• elektrik vererek eşcinselliği tedavi edebileceğini düşünen, solculuğu bir hastalık olarak kabul eden muhafazakar psikoloji dehamız nevzat tarhan'ın kitabı. dini geleneğin ruh sağlığı için gerekliliğini vurguluyormuş. cinler ve periler engizisyon avrupasından beri bilimin böyle ırzına geçmemişti.
  • aklın sınırlarını/sinirlerini zorlayan cop niteliği dahi taşıyamayacak nevzat tarhan kitabi.
    kendisi tek bir örnekle bütün varoluş savlarını çöpe atarak yaratılış mitini (çok olasıymış gibi) ilk 40 sayfasında kanıtlıyor. hatta kitabın bir sayfasında "koyun her sene bir yavru doğurur ve o yavru bir, iki yaşına gelince kesilir. kopek ise yılda beş, altı tane yavruladığı ve hiç kasaba gitmediği halde, sayı olarak koyunlar köpeklerden daha fazladır." diyerek yapay seçilime selam çaktığının farkında değildir.
    edit: imla.
  • "tüm dinlere pozitif değer atfediyorum. onların sembolizminde, hastalarımın rüya ve fantezilerinde karşılaştığım şekilleri fark ediyorum. ahlaki öğretilerinde, hastalarım tarafından gösterilenlerin aynısı ya da benzeri çabalar görüyorum. onlar içsel hayatın güçleriyle uğraşmanın doğru yollarını bulmaya çabalıyorlar."—carl custav jung

    abstract

    inanç, insanın tahayyülünden doğan bir olgu olması itibariyle, simgelerle iç içedir. hayal gücünün yarattığı evren sürekli genişleyip kendine ait sınırları yeniden tanımlarken, insan zihni, geçtiği yollarda somut, bir bakıma cisimleştirebileceği duraklar belirlemekten yanadır ki soyut mefhumlarla yorulan benlik, yolcuğunda tasavvur edebileceği izler bulsun. bu şekilde düşününce, bu somut durakları semboller olarak tanımlamamız mümkündür. inancın doğasında yatan bir diğer olgu da, sorular ne derece çeşitli, zihinsel devinim ne derece karmaşık olursa olsun, hikâyede hiçbir boşluk bırakmamaya doğru sergilenen eğilimdir. bu güç, tahayyülün sınır tanımazlığından ve esnekliğinden gelir. gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalan insan, yer yer aklının ve mantığının rehberliğinde ilerlerken kendisini çıkmaz sokaklarda bulur. üstesinden gelemediği durumlar, olaylar ve cevabını veremediği sorular ile mücadele ederken, içsel dünyalarındaki bu güçlüklerin üstesinden gelmenin en köklü yolu, inanç sahibi olmaktır. bu sayede kökleri arkaik dönemlere kadar uzanan bir tahayyül birikiminin uğradığı simgelerle tanımlanan öğretilere tutunarak zihnin açtığı boşlukları doldurmak ve bu boşluklardan, kaybolmadan kurtulmak mümkün görünmektedir. bu bağlamda inanç belki de insanın, kendisini kolektif bir bilincin parçası ilan ederek psikozlarından kurtulma teşebbüsüdür.

    ***

    antik inanç sistemleri içinde, sayısız ruh ve ilahın ötesinde büyük bir tanrı inancı olduğu bilinir. günümüzde bu köklü inanç, hâlâ tazeliğini korumaktadır. belki tanrı galaktik sistemin arkasında, bir yerlerde, bir tahta kurulmuş, yaratısını izliyordur . eğer tüm bu galaktik sistemin arkasını görebileceğimiz büyüklükte, gelişmiş bir teleskopumuz olsaydı onu görebilirdik. aksi hâlde tanrı zaten yoktur. örneğin, "tanrı vardır." dendiğinde, bu tanrının ne varlığını ne de yokluğunu kanıtlar*.

    peki bu inanmak istenci, inanç sistemi tam olarak nereden ve nasıl kaynaklanıyor? insan, içsel yolculuğunda edindiği şuur, akıl yürütme ve idrak güzergâhında; yani mikrodan-makroya kadarki gelişimi boyunca, iç dünyası ile uzlaşmak zorunda kalır. çünkü dışarıdaki yaşam, yaşanmayı bekliyordur. hepimiz bağımsız birer zihne sahibizdir, fakat zihinlerimizin yapısı aynıdır. bir şeye insanların çoğu inandıklarında, bu, doğru kabul edilir. şu da bir gerçektir ki, insanların çoğunun inanmaya devam ettiği süre zarfında eğer bunu yanlış kabul ederseniz, kendinizi bir kuyuda bulabilirsiniz. başka bir deyişle, çoğunluğun inandığı bir yanlışı geri almanız neredeyse imkânsızdır. tabii, konumuz inancın doğruluğu ya da yanlışlığı değil, insan zihninde nereye bağlandığı ve nasıl şekillendiğidir. tanrı inancı söz konusu olduğunda, tanrının varlığı kanıtlanamasa da insan bilincinde tanrı, bir gerçek olarak karşımıza çıkar.

    kadim anlatıların bugünkü analizlerine göre, bilinçdışımızda doğuştan gelen bir tanrı bilgisi var. bilinç kavramı bilinçdışından ayrıldığından bu yana, dünyanın aynadan yansıyan görüntüsüne ve aynanın arkasında kalanlara dair, kompozit bir imaj ortaya çıkmaya başlar. yani bilinç farkındalığına ulaştığımız andan itibaren, dünyanın varlığından emin oluruz —en azından hepimiz biliriz ki dünya var. burada biraz felsefe yapmaya ihtiyaç duyacağız ve "neden bilinç olmalı?" sorusunu soracağız. kimse kendini bulanık bir belirsizliğin içinde hapsetmek istemediği için, "bilinç üretme gereksinimi vardır." sonucuna varacağız. bu noktada, bilincin üretimindeki başat rolü üstlenen dil önem kazanacak ve bildiğiniz gibi, dil olgusu, daha ana rahmindeyken şekillenmeye başlar. bilim insanları, bebeklerin, doğumdan sonra yetişkinlerin sözcüklerine tepki verebildikleri konusunda hemfikirlerdir. peki, bunu yöneten nedir? mekanizma kavramının ötesine uzanan bu yolculukta, sonsuz kez perdeleri kaldırmak ve kendini yine sonsuz perdelerin arkasında, farklı bir perdede bulmak!

    bilinç dediğimiz performasyon, sürpriz olmayacak şekilde, kuantum süreçleri tarafından işletiliyor. bilinç, belki de bilimsel çerçevenin dışından baktığımızda, kuantum fiziğinin, uzay-zaman geometrisinin, hatta evrenin ta kendisi. bütün bunlar, bir dönem hakkında "goddamned particle" diye bahsedildiği için "tanrı parçacığı" diye ünlenen higgs parçacığı gibi, bütün bunlar da "goddamned" bir doğaya sahip. hepimiz, evrenden ya da insan ile bilinç arasındaki bağlantıdan bahsetmeye başladığımızda, belirli ölçülerde anlaşılmaz olmaya başlıyoruz. çünkü aradığımız her ne ise o, ötededir (-metadır). o öteye, bilgilerimizi sistematik bir biçimde yığarak ulaşıp ulaşamayacağımız da, metafizik bir sorudur. burada varsayımsal bir öte'den değil, henüz ulaşılamamış; ulaşılamadığı gibi de, önceki bilgilerimizi tehdit eden bir noktada* oluşumuzdan doğan, aşkın bir öteden söz ettiğimizin altını çizmemiz gerekiyor.

    evrimsel sürecimizin geldiği noktada görülebilir ışık, elektromanyetik spektrumun sadece küçük bir parçasıdır. radyasyonu daha geniş aralıklarla görebilseydik, örneğin radyo dalgalarını duymak yerine görebilir; kızılötesini ısı olarak hissetmek yerine, yine görebilirdik. güneş ışınlarının dalga boyu, insanların çıplak gözle görebileceklerine bir sınırlama getirir. burada kurulabilecek herhangi bir analojinin barındırabileceği tehlikelerin de farkında olarak, bilincimizi de bu şekilde düşünebiliriz. içine dâhil olamadığımız bir sistemi, dışına fırlattıklarından anlarız. ego, dünyayla başa çıkmamızı kolaylamakla mükellef bir savunma mekanizması. bilinçdışımız hâlâ bir karakutu. bir şeylerin farkına bilincimizden önce varıp bu keşfedilen şeyleri, kararlı durumu korumak adına bilince unutturabilen bir mekanizma söz konusu. bu noktada jung, dinin, bilinçdışını ifade etmek için çok elverişliği olduğu keşfinde bulunuyor. bilincin bilinçsiz parçacıklarla birlikte çalışmasına dayanan bu açıklamada, söz konusu parçacık dizilimini açıklayabilseydik her şeyi açıklamış olur muyduk, o bile şüpheli (bkz: gestalt). ancak bu açıklamayla, bilinçdışının insanlar için ne denli önemli olduğunu bir kez daha fark etmiş bulunuyoruz. jung'a geri dönersek, kendisi, tüm dinlerin, bilinçdışından gelen figürlerle dolu olduğunu; eğer bilinçdışını ifade edecek bir sistem ya da form varsa onun, bilinçdışı tarafından yakalanıp kullanılacağını ifade eder. biz bu açıklamayı tersine çevirip dinden gelerek bilinçdışına dâhil olan figürlerden bahsedebiliriz. kutsal anlatıların, dil yapısı yoluyla dâhil olduğu sözellik, dünyanın yorumlanmasında tarih boyunca etkili olmuştu. dilin, kutsal anlatıyı imlemek üzere özelleşerek kendine has bilinçdışını yarattığı kutsal ibranice, bu sözelliğe iyi bir örnektir. jung'u derinden etkileyen sigmund freud'un, ona ibranice öğrenmesini öğütleyen babasının ölümünden sonra yazdığı (ve yas kavramını tamamladığı) "musa ve tektanrıcılık" adlı eseri, bu sözelliğin etkisine girmesinin bir ürünüdür.

    “vücudumuzu meydana getiren ve idame ettiren süreçlerin neredeyse tamamı bilinçsizce gerçekleşir. örneğin ben bu giriyi yazarken, bedenim, çoğunun bilincinde olmadığım milyonlarca işlemle meşgul. parmaklarım tuşlarda gezerken nefes alıp veriyorum; oksijen beyne ulaşıyor; kalbim kan pompalıyor; midem, yazıyı yazdığım an itibariyle öğle yemeğimi sindirmekle meşgul” vs. ne midemin asitlik derecesini ne de kanımdaki oksijen miktarını biliyorum. fakat tüm bu işlevlerden biri aksarsa, ben bunun farkına varırım. ben, bu açıdan bir göstergeyim. bir sorun olup olmadığını gösteriyorum. varlığımın içerdiği bu ürkütücü potansiyel gerçeğe dönüştüğünde, bir göstergeden ibaret olduğumu daha basitçe hissediyorum. insanlık da öyle: en acı dolu deneyimleri sırasında, duvarlara ya da kâğıtlara yazdığı yazılarla, tanrıyı yeryüzüne davet ediyor. inancı olmayan bir insanı, diğerlerinden, isyansızlığıyla ayırt edebiliriz, fakat bu ayrımı yapabileceğimiz şartların oluşması, ancak, bilinçdışı arzumuzun biz ölmeden önce ölmesi kadar olasıdır.

    bilinçdışı duvarının, kurumlaşmış din şöyle dursun, inancın kendisiyle bağlantısını kaybetmesi olası değildir. freud'un, alçak gönüllü bir biçimde itirafında bulunduğu "sevgiyle inanç arasındaki kaçınılmaz bağ" gayet doğal bir biçimde gelişmiştir. inanç meselesine odaklanan sapkınlıkların geneli, inanç ile birlikte sevginin doğasını da değerlendirmeye almak ve onu dönüştürmek zorunda kalır. örneğin inanç sistemlerinden kaynaklanan teslimiyet hissi, karşısında egonun koruma talep ettiği bir tehlike olarak algılanmaya başlar. dile, sözdizimine yansıyan inançsızlık, aynı zamanda bir sevgisizlik gösterisidir.
hesabın var mı? giriş yap