• dort tarafı denizlerle çevrilmiş olan vapur ...
  • "bu şimdi adalara gidiyor değil mi?"
    "evet, adalara gidiyor."
    "siz de mi oraya gidiyorsunuz?"
    "evet."

    kafasını salladı, sanki zaten bu sorunun cevabını biliyormuş gibi. sanki zaten bu sorunun cevabını biliyordu. battal torbasını oturduğu koltuktan alıp yere indirdi, kıza biraz daha yaklaştı. bulduğu bir cesaret, tıpkı ilk kez gördüğü deniz gibi. bir süre sessiz kaldı. kız kitap okuyordu. kısa bir elbise giymiş, elbisesinin içine griden bir çorap tutturmuştu. sol bacağını sağ bacağının üstüne atmış, elif şafak'ın mahrem kitabını okuyordu. anladım ki, ada'ya gidene kadar ikisini izleyip dinleyecektim. o sebeple mp3 çaları çantamdan çıkarıp, kulaklıkları da kulaklarıma taktım ve müziği açmadım.

    "orada mı oturuyorsunuz?"
    "evet adalıyım. siz ilk defa mı gidiyorsunuz?"
    "iş için geldik, ilk kez gidecez bakalım."
    "ne güzel. bu mevsimde çok güzeldir ada."
    "nasip kısmet, bir iş bulalım da. o zaman her mevsim güzel oluyor."
    "tabii haklısınız. ne iş yapıyorsunuz?"
    "biz boyacıyız. arkadaşlar da var, toplandık geldik. bir iş varmış, oraya bakıcaz. siz öğrenci misiniz?
    "evet, 4. sınıftayım. bu sene bitireceğim inşallah."
    "hayırlısı olsun."
    "sağolun."

    güzel bir sessizlikle kız tekrar kitabına döndü, adam olduğu yerde daha ilgi çekici sorular aramaya başladı. kapkara kaşları, yeni kesilmiş gür sakallarının ardındaki siyah yüz, siyah gözler, biraz çatık bir ifade; adalı kızın yanıtlarında eşsiz bir hevese bürünüvermişti. kadıköy'de yanıma bir çift oturdu. öğrenci kız ve onun yanında boyacı adam tam onların karşılarındaydı. ben de o çiftin yanındaydım, mrs. dalloway'i okuyor, müzik falan dinlemiyordum.

    "ne okuyorsunuz?"

    kız dudağını büküp kitabın kapağını gösterdi, bir şey söylemeden. sonra tekrar kaldığı yerden okumaya devam etti. gri çoraplı kızın verdiği bu işareti, karşısındaki çift anladı, ben anladım, mrs. dalloway bile anladı. adam da anladı sandım. yerinden kalktı, battal torbasını arkasındaki arkadaşlarının yanına koydu ve içeriye girdi. kızın yüzüne baktım. tadında verdiği yanıtlardan, tatsız bir rahatsızlığa doğru yol mu alıyordu? gülüşü biraz daha silikleşmiş, gerginleşmiş, kaşları biraz daha çatıklaşmış. bence en çok, karşısındaki çiftten çekiniyordu. boyacı adamın sorularını her yanıtladığında, karşılarındaki o çiftin yargılayan bakışlarına takılıyordu. sohbetin jandarması, neyi temsil ettiklerinden bihaber timsallerin etkisinden olacaktı hepsi. hiç karışmadıkları sohbeti hiç eden çiftin tam karşısına gelip oturdu boyacı adam. elinde iki portakal suyu. birini kıza uzattı. müziğin olmayan sesini biraz daha kıstım.

    "teşekkür ederim ben almayayım."
    "olur mu, al hadi."
    "sağolun içmeyeyim."
    "yok olmaz.
    "peki teşekkürler."
    "afiyet olsun."

    şimdi daha da resmileşmiş miydi? artık gebe mi kalmıştı kız? ajanlar bir şüpheliyi sorgularken, sorgunun başında ona sigara ikram ederlermiş. sigarayı alan şüphelinin, sorgu sırasında bu iyiliği ister istemez hatırlayıp onlara karşı kendini sorumlu ve borçlu hissedeceğini hesaplayarak suçunu itiraf edeceğini ve tüm soruları yanıtlayacağını umarlarmış. küçük toplumu nedense rahatsız eden bu küçük sohbet, uzun bir süre daha devam etti. olması gerekmeyen, yakışık almayan bir sohbet olduğu konusunda, hiç kimse herhangi bir fikir beyan etmemiş olsa da, oradaki herkes neredeyse hemfikirdi. boyacı çocuk, gri çoraplı kızla tanışmak için birkaç soru sormuş ve bu amacına erişmişti. kız da sorulara cevap vererek buna çanak tutmamış mıydı? elbette öyle yapmıştı. gri çoraplı kızların, tanımadığı erkeklerin sorularına yanıt vermesinin başka bir açıklaması olamaz. üstüne üstlük ona soru da sormuştu! ben de böyle düşünüyordum. adamın kıza gitgide daha yakınlaşmasını, kitabı onunla birlikte okumaya başlamasını, kızın ekşiyen yüzünü artık daha dikkatli bir şekilde izliyordum. jandarma üstçavuş çiftimiz de, benzer kaygılarla benzer bir korkuya bakıyorlardı sohbet diye. gri çoraplı, bacak bacak üstüne atmış bir kız, güpegündüz kara kuru bir adam tarafından taciz edilme noktasına gelmek üzereydi çünkü! ve işin daha da alengirlisi, artık kız da buna inanıyordu. soruları gülerek yanıtlayan o ilk gri çoraplı kızı, sanki kadıköy'de bu çiftle değiş tokuş etmiştik.

    portakal suyu bitince, boyacı adam bir kez daha yerinden kalktı. koşa koşa içeriye girdi. işler sarpa sarıyordu. bir şeyler yapılması gerekiyordu. denize mi simit atılmalı yoksa martılara mı? çiftin canı gerçekten çok sıkılmıştı çünkü bu durum en çok onları ilgilendiriyordu. gri çoraplı kız bu baskıyı kaldırabilir miydi? daha kaç soruya daha yanıt bulabilirdi? çantasını yerden aldı, kitabını kapattı ve henüz bir ada'ya gelmemiş olmamıza rağmen aşağı kata inip gözden kayboldu. birazdan, boyacı adam gelip kızın boşalttığı, artık koltuk olmayan tarih parçasına küs bir şekilde oturdu. sağına soluna hızlı hızlı baktı. elinde iki dondurma. çift artık ondan tarafa bakmıyordu. kız, erkeğine sırtını dayamış denize doğru uzanmıştı. erkek de denize bakıyordu. mrs. dalloway'i ayraca sıkıştırmış, boyacı adamı izliyordum. koltukta biraz oturduktan sonra, battal torbasını verdiği arkadaşlarının yanına gitti. giderken, elindeki dondurmaları çöpe attı. sorularına bu kadar yanıt verilmişti, allah'tan daha ne isteyebilirdi?

    *

    aslında olaylar böyle gelişmedi. son kısmını ben uydurdum. gerçekte neler olduğunu özetleyeyim: kız gittikten sonra adam gerçekten geri gelip koltuğa oturdu ama elinde sadece bir tane dondurma vardı. onu da yarı yolda açmıştı ve yalıyordu. hiç beklemeden hemen arkadaşlarının yanına geçti ve arkadaşından, kendisinin fotoğraflarını çekmesini istedi. vapurun sağına soluna gidip poz verdi, bu arada hep o dondurmayı yedi. sonra bir kez daha içeri gitti. geldiğinde elinde dört tane dondurma vardı. üçünü arkadaşlarına verip, diğerini de kendisi yedi. ben mrs. dalloway'i okuyordum, bunda sizi kandırmadım. müzik de dinlemiyordum. çift de gerçekten denize dönmüş uyukluyordu. tek istediğim, hiçbir şeyin bu kadar gerçek olmamasıydı. o yüzden de hikâyeyi değiştirdim.
  • bir memleket gibidir gemi deyiminin gerçek anlamını bulduğu yerdir.
    kendinizi vapura attığınız an, büyük bir iş başarmış insan mutluluğuyla gevşersiniz.
    iskelede birkaç vapur da olsa, doğrusuna binip binmediğinizi anlamak için ismini okumanıza gerek yoktur; içeridekilere şöyle bir göz atınca anlarsınız yanlışını doğrusunu. bakarsınız m... abla kitabına dalmıştır, s... abi küçüğünü açıp muhabbete başlamıştır, burgazlılar market alışverişi torbalarını yanlarına almıştır. artık herşey yolundadır, bir buçuk saat boyunca da öyle olacaktır.

    son seferde üst kıç ehl-i keyflere ayrılır. alt kıç tütün mamüllerinin yeridir. biracıların bir fazla bira alması adettendir. rakıcılar cam çay bardaklarını kantinden güzellikle alamazlarsa, cebren ve hile ile alacaklardır. muhafazakarlaşan memleketimin muhafazakar kaptanlarına rağmen, son seferde rakı balık partisi'nin eylemleri, dolu dizgin bir direniş halinde sürmektedir. hem söyleyin allah aşkına, eve dönerken iki tek atan akşamcı abilerimizin, kime ne zararı dokunabilir?

    eskinin 3. mevkiisi olan alt salonlar ilk ve son seferlerde yatakhane halini alır. uyuyası olmayanın buraya girmesi münasebetsizlik sayılır. hem öyle oturduğunuz yerde uyumazsınız vapurda. pabuçları çıkarıp ayakları kalorifere yaslayarak, can yeleklerinden birini yastık yaparak, sere serpe, mışıl mışıl rüyalanırsınız.

    şayet sabah gazete almaya vakit bulamadıysanız telaşlanmazsınız; vapurdan biraz geç iner, arta kalan gazetelerin içinden kendi gazetenizi seçersiniz. sokakta görseniz, ömür billah bir kitabın sonunu getirmediğine bahse gireceğiniz insanların koca koca kitaplar devirdiğine şahir olursunuz bu gemilerde. ve gene sokakta görseniz hiç ortak noktanız olmadığına yemin edeceğiniz insanlarla aniden yanyana düşer, dost oluverirsiniz. bazı dostluklar sadece vapurlarda kalır, yol dostluklarıdır. ve öyle olması güzeldir de...

    bir memleket gibidir gemi. çoğulcu ve sevinçli bir memleket gibi...
  • (bkz: yandan carkli)
  • az önce yüzlerce kişiyle birlikte beni de kadıköy'e kusan vapurdur. pazar günleri nuhun gemisine döner sabah ve akşam vapurları.

    (bkz: ben böyle şey görmedim)
  • kalabalık olma yarışında yine de açık ara farkla metrobüse yenilen araçtır.
  • cenk erdem beyler'in tanımına göre dört bir tarafı denizlerle çevrili olan vapura denir.
  • yaklaşık bi 9 sene önce çıkmış olmasına karşın hala daha beni benden alabilen ayna şarkısı. ilk zamanlar pek sevmezdim bu şarkıyı geceler falan dinlerdim o kasetten ama son 1 ayda aşka mı geldim ne oldu bilmem hergün en az 10 kere dinliyorum.
  • şehirhatları vapurunun yoğun olduğu zamanlarda özellikle haftasonları ido' nun direkt seferleri tercih edilmelidir. milyonlarca çocuğun bağırışları, küçük çocukların kusmukları, arap turistlerin, kara çarşaflı teyzelerimizin yer kapma kavgaları içinde ve leş gibi bir kokuyla seyahat ederken eğlenebilen birileri varsa yine de şehirhatlarını tercih edebilir.
  • istanbul'da hafta sonu adalara gitmek gibi bir hata yaparsanız oturacak yer dahi bulamayacağınız dev taşıttır.
hesabın var mı? giriş yap