• nazım hikmet*'in 1929 yılında yayımlanmış olan "835 satır" adlı ilk kitabından hemen sonra yayımlanmış destansı, uzun bir eseridir. akıl almaz bir aşkın öyküsüdür: leonardo da vinci'nin meşhur la gioconda'sı, bir bakışta aşık olduğu çinli turist si-ya-u'ya olan aşkını, bulunduğu luvr* müzesinde sıkıntıdan patlayarak "muşambasının tersi"ne yazarak anlatır.
    sanatta temsil (representation) yeniden temsil (re-presentation) ve yorumsama (hermeneutics) konuları ile ilgilenenler için müthiş bir eserdir.
  • şang-hay’da kafası kesilen arkadaşım si-ya-u’nun hatırasına
    jokond ile si-ya-u `

    (ilk basım 1929)

    rönesans devrinin italyan ressamlarından leonardo da vinci’nin meşhur eserlerinden birinin ismi jokond’dur. jokond tebessümüyle meşhurdur. bu kitaptaki acayip sergüzeşt işte bu jokond ile si-ya-u isminde bir çinlinin macerasına dairdir.

    bir iddia

    leonardo nam
    nakkaşı dehrin
    meşhur jokond’u
    basmıştır kadem
    rahı firare
    ve firariden
    boşalan yere
    taklidi kondu.

    işbu risaleyi
    tastir eden şair
    çok şeyler biliyor
    hakiki jokond’un
    encamına dair.

    ol fettan ahu
    bir yar severdi:
    bir çinli adem
    ismiii si-ya-u
    gözleriiii badem
    sözleriiii şirin.
    bu yarin peşine
    takılmıştır jokond
    bir çin beldesinde
    yakılmıştır jokond.

    ben nazım hikmet
    rakımülhuruf
    işbu hususta
    düşmanaaa dosta
    çekip yürekten
    günde beş növbet
    yuf üstüne yuf
    iddia ediyorum,
    isbat edeceğim;
    isbat edemezsem
    sahni suhanden
    yıkılıp gideceğim.

    1928
  • jokondun hatıra defterinden parçalar
    15 mart 1924 paris luvur müzesinden

    luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
    can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor.
    bıktım artık canımın sıkıntısından.
    içimdeki bu ruh yıkıntısından
    aldı fikrim şu hisseyi:
    müzeyi
    gezmek iyi
    müzelik olmak fena.
    ben bu maziyi hapseden saraya
    öyle ağır bir hükümle kondum ki,
    çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlıboya
    mecburum durup dinlenmeden sırıtmaya:
    çünki:
    ben o floransalı jokond’um ki
    floransadan daha meşhurdur tebessümüm.

    luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
    ve madem ki maziyle konuşmaktan
    çabuk bıkılıyor
    ben
    karar verdim bugünden itibaren
    bir hatıra defteri tutmaya.
    belki dahli olur bugünü yazmanın
    dünü unutmaya…
    lakin acayip bir yerdir luvur.
    burda belki bulunur
    iskenderi kebirin
    kronometrolu lonjin saatı,
    fakat
    bulunmaz yüz paralık bir kurşunkalem
    ve bir tabaka temiz defter kaadı.
    lanet olsun luvruna, parisine.
    yazarım ben de hatıratı
    muşambamın tersine.
    ve işte:
    kırmızı burnunu eteklerime sokan,
    saçları şarap kokan
    miyop bir amerikalının
    aşırınca cebinden mürekkepli kalemini
    başladım hatıratıma.
    yazıyorum sırtıma:
    tebessümü meşhur olmanın elemini…

    18 mart gece

    luvur uyudu.
    zulmette venüs’ün kolsuz vücudu
    benziyor harbiumumi neferine.
    parlıyor bir şövalyenin altın miğferi:
    vurdukça “gece bekçilerinin” feneri
    karanlık bir resmin üzerine.
    burda
    luvurda
    benziyor günlerim birbirine
    tahta bir mi’kabın dört tarafı gibi.
    başım keskin kokularla dolu
    bir ecza dolabının rafı gibi.

    20 mart

    hayranım felemenk ressamlarına:
    süt ve sucuk tacirlerinin
    tombul madamlarına
    kolay mı üryan bir ilahe edası vermek?
    lakin
    isterse ipekli don giyinsin
    inek+ ipekli don = inek.*

    dün gece
    bir pencere
    açık kalmış
    felemenkli üryan ilaheler soğuk almış.
    bugün
    bütün gün
    ziyaretçilere
    çevirip dağ gibi pembe çıplak gerilerini
    aksırıp öksürdüler…

    tutulmuşum ben de nezleye.
    nezleli bir tebessümle gülünç olmayayım diye,
    ziyaretçilerden gizleye gizleye
    burnumu çekip durdum.

    1 nisan

    bugün bir çinli gördüm;
    başı perçemli çinlilere benzer yeri yok.
    ne de çok
    baktı bana.
    bilirim ki ben
    fildişini ipek gibi işliyen
    çinlilerin teveccühü
    atılamaz yabana…

    11 nisan

    ismini öğrendim hergün gelen çinlinin:
    si-ya-u

    16 nisan

    bugün gözlerin sesiyle
    konuştuk kendisiyle.
    gündüzleri kumaş dokuyormuş,
    gece okuyormuş.
    işte çoktandır ki gece
    kara gömlekli bir faşist ordusu gibi geldi.
    kendini sen* nehrine atan bir işsizin
    karanlık sudan sesi yükseldi.
    ve ey yumruk kadar başında
    dağ gibi rüzgarlar esen
    ben eminim ki bu anda sen
    cevap almak için yıldızlara sorduğun
    cevaplardan,
    kuleler kuruyorsun kalın meşin kaplı
    kitaplardan,
    oku
    si-ya-u
    oku..
    ve gözlerin satırlarda isteneni bulunca
    gözlerin yorulunca
    bırak yorgun başını
    siyah sarı bir japon krizantemi gibi
    kitapların üstüne…
    uyu
    si-ya-u
    uyu….

    18 nisan

    başladım unutmaya
    tombul rönesans üstatlarının isimlerini.
    görmek istiyorum
    çekik gözlü çin nakkaşlarının
    ince uzun kamış fırçalarından
    damlıyan
    siyah suluboya kuş ve çiçek
    resimlerini…

    paris telsizinin haberleri

    allo
    allo
    allo
    paris
    paris
    paris…
    havada sesler
    ateş tazılar gibi koşuyor.
    eyfel kulesinin telsizi konuşuyor:
    allo
    allo
    allo
    paris
    paris
    paris…

    biz de şarklıyız bu ses bizedir
    bizim de kulaklarımız bir ahizedir
    biz de eyfel*i dinlemeliyiz-
    çinden haber
    çinden haber
    çinden haber:

    kaf dağınan gelen ejder
    altın semasında çinimaçin yurdunun
    gerdi kanat.
    fakat
    bu işte sade britanya lordunun
    tüyleri yolunmuş
    kalın boyunlu bir kuş
    gibi matruş
    gırtlağı değil,
    kesilecek
    konfuçyusun
    uzun
    seyrek
    sakalı da!…

    jokondun hatıra defterinden

    21 nisan

    bugün çinlim
    gözbebeklerimin
    içinde durdu;
    ve sordu:
    “tanklarının kırk ayaklı tekerleriyle
    pirinç tarlalarımızı ezenler,
    şehirlerimizde
    cehennem imparatorları gibi gezenler:
    senin
    seni yaratanin nesli mi?”
    az kaldı “hayır” diye haykırarak
    kaldıracaktım elimi…

    27 nisan

    bu gece bir amerikan zurnasıyla
    12 beygirlik bir fordun kornasıyla
    bir rüyadan uyandım,
    ve bir lahza gördüğüm
    bir lahzada öldü.
    gördüğüm durgun mavi bir göldü.
    bu gölde canımın çekik gözlü canı
    yaldızlı bir balığın sarılmıştı boynuna.
    ben gidiyordum ona
    sandalım çinişi bir cay fincanı;
    açtığım yelken
    kamış bir japon
    şemsiyesinin
    nakışlı ipeğinden…

    paris telsizinin haberleri

    allo
    allo
    allo

    paris
    paris
    paris

    radyo-stasyon duruyor.
    parisi yine
    mavi gömlekli parisliler
    kırmızı sesler
    ve kırmızı renklerle dolduruyor..

    jokond’un hatıra defterinden

    2 mayıs

    bugün çinlim gelmedi.

    5 mayıs

    bugün de yok…

    8 mayıs

    benziyor günlerim
    bir istasyonun
    bekleme salonuna.
    gözlerim dikili
    demiryoluna….

    10 mayıs

    yunan heykeltıraşları,
    selçuk elinin çini nakkaşları,
    cemşide ateşle halı dokuyanlar,
    çölde hecinlere kaside okuyanlar,
    vücudunun raksı rüzgar gibi esen,
    bir kırat mücevheri 36 köşeli kesen,
    ve sen
    beş parmağında beş hüner taşıyan
    mikel anj * usta!
    haykırın, ilan edin düşmana dosta:
    pariste fazla bağırmış diye,
    mandarin sefirinin
    camını kırmış diye,
    sevgilisi jokond’un
    fransa hududunun
    atılmış haricine….

    çinden gelen sevgilim gitti çine…
    ve ben artık
    bilemem kimlere derler leyla ile mecnun,
    o pantolonlu leyla
    ben etekli mecnun değilsem…
    ağlayabilsem… ah….
    ağlayabilsem…

    12 mayıs

    bugün
    önümde
    kanlı ağzının
    boyasını tazeleyen
    bir ev kızının
    elindeki aynaya ilişince gözüm
    parçalandı kafamda şöhretimin teneke tacı.
    içimde kıvranırken ağlamak ihtiyacı
    dudaklarım kırıtıyor,
    pişmiş bir domuz kellesi gibi
    suratım sırıtıyor.
    dilerim ki
    kübist bir ressama fırça olsun kemikleri
    leonar da vinçinin,*
    boyalı elleriyle sarılıp boğazıma
    altın kaplama bir diş gibi ağzıma
    bu mel’un tebessümü taktığı için…..

    birinci kısmın sonu.
  • ikinci kısım
    firar

    muharririn not defterinden

    a dostlar hali berbat jokond’un..
    siz emin olun ki onun
    çok uzaklardan haber
    almak ümidi olmasaydı eğer
    ölümün rengini vermek için
    dudaklarındaki mel’un tebessüme,
    bir müze bekçisinin tabancasını çalar
    boşaltırdı muşamba göğsüne

    jokondun not defterinden

    ne olurdu fırçası leonar da vinçinin
    yaratsaydı beni
    yaldızlı güneşinde çinin.
    arkamdaki dağ resmi
    şeker kellesi şeklindeki bir çin dağı olsaydı,
    pembe beyaz rengi uzun yüzümün
    solsaydı,
    alsaydı gözlerim bir badem biçimini.
    ve tebessümüm
    gösterseydi göğsümün içini!
    o zaman uzaklardakinin kolunda
    dolaşabilirdim çin’i..

    muharririn hatıra defterinden

    jokondla bugün başbaşa verdik.
    meraklı bir kitabın
    yapraklarını çevirir gibi
    birbiri ardınca saatleri çevirdik.
    ve öyle bir karara geldik ki,
    bu karar
    bölecek bir bıçak gibi ikiye
    jokondun hayatını…
    yarın gece görürsünüz tatbikatını…

    muharririn not defterinden

    notr dam dö pari*nin saatı
    çaldı gece yarısını.
    gece yarısı
    gece yarısı
    kim bilir tam bu anda:
    hangi sarhoş öldürüyor karısını?
    kim bilir tam bu anda:
    hangi hortlak
    bir şatonun
    dehliinde dolaşıyor?
    kim bilir tam bu anda:
    hangi hırsız
    en aşılmaz
    bir duvarı aşıyor?
    gece yarısı…gece yarısı …
    kim bilir tam bu anda…
    bilirim ki her romanda
    en karanlık saat budur.
    gece yarısı
    her kariin yüreğinde bir korkudur…
    fakat neyleyim?
    tek satıhlı tayyarem
    luvurun damına konduğu anda,
    notr dam dö parinin saatı
    çaldı gece yarısını.
    ve ben
    tuhaftır ki hiçbir korku hissetmeden
    okşıyarak tayyaremin alüminyum sağrısını
    damın üstüne indim…
    çözerek belime sardığım 50 kulaç ipi
    şakuli bir sırat köprüsü gibi
    sarkıttım jokondun penceresine.
    üç keskin düdük çaldım.
    ve derhal cevap aldım
    bu üç düdük sesine.
    açtı ardına kadar jokond penceresini.
    meryam ana kılığına sokulan
    bu fakir bahçıvan kızı
    sıyırdı sırtından yaldızlı çerçevesini
    ve ipe sarılarak tırmandı yukarıya…

    dostum si-ya-u
    talihin varmış doğrusu
    düşmüşsün aslan gibi karıya…

    jokondun hatıra defterinden

    bu tayyare dedikleri
    kanatlı demir bir at.
    altımızda paris
    eyfel kulesiyle
    sivri burunlu, çopur ablak bir surat.
    yükseliyoruz
    yükseliyoruz
    karanlığı
    ateş bir ok
    gibi deliyoruz..
    gökler üstümüze
    yaklaşır gibi,
    gökyüzü çiçekli bir çayır gibi.

    yükseliyoruz
    yükseliyoruz…

    ………………….
    …………….
    ………………..

    uyumuşum
    uyandım.
    sabahın şafak demi.
    gökler durgun bir deniz,
    tayyaremiz bir gemi.
    tereyağından kıl çeker gibi gidiyoruz.
    kalıyor arkamızda bir duman yolu.
    pırıltılı yuvarlaklarla dolu
    mavi boşlukları seyrediyoruz..

    altımızda benziyor dünya
    güneşte yaldızlanan
    bir yafa portakalına..
    fakat ne hikmettir ki ben
    yükselmişim de yerden
    yüzlerce minare boyu,
    yine dünyaya bakıp
    aktı ağzımın suyu….

    muharririn not defterinden

    şimdi tayyaremiz
    afrikanın üstünde gezen
    sıcak rüzgarların içindedir.
    yukardan bakınca afrikabir
    kocaman keman biçimindedir.
    bana öyle geldi ki
    çeloyla çalıyorlar çaykovskiyi
    kızgın karanlık ada
    afrikada.
    ve sallıyarak tüylü uzun kollarını
    bir goril ağlamada…

    muharririn not defterinden

    bahri muhiti hindiyi geçiyoruz.
    havaları, baygın kokulu
    koyu bir şurup gibi içiyoruz…
    ve singapurun sarı fenerine bakarak
    avustralyayı sağda
    madagaskarı solda bırakarak,
    ve güvenerek depodaki benzine
    rotayı çizdik çin denizine..

    `çin denizinde sefer eden bir ingiliz
    gemisindeki` `con isimli güverte neferinin
    hatıratından`

    o akşam
    birdenbire fırtına çıktı.
    ama ne fırtınababam
    ama ne fırtına…
    isanın anası binmiş sarı bir şeytanın sırtına
    havaları karıştırıp fır dönüyor.
    ben de aksi gibi
    pruva çanaklığında vardiyadayım.
    koskocaman gemi
    altımda nah şu kadar görünüyor.
    esiyor rüzgar
    rüzgar üstüne
    rüzgar
    rüzgar üstüne
    rüzgar…
    bir yay gibi vınlıyarak yaylanıyor direk.*
    hayda bir çıkıyoruz yukarıya
    kafam bulutları yarıyor.
    hayda bir aşağı iniyoruz
    parmaklarım denizin dibini tarıyor.
    sola yatıyoruz, sağa yatıyoruz.
    yani iskeleye sancağa yatıyoruz.
    ha şimdi battık aman
    , ha şimdi batıyoruz.
    dalgalar:
    bengale kaplanları gibi
    sıçrayıp başımdan aşıyor.
    karşımda dolaşıyor
    cavalı melez bir orospu
    gibi korku.
    şaka mı bu be çin denizi bu…..**
    neysa lafı uzatmıyalım.
    küt..
    o ne?
    havadan mustatil bir muşamba düştü.
    çanaklığın içine.
    bu muşamba
    hoşur bir kadındı.
    düşündüm ki bu göklerden gelen madam
    bizim gemici dilinden usulünden
    çakmazdı anam.
    hemen önünde belirtilmiştir kırıp öptüm elindemn
    bir şair ağzı kullanarak dedim ona ki:
    - sen ey bana göklerden gelen muşamba kadın!
    - söyle hangi ilahi vasfa benziyor adın?
    - niye indin buraya nedir büyük maksadın?
    dedi bana ki:
    - motoru 550 beygirlik
    bir tayyareden düştüm.
    ismim jokond,
    floransalıyım.
    şang-hay limanına bir an evvel
    varmalıyım.

    [*] ta tepede ne işin var
    leylek misin be mübarek? n.h.
    [**] gemici haklıdır korkusunda
    çin denizinin hiddetini yabana atmıyalım n.h.

    jokondun hatıra defterinden

    rüzgar düştü
    deniz duruldu.
    yürüyor gemi şang-haya doğru.
    gemiciler sallanarak rüya görüyor
    yelken bezinden hamaklarında.
    bahri muhiti hindi türküsü
    etli kalın dudaklarında:
    “malaka şarabı gibi kızdırı kanı
    ateşi koşinşin
    güneşinin.
    çeker yaldızlı yıldızlara doğru gemicileri
    koşinşin geceleri
    koşinşin geceleri.
    boyadı al kana demir kuşaklı fıçıları
    singapur meyhanelerinde bıçaklanan
    çekik gözlü sarı borneo muçoları.
    koşinşin geceleri, koşinşin geceleri.

    bir gemi gider kantona
    tam 55.000 tona
    koşinşin geceleri…

    bordadan atılan
    mavi gözlü bir gemici ölüsü gibi
    güklere yüzerken ay,
    dirseğine dayanıp seyreder bombay…
    bombay ay…
    bahri ummanı.
    malaka şarabı gibi kızdırır kanı
    ateşi koşinşin
    güneşinin.
    çeker yaldızlı yıldızlara doğru gemicileri
    koşinşin geceleri
    koşinşin geceleri…”

    ikinci kısmın sonu.
  • üçüncü kısım
    jokondun encamı

    şang hay şehri

    şang- hay büyük bir limandır,
    mükemmel bir liman.
    gemileri daha kocamandır
    boynuzlu bir mandarin konağından.
    vay vaaay!
    ne acayip yer be şang-hay…

    mavi nehirde akar
    hasır yelkenli kayıklar.
    hasır yelkenli kayıklarda
    çıplak kuliler pirinç ayıklar
    pirinç sayıklar..
    vay vaaaay!..
    ne acayip yer be şang-hay…

    şang-hay büyük bir limandır.
    beyazların gmileri kocamandır,
    sarıların kayıkları küçücük.
    kızıl saçlı bir çocuğa gebe şang-hay.
    vay vaaaay!..
    ne acayip yer be şang-hay…

    muharririn not defterinden

    dün gece
    limana girince gemi
    jokond kğağı atto karaya.
    şang-hay kazan o kepçe
    hal oldu si-ya-u’sunu arıya arıya.

    muharririn not defterinden

    “çin işi japon işi
    bunu yapan iki kişi
    biri erkek biri dişi.

    çin işi japon işi
    seyrediniz ne hünerdir
    li-li-fu’nun bu son işi.”

    bağırıyor avaz avaz
    çinli hokkabaz
    li.

    sarı sıska bir örümceğe benziyen eli
    fırlatıyor havalara ince uzun bıçakları:
    işte bir
    bir daha
    bir daha
    bir daha
    beş
    bir daha.

    havlarda şimşekli daireler çizerek
    bıçaklar birbiri ardınca fırlayıp akıyor.
    jokond bakıyor,
    daha da bakacak
    bakacak fakat:
    kocaman renkli bir çin feneri gibi
    sallanıp karıştı ortalık:
    “- yol verin varda
    çan-kay-şi’nin celladı
    yeni bir kelle kovalıyor.
    yol verin varda..”

    biri önde biri arkada
    iki çinli fırladı köşe başından.
    öndeki koşuyor jokonda doğru.
    bu ona doğru koşan oydu, oydu, o.
    si-ya-u’su onun
    kumrusu onun.
    si-ya-u’m benim
    si-ya-u..
    etrafı sardı bir stadyum uğultusu.
    ve sarı asyanın al kanıyla
    boyanmış olan
    nemrut ingiliz lisanıyla
    atıldı naralar:
    “- yakalıyor
    yakalıyor
    yakaladı
    yakala…”

    jokondun kollarına üç adım kala
    yetişti çan-kay-şi’nin celladı.
    parladı
    pala..
    kesilen bir et kırılan bir kemik sesi.
    yuvarlandı ayağının dibine
    kana bulanmış sarı bir güneş gibi
    si-ya-u’nun kellesi..

    ve işte böyle bir ölüm günü
    şang-hayda kaybetti floransalı jokond
    floransadan daha meşhur olan tebessümünü.

    muharririn not defterinden

    çin kemışından bir çerçeve.
    çerçevede resim.
    resmin altında isim:
    jokond..
    çerçevede resim:
    çerçevede resmin gözleri yanıyor
    yanıyor.
    çerçevede resim:
    çerçevede resim canlanıyor
    canlanıyro.
    ve birden
    atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
    fırlayıp çıktı resim çerçeveden;
    ayakları yere vurdu.

    daha ben haykırırken adını
    karşıma dikilip durdu:
    muazzam bir kavganın dev kadını.

    o yürüdü
    ben peşinden
    kızgın kızıl tibet güneşinden
    çin denizine kadar
    gidip geldik
    gelip gittik.

    jokondu
    düşman elinde
    bir şehrin kapısından
    gece gizlice çıkarken gördüm;
    onu, süngülerin çatıştığı bir kapışmada
    bir britanya zabitinin
    gırtlağını sıkarken gördüm.
    onu:
    içinde yıldızlar yüzen mavi bir su başında
    bitli kirli gömleğini yıkarken gördüm….

    ocağında odun yanan bir lokomotif
    üfliyerek, püfliyerek sürüklüyor peşinden
    beheri kırk kişilik kırk kırmızı vagonu.
    vagonlar geçti birer birer.
    son vagonda gördüm onu:
    başında tüyleri yoluk bir kuzu kalpak
    ayaklarında çizmeler
    sırtında meşin ceket
    bekliyor nöbet…

    muharririn not defterinden
    ey benim sabırlı okuyucularım!
    şimdi sizinle biz
    şang-hayda fransız divanı harbindeyiz.
    hakimler:
    dört jeneral, on dört miralay
    ve süngü takmış kongolu zenci bir alay.
    maznun:
    jokond.
    dava vekili:
    fazla miktarda deli
    yani fazla miktarda sanatkar
    fransalı bir ressam.
    sahne tamam.
    başlıyoruz:
    dava vekili müdafaasını yapar:
    - efendiler
    huzurunuzda
    maznun sıfatıyla bulunan bu eser
    büyük bir üstadın en manalı kızıdır.
    efendiler.
    bu eser…
    efendiler…
    alev dolu bir tas gibi yanıyor beynimin içi…
    efendiler
    leonar da vinçi…
    efendiler…
    rönesans
    efendiler…
    bu eser
    bu eserin bir misli daha…
    efendiler üniformalı efendiler…….
    -eees!
    yeter.
    dırlanma bozuk bir mitralyöz gibi.
    zabıt katibi,
    kararı oku.
    zabıt katibi kararı okur:
    - ihlal edilmiştir çinde
    fransız tabasının hukuku
    mezbure jokond binti leonardo tarafından.
    binaen
    aleyh
    münasip gördük maznunenin
    ihrakı binnarını.
    ve yarın gece doğarken ay
    senegalli bir alay
    infaz edecektir divanı harbimizn
    bu kararını…
    ihrakı binnar
    şang-hay büyük bir limandır.
    beyazların gemileri kocamandır.
    sarıların kayıkları küçücük.
    kalın bir düdük.
    ince bir çinli çığlığı.
    limana giren bir gemi
    devirdi hasır yelkenli bir kayığı…
    ay ışığı.
    gece.
    bilkelerinde kelepçe
    jokond bekliyor.
    es rüzgar es..
    bir ses:
    - haydi çakmağı çakın.
    yakın jokondu yakın…
    ilerliyen bir karaltı
    bir parıltı…
    çakmağı çaktılar
    jokondu yaktılar.
    kıpkırmızı bir alevle boyandı jokond.
    güldü içten gelen bir tebessümle
    gülerek yandı jokond……….

    sanat, manat, eser, meser, filan, falan, ezel, ebet
    eeeeeeeeeeeeeyt,,,
    “işte o kadardir ol hikayet
    “bakisi duruğu bi nihayet….
    temmet….”

    1929.

    post scriptum: metin, adam yayınlarından şubat 1994’te yayımlanmış olan nazım hikmet, bütün eserleri serisinin şiirler türünde 1 numaralı ve “835 satır” adlı kitaptan alınmıştır. bugün imla hatası gibi görünen ifadeler bütünüyle üstada, varsa tapaj hataları bana aittir.
  • (bkz: la gioconda)*
  • nazım hikmetle birbirlerine karşı kılıçları çekmeden önce peyami safa'nın epeyce övdüğü eserdir.
  • 16. istanbul uluslararası tiyatro festivali' nde "prof". zeliha berksoy' un sahneye koyduğu eser.
  • insana "louvre'daki mona lisa tablosunun aslında gerçeği olmadığı iddialarını sadece nazım hikmet böyle açıklayabilirdi" diye düşündüren eser.
  • "canımın çekik gözlü canı" cümlesini de içeren eserdir ki bu cümle şimdiye dek sarf edilmiş en güzel sevgi sözcükleridir.
hesabın var mı? giriş yap