• bir durum karşısında belli bir kitlenin veya şahsın, fena şeyler (vefat, hastalık, ayrılık, vb...) yaşayan kimseye veya kimselere üzüntülerini bildirmek üzere seçtikleri resmi ağız.
  • dünyanın en eski avant-garde tiyatro örneği olarak gösterilir. ayşe emel mesçi, taziyenin ilkel bir oyun olmadığını, cumhuriyet gazetesi'ndeki bir yazısında belirtmiştir.
  • bir tarikat ismi. (bkz: düsukiye)
  • murathan mungan'ın mezopotamya üçlemesinin ikinci oyunu. hayli iddialı ve başı dik, alegorik (eskilerin temsili istiare dedikleri) bir oyun.
    oyunun, birbirinden ak ve kara gibi ayrılan iki veçhesi var: görsel ögeler olanca düşsel; diyaloglar ise haddinden fazla gerçekçi ve ısrarlı- oyunun bir savı var ve oyunun bütün kişileri sözbirliği etmişçesine bu savı kanıtlamak adına konuşuyor: "töre demek ölmektir, öldürmektir. ve kaderin kervanında hüküm yürümez."
    üçlemenin birinci oyunu mahmud ile yezida'ya gönül bağı ile bağlanmıştım, halbuki bu oyun çok uzağıma düştü. mahmud ile yezida'nın "insanca" bir söylemi vardı: gerekirse insan etrafına bir daire çizer ve yazgıyı dahi kendisinden ırak tutabilirdi. oysa taziye'nin söylemi, insanın iradesini elinden alıyor, insanı un ufak ediyor, yalnız ölmeğe, öldürmeğe bağlıyor.

    murathan mungan'ın kadınları gene hayli özerk, özyeterlik sahibi; mağrur, vakur.. erkekleri ise tek bir kudrete sahip; öyleyken sahip oldukları kudretin, ataerkilliğin buyurduğunca umarsızlar.

    başka bir kitabında okuduğumuza göre fasla, murathan mungan'ın hayal meyal anımsadığı dadısının ismi imiş. o zamanlar ne dadısı türkçe bilirmiş, ne kendisi türkçe. aralarında dilsizlerin kurabileceği yoğunlukta ve derinlikte sağlam, güçlü bir bağ kurmuşlar. taziye'deki kadının adını fasla koyarak, ona gönül borcunu ödemeğe çalıştığını söylüyor murathan mungan.
    işte o fasla kadın'dan bir alıntı yapmak istiyorum:

    (mahkemede aşiretin uluları, ataları, şeyhleri fasla kadın'ı itham ediyor. kendisini savunmasını istediklerinde fasla kadın, sevdasını tanık gösteriyor. ağalar ise söze gelen, sese gelen tanık istiyorlar. bunun üzerine:)
    -"sevdanın hası sese de, söze de gelmez ağalar. sevdanın hası suskun yaşanır. hangi dilin gücü yüreği aşikar etmeye yeter?"

    son söz: şimdi sırada geyikler lanetler var.

    (bkz: mahmud ile yezida)
  • murathan munganın mezopotamya üçlemesinin ikinci eseridir.
  • -adapazarı/1999-
    isyanımı bağışla tanrım, tevekkül gelmiyor içimden.... habersiz, ikazsız,insafsız vurdun. uykusunu böldün el kadar bebelerin...kundağıyla betona gömdün.
    bir gece yarısı korkunç hortumunla kustun öfkeni, bin yıllık müminler toprağını yardın.
    esvapsız,öksüz, çaresiz sokağa döktün kullarını...asrın en gaddar tokadını onlara reva gördün.
    taş üstünde taş bırakmayan gazabın enkaza çevirdi yurdumu...
    hiddete amenna, lakin nerde merhametin?..
    hadi biz tövbekar olmadık, diklendik adaletine, sual ettik hükmünden, küfr’e ve günaha bulandık; ya ömrünü sana tapınmaya vakfetmiş kullarından ne istedin?
    külleri çimentodan bir cehennemin içinden çekip aldığı eşi ile iki oğlunu elleriyle kireçleyip gömerken, “ne yapalım allah’ın adaleti” diye boyun eğen ak saçlı ademoğluna nasıl kıydın?
    “yavrularımı bana bağışla tanrım... hiç olmazsa birini...” diye yakaran kadının kucağına iki evlat cesedi tutuşturmak mıydı ilahi adaletin?
    enkazdan kurtardığı yavrusu bu kez kolera ateşinde yanarken “neden allahım” diye inleyen anaya ne cevap verdin?
    onlar ki bir gün dahi asi olmadılar sana karşı, kader bildiler kederlerini.... dualarla uyuttular bebelerini... ve sen uykuda yıktın evlerini başlarına... sonra kimsesizler mezarlığına koydun. kefeni, kitabeyi çok gördün.
    bir tek dozerler gitti cenazelerine; oğul kucağı yerine kepçelerle gömdün.
    işte o yüzden biz, o talihsiz kullarınla beraber toprağa verdik itikadımızı...
    buysa adaletin, bir daha adalet dilenmeyeceğiz senden... merhametin bu kadarsa, al senin olsun!..
    bir sabır sınavıysa zulmün...son olsun bugünkü...
    ...bir sonraki sınavı geçemeyebiliriz çünkü...
    ve sen halkım!..
    sen, her eceli akıbet, her afeti kader sayan, sen, en beterinde facianın, “beterin beteri” nden korkan ve daima şükreden, affeden, sabreden cemaatim benim...
    sen, denizini doldurup kumundan ev yapan, süreceği toprağa çürük temel atan, bir kat fazla ruhsat için oy kiralayan, talana dost, doğaya düşman, naçar, hilekar, cefakar, sahtekar, fedakar halkım benim...
    ne kadar acısam az sana, ne kadar övünsem az...
    sen ölmüş eşinin yanı başında ameliyat yapan hekim ... sen, “emir böyle” deyip göçükler caddesine uğramadan geçen iş makinesinin önüne yatan genç kız... sen , yorgunluktan çatallaşmış sesiyle “kask ve kefen bezi gönderin “ diye feryat ederken gözyaşlarını tutamayan yüzbaşı...
    siz onların yardımına koşan yürek yürek insan, siz kazma kürek maden işçileri, siz komşusu açken aşı boğazına dizilenler... tanıyıp bilmediği insanların elemiyle üzülenler...
    kör karanlıkta mihraba bakar gibi bakıp el köpeklerinin soluğuna, bir can belirtisi, bir ışık arayan biaçre halkım benim...
    doldurduğun toprak mezarın, oturduğun ev tabutun olmuşken, gölcük’te, sakarya’da, değirmendere’de , on binler halinde yatarken betondan bir enkazın dibinde, bu kopmuş kollar, kesilmiş bacaklar, yitirilmiş canlar kuyusunda bir hiç uğruna ziyan olmuşken, sen nasıl hala “alın yazım” diye inlersin; nasıl onca yalanı dinlersin yattığın yerden?..
    ey benim bağışlaması bol kavmim!..
    sen ki oğullar, kızlar ektin toprağa, biçildi oğulların kızların... öylesine lanetliydin ki , hiçbir toprağa tutunamadın, yine göç yolları göründü sana...
    ey “katlandığına dağlar katlanmaz” halkım benim...
    bu ne bitmez sabırdır ki , talana ortak oldukça, yalana göz yumdukça lanet seni de vurur günün birinde...
    görmez misin ki, sineye çektikçe, “alınyazısı” dedikçe, daha beter zulüm yağar üstüne...
    şairin dediği gibi ”-kabaht senin , demeye de dilim varmıyor ama – kabahatin çoğu senin, canım kardeşim...”
    ve ülkem!...
    ey koca mezarlık... buram buram ceset kokan toprak... inleyen enkaz... viran körfez...
    ey ekmeğin değil, acıların üleşildiği, göçükler altında saat sayılan, ağıt yakılan, mal yağmalanan, ceset soyulan cennetim benim...
    teessürümün anavatanı...
    bilirim, ana sütü çağında toz yutmuş bebelerin, ölü gözlerle fışkırırken enkaz altından, hiçbir taziye sarmaz yaranı...
    nedametin fayadası yok.
    yine de durmaz dilim, yalvarırı sitemim:
    ne olur bir kez de gül artık yüzümüze...bir kez de gül...ne olur!

    benim gençliğim,can dündar,syf. altmışiki- almışbeş arası
  • ziyaret edenlere hizmet ve ikramda kusurun edilmemeye calisildigi, olenlerin yakinlarina arti kulfet getiren, ozellikle doguda cok daha fazla onemsenen gereksiz gelenek.
  • murathan mungan'ın mezopotamya üçlemesi'nin ikinci kitabı taziye. yine törelerle kuşatılmış, kurallara gömülmüş bir toplumun ve kadının yazgısını dile getirdiği bir oyun, destan, ağıt kitap. düşman aşiretinden babasının kanının öcünü almak için düğününden duvağıyla kaçırdığı şerho ağa'nın kızı fasla kadın'a aşık olan bedirhan ağa, ağanın kin dolu annesi kevsa ana, ağanın oğlu heja ve töreler ve sevda, öfke, kin ve kanla dolu bir hikaye anlatılan. tüm sevgiler, sevdalar yenik düşer törelere, oğulun anneye sevgisi*, kadının erkeğine sevgisi*, annenin oğluna sevgisi*. yezida ve mahmud'un aşkları ya da geyiklerin uğultuları ve lanetleri kadar olmasa da etkileyici bir efsane hikayesi, oyunu taziye.
  • ölen kimsenin yakınlarına başsağlığı dileme, taziyet.
    (bkz: tdk)
hesabın var mı? giriş yap