”nden, yani, “allah isimlerinin” mânâlarının onda açığa çıkacak şekilde yaratılmasından sonradır ki âdem’de şuur meydana gelmiştir!...

    yani, adem’i “şuurlu bir varlık” hâline getiren gerçek, ana ve tek faktör, yapısında ortaya çıkan esmâ’ül hüsnâ diye bildiğimiz allah isimlerinin mânâlarıdır ki, bunlar ona henüz yaratılışı safhasında bağışlanmış; ve bu bağış sonucu, bu “tâlim ediş” sonucu adem “şuurlu bir varlık” yani “nefsi nâtık” olarak yeryüzünde yaşamına başlamıştır...

    “yeryüzü melekleri”, âdem’e secde emrini aldıklarında niçin hayret ve sual ettiler?

    âdem`in "insan" ve bunun sonucunda da "halife" olarak, "ahsen-i takvîm" yâni en güzel mânâ sûretiyle meydana getirilişi sırasında; yeryüzü melekleri olayı o sırada yaşamakta olan "insansı"lara bağlayarak hayrete düşmüşler; ve "insansı"ların mevcut şartları içinde "halife" olacaklarını sanmışlar ve bu yüzden de kendilerinde bir hayret ve sual oluşmuştur.

    işte bu noktadaki durum soru cevap sembolü içinde misal yollu anlatımdır!

    yeryüzündeki meleklerin, bu durumu anlayamaması, kavrayamaması son derece tabiidir. çünkü, yeryüzündeki meleklerde bu isimlerin tamamı mevcut değildir.

    yeryüzü melekleri, o ana kadar yeryüzünde yaşamakta olan cinleri, "insansı"ları görmüşler; onların kendi aralarında kan döktüklerini, fesat çıkardıklarını, kemâlden çok uzak davranışlar ortaya koyduklarını müşahede ederek, şaşırmışlardır..

    burada, olayın zâhiri ve de mecâzî - sembolik anlatımına bakıp gerçekten böyle olmuş gibi değerlendirmek insanı yanılgıya götürür!

    melekler ile allahı iki ayrı, karşılıklı varlıklar gibi düşünüp, allahın meleklere hitap etmesini, meleklerin de allah`a seslenişini iki ayrı varlığın birbirine hitâbedişi gibi düşünmek son derece olgunluktan uzak bir görüştür!

    yâni, melekler de dahil olmak üzere hiç bir şeyin allah varlığı dışında bağımsız bir varlığından sözedilemez! çünkü, ne allah, meleklerden ötede, meleklerin dışında bir yerdedir; ne de melekler, allah`ın varlığı dışında ayrı bir vücuda, varlığa sahip varlıklardır!

    allah, tüm varlığın olduğu gibi, meleklerin de varlığında hulûl sözkonusu olmaksızın mevcuttur!

    burada kısaca bir tespit yapalım..

    yeryüzü melekleri yaşamakta olduğumuz madde boyutu nurânî yapılarıyla etkilemekte olan meleklerdir. onların boyutsal olarak fevkindeki melekler ise semâ melekleri olarak tanımlanmaktadır ki bunların içinde "melei alâ", "hazirei kuds", "melâike-i ulülazm" gibi isimlerle işaret edilen melekler mevcuttur. (1)

    rasûlullah aaleyhisselâmın âhirete intikal etmeden önce sık sık duasında işaret ettiği "refîki alâ" da gene semâ meleklerinden olan mukarreb meleklerdir.

    işte burada anlatılan, allah`ın "yeryüzünde bir halife meydana getireceğim" hükmünün âşikâr olmaya başlaması; buna karşılık yeryüzü meleklerinin "sen, yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıkları mı -halife olarak- meydana getireceksin?" hayretinin oluşması, iki ayrı varlığın karşılıklı konuşması şeklinde değerlendirilmemelidir.

    meleklerin, yeryüzündeki bu oluşu müşahede etmeleri sonucu olarak, yeryüzünde "hilâfet" vazifesi ile, "hilâfet" vazifesini yüklenecek yapıda bir varlığın oluşumunu seyretmeleri; ve bunu diğer yanda gördüklerine kıyasla değerlendirmeleri, onlara benzer davranışlar ortaya koyacağı endişesini doğurmuştur.

    ne var ki, melâikenin de karşısındakini değerlendirmesi ancak kendi varoluş kapasitesi kadardır!

    bunun halk arasında basit bir açıklaması mevcuttur:

    "karşındakini nasıl bilirsin?" dendiği zaman "kendim gibi, kendim kadar" der... yâni, her birim, karşısındakini kendi anlayışı kadar değerlendirebilir.

    (1)bu konuda detaylı bilgi şah veliyullah dihlevînin "hüccetullahil bâliğa" isimli kitabının birinci cildinde mevcuttur.

    kaynak: http://www.allahvesistemi.org/
hesabın var mı? giriş yap