*

  • kitabın çıkışını -o zamanlar yazdığı 'yeni binyıl pazar' ekinde- şöyle duyurmuştu kendileri:

    artık ''ben'' de ''oyulmuş adamlar''dan biriyim

    biz böyle ölürüz. kalbimizden giderek sona ereriz. katılarak boğulacağını bildiği için asla o şarkıya başlamayanlar, kalbini çıkarıp son satıra koyması gerektiğini bildiği için şiirden yana ağzını açmayanlar, kafatasını çatlatacağı için 'delirmekten' uzak duranlar, hareket tamamlandığında parçalanıp dağılması gerektiği için asla o dansa başlamayanlar, geri dönmeyi beceremeyecekleri için, bir kez gitseler artık hep gideduracakları için asla çekip gitmeyenler, cümle bittiğinde ölmek zorunda kalacağı için lafa hiç başlamayanlar... onlar bizdendir. biz yapılan dansı, şiiri, cümleyi, delirmeyi, sözü bilmeyiz.

    biz bu dilleri bilmediğimiz için kalbimizi yakarak öleceğiz.''

    hiç dolaştırmadan söyleyeyim: ben kitap yazdım. iç kitabı. gala yayınları'ndan. bu da onun arka kapağında yazılı olan bir bölümü.
    ilk kez yazdığım bir kitaptan, açıkça, utanıp büzüşmeden, öyle bodoslama -her ne kadar hâlâ terbiyesizlik gibi gelse de- söylüyorum. serencâmı nice olur... bilemiyorum. ve ben de oyuna katılıyorum: herkesin kendi kendisinin reklam spotu olduğu, herkesin ''ben'' diye başlayıp ''ben ben özetle ben'' diye bitirdiği bir cümleye dahil oluyorum. şimdi, yukarıdaki ''biz''den çıkıp, daha havalı bir ''biz''e dahil oluyorum. artık ''ben''de dahilim! artık ''ben'' de ''oyulmuş adamlar''dan biriyim. t.s.eliot'un muhteşem bir şiiridir ve bir kısmı da şöyledir:

    ''biz içi oyulmuş adamlarız / biz içi doldurulmuş adamlarız / birbirine eğilmiş / kafaları samanla doldurulmuş. yazık...''

    biz ''küçük acılarımızdan büyük şarkılar'' yaparız. hafta içi ciddi, esaslı ve papyonlu velhasıl ''dış'' meselelerle ilgili; hafta sonu sportif ve duygusal velhasıl ''iç''e doğru eşantiyon bir seyahatteyiz.

    biz hep aynı hareketleri yaptığımız için vücudumuzun salgıladığı endorfin neticesinde birbirine benzer yüzlerimiz. yüzlerimizin aynılaşmasından mütevellit ve birbirimize karışmamak için, durmadan başka türlü, daha başka türlü giyinip kendimizi diğerlerinden ayırt edebilmekteyiz. biz, her bir anı kapsayan ''kendi kendini gösterme oyunu içinde'' , nereden çekileceği belli olmadığı için binlerce fotoğraf olasılığına poz vermekteyiz.

    biz önünde ceket iliklediğimiz adamlar en adisinden tutuklu olunca artık ceketimizi ilikleyecek miyiz, iliklemeyecek miyiz diye uykularımızı kaçırmaktayız. büyük bir ahlak bunalımı içinde, korkup, sinip esasında bir üst hayat mahkemesi nezdinde biz de adinin adisinden bir hükümlüyüz. hâlâ ceketin iliğini bulmaya çalışır parmaklarımızdaki gözlerimiz.

    biz ''düşerken bir çığ alıp götürsün bizi diye'' (baudelaire) hep yukarılara bakarız, oysa zaten yuvarlanmışız. yuvarlanıp bir deliğe düşmüşüz. iyi bir ışıklandırma ve etraftaki kalabalık nedeniyle o deliği geniş bir düzlük sanmaktayız. bütün kalender, kahraman, doğru dürüst hallerimizi biz, stand-by'da bekletiriz. en hakiki hallerimiz siperde beklemekten savaşı kaçırmış... aslına bakarsanız biz, siperde ''durmaktan'' kafayı yemiş birer askeriz.

    biz, ağzımızdan çıkacaklardan korktuğumuz için lügat parçalayıp, bir halt demeden cümleyi bitirenleriz. söylenecek cümleler çok ortada aslında. biz iyi bir fiyat karşılığında o sözlerin etrafına örülmüş çitlerin dışında kimi zaman çalışkan bir öğrenci neşesiyle, kimi zaman bayık bir hüzünle koşmayı kabul edenleriz.

    biz, korkunca tıpkı tavukların yaptıkları gibi yere oturp hiç kımıldamadan durur, talihimize, rüzgârın bizi bir ''tavuk heykeli'' sanması için yalvarırız. ve bizim korktuğumuz rüzgârın yelkenlerimizi doldurup bizi sürüklemesi değil, bizatihi yelkenlerimizin kendisidir. bayağılık ve ucuzluğun kıpırtısız havası karşısında bile yelkenlerimizi bütün bütün suya indirmemiz bu yüzdendir.

    biz böyleyiz işte. biz, yarı ölü canlıları sürükleyerek içimizde, canhıraş bir gösterinin kulisinde, sahneye çıkmak için birbirini boğazlayan kabuklarız. bu yüzden işte, sahnedeki müthiş gösteriyi izlerken siz, alkışladığınız her ''kıymetli şahsiyet'', mutlaka boğazlamış olmalı yine bizden birini. alkışladıklarınız, ya kazara, ya taammüden, ama mutlaka birinin katili. ve biz böyleysek eğer ve ''ben'' denen hacim, sırf hacim olarak bile dahilse bu ''biz''e, işte yine söylemeden edemiyor insan: ''je est un autre!'' (ben, bir başkasıdır)

    bir başkasıysam eğer, kanıtlamak için bunu, aklamak için kendimi ''iç kitabı''nı yazdım. ve şimdi huzurlarınızda sahneden inip, kendi ''biz''ime dönüyorum...
  • insanın ini dışına sunmuş, kapak resmi olarak yazarın bebekliğini üzerinde taşıyan... kitap... ya da başka bişey...

    "kendimden bir melek kopartıp, fırlattıysam bile "sözlü" aleme, yine de hiçbir şey onu bir karıncaya çeviremeyecektir.
    işte bu yüzden, atıp çözdüğüm düğümleri, bu iç yolculuk hikayesini -elbette hala taşıyorsa meleksi kıpırdanışları- bu sözleri, sadece melekler sevecektir"

    belki de tam da bu yüzden çok ama çok sevdiğim kitap....
  • ece temelkuran'in -kendi deyimiyle- underground olmasini istedigi, ona bu kaderi yakistirdigi, bu yüzden everest'ten önce gala yayinciliga cok az sayida baskisini yaptirdigi kitabi. üstüne attigim tarihle 12 mayis 2001'de besiktas vapur iskelesinin yanindaki gazetecide satilan 2. el kitaplarin arasindan komik bir fiyata edindigim kitap.
  • "öyle ise, işte yeniden, yine, bütün zehirli varlıklar için söylüyoruz: zehri taşımak, çok daha zehirlidir zehirlenmekten."

    "sen küçükken deniz kıyısında iki taş görmüştün. birbirlerinden biraz önce ayrılmış gibiydiler. etin, taşın acısını algıladı. ağlamaklı olmuştun. bu ağlamaklı oluşunun, zaman boyunca, yüz binlerce görüntüde yüz binlerce kat daha büyüyeceğini bilseydin, devam eder miydin?"
  • "oysa biz de istemez miydik...

    bir çocuğun gülüşünden neşelenmek; yüzde açılan o yarıkta insanoğlunun büyük aldanışını görmekten ziyade...

    fakirler düğününde kadın giysilerindeki şaşaalı renklere bakıp eğlenmek; o renklerin seçimindeki zavallı hikayeyi görmekten ziyade...

    askere giden çocukların korkutucu kahkahalarından sadece tiksinebilmek; onları tükenmeyecek ölüm ayinlerinin aciz taşıyıcısı oldukları için ve ağlayarak kucaklamaktan ziyade...

    ihtiyar adamın gizlice oynadığı su birikintisine gülümseyişini "sevimli" bulmak; ölümün ne dehşetli bir haksızlık olduğunu anlamaktan ziyade..."
  • " - sen başka türlüsün diye bir düğüm atmıştın kendine. ve zarif bir ruhun katliyle ilgili cümleler kazımıştın kağıda. madem kısa sürecek senin hayatın, çünkü sen öyle diyordun zarif ruhlar için, öyleyse kahramanca saç kendini her bir şeye. hareket ,renk ve şavk dağıt uzaya. uçuş, uzun uzun konaklamadan hiçbir şeyde ve hiç kimsede, bölüştür kendini. bundan böyle senin nasıl olacağından sana, bir kelebek söz etmeli-
    ....
    eğer daha erken öleceksem bütün kelebeklerden, bu oluşun neşesine kapılıp gelivermemden.çünkü fazla şen gelenler, evrenin müziği içinde dönüverenler koruyamaz kendini, onlar geldikleri gibi çabucak gidiverirler.

    saydam benim gövdem. görünebilsin diye, bir tek kötülüğün olmadığı içimde. izlenebilsin diye organlarımın şen kıpırdanışı. çünkü işte, evrenin heyecanına her kapılmış gibi, bekleyemedim derimin kalınlaşıp gizlemesini beni. evrenin heyecanına her kapılmış gibi, beni de sakınmayacak dünya. savurup, parçalayıp, eskitip, yıpratıp haddimi bildirecek ve sürmek için gereken o kini sokmak isteyecek içime. bu yüzden kısa yaşar kelebekler. hayatın bu kuralına uyamadıkları için kovulurlar zamandan. saydam gövdeler saklamaz çünkü karışık ve " aklı başında" planları. evrenin heyecanına her kapılmış olan gibi...
    kibirli sanacaktır kimileri beni. bir gösteriş sanacaklardır bütün renklerimle etrafta uçuşmamı. oysa nefes nefeseyim ben. bir an önce renklerden haberdar etmek niyetindeyim dağı taşı. kendi rengimin değil, gören gözlere renk dağıtmanın derdindeyim. ben, dünyaya biraz "kızıl ötesi" sezdirme niyetindeyim. bu yüzden duramıyorsam hiçbir yerde, dar geliyorsa hava bana, sakın bunu bir gösteri sanmayın. çünkü ben , kozamda " başka türlü bir dünyanın " rüyasını görmüş idim, koşuşturup onu sezdirmek fikrindeyim. uyuyan her bir şeyi diriltmek için hareket halinde, hareketin kendisindeyim.
    evrenin bilgisini dinleyip kozamda uzun uzun,dışarı uğrayıverdim. ve tıpkı fısıldandığı gibi bana, herkes pusudaydı. hesaplar içinde, bütün hayvanlar sadece "sürmek" derdindeydi. ve alçaltıyordu her bir şeyi, böyle olup durmak. ben bunu söylemeye geldim ve beni de pusuda bekleyenler vardı. durultmak için evreni, benim ölümümü isteyenler vardı. çünkü kimse istemez, bütün varlıkların bir yanıyla da olsa kelebeğe kesmesini, böyle rengarenk olup, renk düzenini bozmasını. ve yine fısıldandı bana, "kelebek olmaktan başka seçenek yok sana." bu yüzden olabildiğimce çok olup, koşuşturabileceğim kadar çok koşuşturup.... erken ölmeli kelebekler. dünya tarihi bunu söyler."
  • "en iyiler" listemin en tepesindeki yeri kimseye kaptırmamaya kararlı bir başyapıttır*. önce düğümler atar, sonra o düğümleri birinci ağızdan çözer. tavuğun su içmesi gibi okursunuz kitabı. hani tavuk önce yerden suyu alır, sonra kafasını göğe kaldırır, öyle biraz bekler ya. bu kitabı okurken bir paragraf, bir cümle, hatta ve hatta cümlenin içindeki bir benzetme bile bir anda "içi"nizi yakar. kafanızı kaldırırsınız kitaptan, düşünmeye başlarsınız, kendinize geldiğinizde ne kadar zaman geçtiğini hatırlamadan...

    "... dağlarda yakalanıp tabakhanede çalıştırılan bir kısrağın unutuş uykusu ..."
  • kitaplarla aramın iyi olmasına rağmen, düne kadar varlığını bilmediğim eser. bugün alkım'da haldır huldur raf didiklerken buldum kendisini. küçük renkli ececikler vardı kapağın üstünde. kapağı kaldırıp şöyle bir göz atıyordum ki 20 dk geçmiş durduğum yerde. yani öyle bir yazmış ki, halden hale geçiyorsunuz, her haline ortak oluyorsunuz. böyle bir yandan hep hak verirken, bir yandan da kendi hayatı ile anlattıklarında kendi hayatınızı buluyorsunuz.
    bunalımı bile güzelleştiren bir anlatım. şimdiden çok sevdim, dayanamadım yazdım. bitirince gelip editleyeceğim.

    '' taşı delip çıkan çiçekler, taşla hesaplaşır. taş durdurur, çiçek yürür. aslında uzun düşmanlıklar da bir sadakat meselesidir. yani çiçek de taş da birbirini bilir. ama esas mesele yoldan öylesine geçen birinin, yani öylesine geçiverirken, çiçeği öylesine koparıvermesi ihtimalidir. taştan çıkan çiçeğin göze aldığı asıl budur.

    ey okur, bunun için geldim işte. gürültüde görülmeyen şeyleri görmeye.''
  • (bkz: eksik kelebek)
  • yazarın da buyurduğu gibi, yüksek sesle okudum bu kitabı. önce hile yaptım ama içimden okudum sonra...
    en çok eksik kelebek'i bir de "her bir şeye eşit mesafede ve hep kol mesafesinde duran" deniz kestanesi'ni sevdim. onların iç'ini.

    "gidiyorum ben. çünkü insan içine çıkamıyorsun sen. büzüştürmek gerekiyor ruhu, içi ezmek gerekiyor katılmak için konuşmalara. ah! katılman gerekiyor konuşmalara.

    katılmalısın konuşmalara. ara sıra da olsa. çünkü hiç delirmek istemiyoruz biz. iyi fotoğraf veren deliler gibi değiliz çünkü, bizimki beş para etmiyor biliyoruz. bizim sözcüklerimiz gözümüzün arkasından geçiyor. beş para etmiyor bu yüzden deliliğimiz; çünkü, herkes ağzıyla konuşuyor. herkes ağzıyla deliriyor. katıl diyorum sana, katıl o büyük ağızlı konuşmalara.

    gidiyorum, çünkü gitmek zorunda ikimizden biri. çünkü birbirimizin kanıtıyız biz. olamayız aynı anda ikimiz. hep böyle, kalbimiz elimizde gezemeyiz. ya kalbin gitmeli ya da sen. gidiyorsun, senin kalbinim. ölüverme diye sen, gidiyorum ben. ben iç'inim. gidiyorum. bu sözlerin edildiği dili senden alıyor, cümleyi burada bitiriyorum."
hesabın var mı? giriş yap