• gençliğinde kocasından allah'ın her günü dayak yemiş, hakarete uğramış, evden dışarı adım attırılmamış bir kadın anneannem.
    daha evlendiği günün sabahı, ilk dayağını yumurta tavasıyla yemiş bir kadın o. yumurtaların sarıları neden karıştırılmamışmış... elli yıl sürecek bir çilenin merhabası.
    kapının önüne gelen seyyar satıcıdan çorap aldığı için, çocuğu ateşlendiğinde ne yapacağını bilemediğinden, bebeği kapıp komşu kadından yardım istemeye gittiği için, yemek çok sıcak olduğu için, yemek soğuk olduğu için, yemek ılık olduğu için, demlenen çaydan ilk bardağı başkası içtiği için, ev sıcak olduğu için, ev soğuk olduğu için, üç çeşit yemek olmadığı için, dört çeşit yemek olduğu için, bebek ağladığı için, soba tüttüğü için, güldüğü için, ağladığı için, konuştuğu için... her sebepten dayak yemiş bir kadın.
    yumruğun hangi an, nereden geleceğini bilmemenin korkusu içinde, biri felçli iki yaşlı insana ve beş tane çocuğa bakarken, evi çekip çevirmeye çalışan bir kadın.
    maşayı kafasına yediğinde başından kan sızarken, dere kenarına gidip uzun uzun kendini sulara bırakmayı düşünmüş, evlatlarına üzüldüğünden, ayakları geri gide gide evine dönmüş bir kadın.

    anneannemin annesi, rahmetlik çok güzelmiş gençliğinde. dillere destan bu güzelliği, henüz on üçündeyken evlendirmişler ağanın oğluyla. lakin ağanın oğlu az deliymiş. sürekli içer, sürekli bir bela açarmış başlarına. en son oturdukları evi yakınca, ipler kopmuş. anneannemin annesi, ta onların zamanında köyde kocasını boşayan ilk kadın olmuş. maharetliymiş. terzilik yaparmış geçinmek için. anneannem çocuk o zamanlar. kendisinden küçük üç can daha var evde. çocuk bakmış garibim çocuk yaşta. okula gidecek zamanı hiç olmamış. yemek yap, ev temizle, çocuk eğle, dikiş dik, tarlaya git...

    evlenmeyi hiç istemezmiş anneannem. babasından mı kaynaklanır bilinmez, sevememiş erkekleri. kin duyarmış hatta. gel zaman git zaman, on sekizine gelmiş. köy yeri... herkes on beş, on altı dedi mi evleniyor. bizimki geç bile kalınca, köyde almış yürümüş bir dedikodu. neden her görücüyü geri gönderiyormuş? niye evlenmiyormuş? yoksa bir şeylerin açığa çıkmasından mı korkuyormuş? o ''şey'' bekaret tabii... anneannem bu dedikodulara çok üzülmüş. gurur yapmış. ilk isteyenle evleneceğini söylemiş. ilk isteyen de dedem olmuş şansına...

    birkaç yıl önce, anneannem yetmişinde... her şeyin üzerine aldatıldığını, arazilerin kadınlarla yenildiğini öğrenince son nokta oldu.
    mahalledeki kadınlarla, her hafta farklı birinin evinde toplanıp kuran okurlardı. eh, her yerde de bulunur bir şeyleri langadanak söyleyiveren bir kadın. herkesin içinde gelip demesin mi ''abla senin beyi bilmem kim kadınla görmüşler'' diye... ağırına gitmiş buncağızımın. ertesi gün birkaç parça giysisini kaptığı gibi gitti rahmetli annesinin köydeki evine. haftasına da açtı boşanma davasını.

    aslında bir günde alınmış bir karar değil onunki. yıllardır yapıyordu hazırlığını. gizli saklı kenara attığı paralara, annemler de destek çıkınca ev aldı ilk önce kendi üzerine. aşırma paralar değil bunlar. hepsi alın teri. zorla aldırdığı portakal bahçesinin kenarındaki seralarda gece gündüz köpek gibi çalışarak biriktirdikleri. yazın kırk beş derece sıcağın altmış derece hissedildiği serada, kışın gece yarıları don olur, mahsul yanar korkusuyla seralarda soba yakarak... dedem anneannemin eline ömrü hayatında beş kuruş para mı vermiş?
    sonra kursa gitti kavga dövüş. okuma yazma öğrendi o yaşta. arkadaşlar edindi. onlarla görüşmeye başladı. dışarıya çıkmaya başladı. dünyayı altmışından sonra tanıdı yani. banka nerede, fatura nasıl ödenir, hastaneye nerden gidilir...

    şimdi köyde, kiradaki evinden gelen kiraya ek olarak, dedemin emekli maaşından kendisine bağlattığı bir miktarla yaşıyor. çok mutlu. cıvıl cıvıl çıkıyor sesi. o başı önünde, hastalıklı gibi duran kadın gitti, yerine ''yavrum sanki yeniden doğdum ben'' diyen, gözlerinin içi gülen biri geldi. boşanmak için güç toplaması elli yılını aldı ama sonunda başardı. anneannem yetmiş yaşında yeniden doğan bir bebek artık. çocuk heyecanıyla yaşıyor geri kalan yıllarını. geç de olsa, güç de olsa pes etmediği için başardığından mıdır bilmem, anneannemin hayatı masal gibi gelir bana. emekçi bir kadının, sonu mutlu biten güzel masalı.

    bir yerlerde, herhangi bir zorluk çeken, kendisini çıkmazda hisseden başka kadınların mutlu sonla bitecek masallarına öncü olması dileğiyle...
  • tam manasıyla bu dünyanın kenarından geçti. müthiş bir irade ve azim göstererek, kelime anlamı "aşağılık" olan bu dünyaya bulaşmadan geldi ve geçti.

    ağa kızı, annesi kızıl bir kısraktan başkasına binmeyen ağa hanımı. 14 yaşında komşu köyün, yine babadan zengin ama öksüz, yakışıklı ama biraz hovarda oğluna gelin gitmiş. o günden sonra hayatı hep çileli. varlıklı olmak derde engel değil. (o yıllarda varlıklı olmak zaten hesapsız kitapsız mal mülk değil, varlık: fazladan yumurta, tel dolapta gece yatıya kalan ormancılar için saklanan, evin çocuklarına yasak 2 paket makarna, sadece evin beyinin içtiği kahve, sırayla kullanılan cam bardaklar.)

    sonra şehir, sonra tek göz oda, sonra çocuklar, sonra gelinler torunlar, sonra daha geniş evler... hayatı değişti ama kendisi hiç değişmedi. çarşı pazar bilmezdi, ihtiyaç hissetmezdi. dedikodu bilmezdi, yanında yapılmasına da izin vermezdi. televizyon seyretmezdi, müzik sevmezdi. gezmeye gitmezdi, varsa yoksa bahçesi, çiçekleri...

    dünyaya dair hiçbir zevk ve eğlenceyi tatmadığı için, gönlünce güldüğünü görmediğim, kahkahasını duymadığım için zannederdim ki anneannem bedbaht, donuk, katı. bir kendini bıraksa derdim, bir salsa. tamam, dünyaya karışacak değil ama bir etrafına dönüp baksa...

    10 sene önceydi, nasıl olduysa annemlerle güne gitmiş. ben de iş çıkışı uğradım. aldım gün tabağımı dizime, çayım zigonda, kadınları izliyorum. ucu bucağı bulunmayan, gevşek kadın muhabbetinin ortasında, anneannem dayanamadı, kadınların uğultusunu kesip sazı eline aldı, lafı ferhat ile şirin'e getirdi. ferhat'ın aşk uğruna dağları deldiğinden ferhatmış gibi, şirin'in ferhat'a kavuşmak için günler süren kavurucu bekleyişini şirinmiş gibi anlattı. ben ferhat ve şirin'in kavuşmasından baş çevirip aşk'a dair yazılmış bu en güzel hikayeyi aşk ile bir daha anlatan bu kadınla sanki yeniden tanıştım.

    dünyaya dönüp bakmaması tenezzül etmemesindenmiş meğer. zevke, eğlenceye ihtiyacı yokmuş. lafa söze, televizyona, kuru gürültü ve kuru kalabalığa karnı tokmuş. aşkı hiç tatmadan aşkı bilmiş, aşkı bulmuş, aşk olmuş.

    taatını, itikatını, ibadetini, zikrini geçiyorum. yazanlar yazdılar. sadece şu kadarını söyleyeyim; kuş gibi can verdi. sekeratını tamamlamak için seher vaktini bekledi, ezanın başında aldığı nefesi ezan bitiminde teslim etti. uçtu gitti.

    ölümden sonraya imanımız tamdır, hamdolsun. kandil gecesinde kandil olduğuna da... rüyada görmüşler, 35 yaşındaymış, bahçeler içindeymiş. annemden mezarına çiğdem çiçeği ekmesini istemiş. çiğdem. iddiasız, gösterişsiz...

    çiğdem der ki ben elayım, benden âla çiçek var mı? bence yok.
  • çocukluğumun masalcısı.*

    az önce valiz hazırlarken ihtiyacım olabilecek her şeyi tek tek düşünürken iğne iplik geldi aklıma.
    dikiş kutusunu açtım. beyaz ipler hep büyük bobinlerle. küçüğü yok.
    ben de büyüklerden birini çözmeye ve bir elimde küçük bir yumak yapmaya çalıştım ki gittiğimde o yumaktan kullanırım.

    tam sayılmaz ama bu iş bir çeşit eğirme işidir.

    anneannemin ben çok küçükken anlattığı ve benim hayal meyal hatırladığım bir masalı gözlerim dolu dolu kendime anlattım ipi eğirirken.

    bu alice benzeri bir masaldı ve küçük bir kız tesadüfen yaşlı bir kadının çukur mu çukur küçük mü küçük evine rastlar, kadını ip eğirirken bulur sonra başına türlü işler gelirdi.
    geldiği yere, evine dönmeye çalışır ama kadın binbir bahane ile kızın gitmesine bir türlü izin vermezdi.

    hem istanbul'da anneannemin dizinin dibindeyim ve pencereden dışarı baksam boğaz görünecek diye mutlu ve kıpır kıpır olurdum hem de masalın talihsiz kızı için çok üzülür mahzunlaşırdım.

    kendimi uyutur ve her şeyi unuturdum sonra.

    şimdi gidiyorum.
    anneannemin hasta zamanlarını bizimle geçirdiği, bir yere gidecek olsam “bu ev onsuz olmuyor” diye hüzünlendiği, onu son kez gördüğüm bu evden çıkıyorum.
    belki yıllarca dönmeyeceğim, ne istanbul'a onun evine, ne bursa'ya kendi evime, ne bodrum'a ikinci evime.
    ne türkiye'ye.

    bir daha uyumadan önce her şeyi unutabilmek için kimden masal duyabileceğimi, özlemimi nasıl dindireceğimi, hiçbir şeyi bilmiyorum.

    anneannemi kaybedeli haftaya tam iki ay olacak ve onu bir küçük beyaz yumakla yanımda götürüyorum şimdi.

    onu, onun bütün zaman ve mekanlardan münezzeh hatırasını.

    debe editi: havalimanında oturmuş ağlayarak kapıların açılmasını bekleyen sharpest, sözlüğü açar ve debe'de kendisini görüp yeni bir duygu dalgasına kapılır.

    bu entry, benim canım anneannemin anısına ve bu duygulu yolculuğa bir şerh olmuş oldu, teşekkür ederim.

    çocukluk, buluşması en güzel ortak payda ve memleket ve acılarımız ve bizi yakalayan ve yaralayan o hisler yumağı.

    şimdi ben gidiyorum ama bu memleketin ahvaline dair kaygılarım da benimle geliyor, burada doğup büyüyen, anneannesinden anadolu masalları dinleyen, burada yaşayan, burada ardımda bıraktığım her çocuk benimle geliyor.

    güç diliyorum, kendime, size, kaybı olan kaybedenlere.
  • "bir teyze var, anneannemin arkadaşıymış. son bir aydır iki üç günde bir arardı. adını da söylerdi ya, hiçbir zaman ezberleyemedim.

    ***

    "yavrum çok üzülüyoruz. inşallah bir an önce sağlığına kavuşsun da gelsin yanımıza."
    "çok sağolun. biz de bekliyoruz işte n'apalım!"

    ***

    anneannemi görenler inanamazlar 82 yaşında olduğuna. ya da en azından o böyle anlatmayı çok sever. gerçi başından geçirdiği onca hastalığa(göğüs kanseri, böbrek taşı, ...) bakınca, dimdik ayakta olması şaşılacak şey.

    bir gün doktora gitmiş de, doktor form uzatmış doldursun diye. "geçirdiğiniz hastalıklar" kısmına gelince biri dışında hepsini doldurmak zorunda kalmış. o biri de prostat. "onu da allah vermemiş" deyip kahkahayı basar.

    ***

    "bir haber var mı yavrum? hepimiz çok özledik bak. çok çok geçmiş olsun."
    "iyiye gidiyor diyorlar. yakında çıkacak herhalde."

    ***

    "böbreğim ağrıyor" diye gitti hastaneye. baktılar, kist varmış. onu alırken, nasıl olmuş bilmem, iltihap karışmış kanına. ateşi 35.5'lara düşmüş. başlarda lambayla ısıtmaya çalışmışlar ama çok işe yaramamış. şimdi lambaya gerek olmadan yükseliyor ateşi. "iyiye gidiyor" diyorlar.

    ***

    "nasılsın yavrum? bir arayayım dedim. hep aklımızda anneannen."
    "sağolun. bizim de öyle. annemlerin de selamı var."

    ***

    bir şey bitiyor, başka bir şey başlıyor. tam ateşi normale çıktı, bilinci açıldı derken bu sefer de nefes almakta zorlanıyormuş. ateşle mücadele ederken akciğeri su toplamış. yaşlılık işte, bir yerden sonra dayanamıyor ki vücut. belki küçük bir operasyon yapmaları gerekecekmiş daha rahat nefes alsın diye.

    insan bir garip oluyor o hem neşeli hem de mızmız; bir yandan gülüp oynayan, bir yandan da oflayıp puflayan hayat dolu insanın; çaresiz, nefes almaya çabalayarak yattığını hayal etmeye çalıştıkça. hani "gençler, yaşlıların da bir zamanlar genç olduğunu tabii ki biliyorlar ama hayal etmekte zorlanıyorlar" derler ya, bu da öyle bir şey. hastanede yüzlercesini gördüğümüz ama bize hiçbir şey ifade etmediği için gözardı ettiğimiz hastaların da aslında neşe dolu insanlar olabileceğini idrak edemiyoruz çoğu zaman. şimdi gitsem yanına; keyifle, erzincan'da yaptığı tatlıları yemek için bütün mahallenin nasıl sıraya girdiğini anlatacak, sonra birden suratı asılacak, "hala açılmadı şu telefonun hattı, faturalar mı hatalı ki?" diye soracakmış gibi geliyor.

    bir de hikayesi var: bir gün, daha anneannem küçükken, eve misafirler gelecekmiş. anneannemin ablası da muhallebi yapmış ikram etmek için. anneannemi de iyice tembihlemiş birine bile sakın dokunmasın diye. benim akıllım ne yapmış peki? gitmiş belli olmasın diye hepsinden birer kaşık alıvermiş. e haliyle bütün muhallebiler bozulmuş. ablası da bunu evden kovmuş da üç gün teyzesiyle yaşamak zorunda kalmış. pek komik anlatır bunu.

    kimbilir daha yakası açılmadık ne hikayeleri vardır. şu nefesi bir düzene girse de çıksa artık hastaneden.

    ***

    dün son kez o tezye aradı...

    başsağlığı dilemek için.."

    21/06/2004'te gözlerini yuman anneannemin anısına...
  • bu yazıyı okuyanların büyük çoğunluğunun aklında bizim izmir çeşme deyince onlarca beach club, sarhoş kafayla gece yarısı kalabalık kızlı erkekli grupla kumru yemek, alaçatı' nın olağanüstülüğü falan gibi şeyler belirir. doğrudur da, böyle bi yere dönüştü çeşme çünkü.

    fakat benim aklımda beliren bir haftalık zaman dilimi var. yaşım çok küçük, bundan sanırım 23 veya 22 yıl öncesinden bir hafta. annem ve babam beni yaz tatilinde çeşme' de yaşayan anneannem ve dedemin yanına bırakıp izmir' e dönüyor, ben o haftayı onlarla geçiriyorum.

    anneannem ve rahmetli dedem çeşme' de yaşıyorlardı, türkiye' ye göçtükten sonra oraya yerleşmişler. dedem kireç satardı, anneannem de kapari toplardı o zamanlar hatırlıyorum. o yıllarda çeşme çok tenha, dalyanköy' de dalyan plajında ramazan abinin çardağı vardı sadece plajda. sahilin hemen iki metre dibinde, koca bi tencerede patates kızartır eski dolaptan da tombul şişe efes verirdi ama buz gibi. taşakları donar adamın. az insan, çok az ev, dalyanköy limanı o zamanlar bataklık.

    işte o bataklık/ deniz karışımı sahile giderdik anneannemle. yanında neden bilmiyorum hep çiğ bakla olurdu, bana yerden taş toplayıp verirdi ben de atabildiğim kadar uzağa atmaya çalışırdım taşı. her atışımdan sonra bütün arnavutluğu, bütün yeşil gözlülüğü, bütün o dünyalara değişmeyeceğim bakışıyla tarifsiz bi şefkatle bana bakar "oo mori be evlat nereye gitti tiii uzağa gitti o taş, al hüsoş bakla ye kuvvetlen" deyip çiğ bakla taneleriyle beslerdi beni. . "ayyane bakya yemicem doydum :( " diyorum kıyamıyor gidip oradan nerden buluyorsa bi yerden tarla domatı, fırından sıcak ekmek, peynir falan bulup ekmek arası bi şeyler hazırlıyor bana. zaten kuş kadarım ne kadarını yersem işte. bütün gün saatlerce böyle deniz kıyısında ben uzaklara taş atardım, o da beni beslerdi. başka hiçbir şey yapmazdık. oğlum ben anneannemi çok seviyorum ya.

    bi gün eve döndük, o kadar istiyorum ki ben de anneannemi ve dedemi besleyeyim fakat neyle besleyebilirim? ben o iki gram aklımla onları taş mutfakta karşıma çektim "ayyane, dede ben şimdi sise tayhana pişircem :)) " dedim. tarhana çorbası, ben, pişirmek?

    bir tencereye tarhana döküyorum, üzerine soğuk su ve bunu biraz karıştırıyorum. tarhana rengini salıp suyu turuncuya boyayınca tamam oluyor. hazır. bana bakıp bakıp gülüyorlar, niye gülüyorlar tabii anlamıyorum ama ben de onlara gülüyorum.

    size yemin ederim, anneannem bir iki kaşık gönlüm olsun diye içti o suyu kaşıkla fakat rahmetli dedem kıyamadı gönlüm kırılır diye bütün bir tabak turuncu suyu hüpür hüpür içti. sarıldılar öptüler beni, güldüler. anneannem bi güzel yıkadı beni, büyük divanlar vardı evin üst katında ve nasıl oluyorsa o divanlar hep soğuk olur. yazın en sıcak gününde bile serindir o divanlar. beni o divana yatırıp göbeğimi öpe öpe uyuttular, dedem hep yüzüme bakıp bakıp gülüyor bi yandan da "edayet (anneannemin adı hidayet) bi böyle çorba pişirmedin bana yaramaz karı" diyor anneanneme.

    herkesin anneannesi için vardır tanımı, tarifi, anısı, hikayesi. benim de bu. çok uzağa giden taşlar demek, bir tabak turuncu su demek anneanne benim için.

    ömrümden ömür verirdim yine o sahilde bi taşın üstüne oturup uzaklara taş atmak için, bakla yemek için, onlara yine dandik çorbamdan pişirmek için.

    ...

    bugün kaybettik anneannemi.bir daha o kıyıda buluşana kadar hoşçakal yeşil gözlüm, güzelim.
  • komik insan.

    rahmetli 20-25 sene önce bir gün otobüsle (bkz: 124) bostancı'dan levent'e bize geliyor. tesadüfen yanında oturan teyzeyle sohbet ediyor; otobüsten levent'te inmeyip, o teyzeyle beraber kadının oğluna kız istemeye gidiyor. anağne manyak mısın ya? özledim vallahi..
  • (bkz: #24532690)

    demek ki o seneymiş.

    dede babayı evden atar, yaşı 13.
    eroinman bir kamyoncunun yanına sığınır baba. elinden kurtulması 5 yıl alır, bu yüzden liseye 18 yaşında başlar.
    21'de liseyi bitirir.
    sonraki sene anne babaya kaçar, yaşı 17. baba anneyi kaçırır, yaşı 22.
    10 ay sonra anne hamile iken evde kalan tek yiyecek olan yeşil mercimeği ateşte ezer, üzerine su koyar çorba niyetine içirir anneye.

    4 ay sonra ben olurum. 8 ay sonra baba askere gider, 20 ay! annenin yaşadıkları hiç unutulamaz, günde 2 lustral, zor günlerde xanax.
    döner, ben varım, iş yoktur. yazın inşaatlardadır, kış gelir o da biter. ev sahibi ık mık eder, evi terkeder, babamın babasının yanına gideriz. dedelerin yaşadığı yere varırız sabaha karşı 4'te. 7-8 gibi kahvaltı yapılır.

    "baba" der babam babasına "muhtacım.iş yok para yok, yanına sığınayım"

    cevabı ben duymadım ama, öğlen tekrar otobüsteydik demek ki sığınamadık.

    nereye dönersin? yer yok. iş yok. para yok. bir kaç gün salak amcamdayız bir kaç gün bir kaç tanımadığım insanın yanında, tanımadığım acayip illerde.

    sonra yine otobüsteyiz. ben annemin kucağında, babam ise az beslenmeden, soğukta olmayacak beden işleri yapmaktan, moral bozukluğundan olacak hasta düşmüş, otobüste yerde yatıyor. üzerine bir battaniye örtmüşler, titriyor. otobüs duruyor, işte bildiğim şehir. buralıyım sanırım ben. ama buradaki evimiz yoktu artık, ne yapacağız?

    eski bir eve geliyoruz, taş bir merdivenden çıkıyoruz, karşımda bir delikanlı, bir de yaşlıca kadın. kadın esmer mi esmer, annannen öp elini dediler. allah allah, annem sarışın, ben sarışın bu kadın neden esmer?

    otobüste babamın üzerine örttükleri battaniyeyi, acımış almamışlar, sobanın olduğu odada yattı kaldı bir köşeye, babasından kovulmuş, kardeşinden kovulmuş, sığına sığına kızını kaçırdığı yıllardır görüşmediği aileye sığınmış, oğlunun karnını o güne kadar hep aç bırakmış olmanın ağırlığı ile birlikte üstünde aynı battaniye.

    sabah sabah annannemin yaptığı tarhana çorbasını ilk kez içtim. sıcacıktı. bu götünden geldiğim hep götün götün gittiğim (ve gitmeye devam ettiğim) ve hep benden alınan, hep bana sille tokat girişen dünyada birisi bana bir şeyler veriyordu, almadan veriyordu ve ufak nazlarımın bile çekileceği bazı güzel ve kısa günler geliyordu.

    çorbamı içerken dedem eve geldi. annemle bağrıştıklarını duydum. "şimdi mi geliyorsunuz, şunca senedir neredeydiniz, ben sana demedim mi dışarlıklıylan evlenilmez" diyerek. hızla odaya girdi. göz göze geldik. kendisine bu kadar benzeyen torununu görünce mi yumuşadı, gözleri kanlı hasta yorgun babamı mı bilinmez, bir şey demeden çıktı gitti. 2-3 gün biz evdeyken eve gelmedi.

    annannem kırıp döküp bize aynı sokaktan bir ev tuttu. ev 100 yıllık filandı. tek bir oda, odada bir çeşme bir de gider var, odanın o kısmına beton dökmüşler, beni orada yıkıyorlar. yerde koca bir döşek 3 kişi orada yatıyoruz. annannem eve her gün erzak ve odun taşıyor. aç değilsek açıkta değilsek bu okuma yazma bilmeyen, annesi babası olmayan, sırf ben bile dedemden yediği 10 dayağı hatırladığım esmer kıvırcık saçlı kısa ince kadıncağızın gönlünün genişliğindendi.

    buncağızın kimseciği yok diye bilirdik hepimiz, bir gün zil çaldı, kapıda kara kuru ufacık çirkin bir adam gördüm. "gülseren yok mu" dedi. gülseren kim acaba diye düşündüm, tanımıyordum öyle birini. "ananeee, kapıda bi adam var gülseren yok mu diyo" diye eteğine yapıştım. bu kadının, adı anane, anne, hatun, şşt, lan olan kadının bir adının olduğunu hatırlayan birileri varmış demek ki, kapıya gitti, gider gitmez ağlamaya başladı, adama sarıldı. annesizliği, babasızlığı, çirkinliği, kara kuruluğu, kimsesizliği paylaştığı adamdı o kapıdaki: ikiz kardeşi.

    onun da adı yok, dayı oldu o anda. dedem, önüne geçilmez öfkesiyle kestirip attı: "ben seni çekirdeksiz üzüm, kimsesiz bir kadınsın diye aldım. kardeş mardeş dinlemem evime de sokmam" diye. merhameti de kıttı rahmetlinin, rahmeti bol olan ona acısın.

    bizde kaldı dayı. tek odayı genişlettik bir şekilde. soba kalkmıştı, yerine geldi belki de. 4-5 gün kaldı gitti. 20 yıldır görmemişti kardeşini.

    annannemin öldüğü haberini aldıktan 1-2 saat sonra çıktı geldi yine yıllar, yıllar sonra. köyde içine sıkıntı girmiş. tutturmuş kardeşimi görmem lazım diye. 40 yılda sadece bir kere 3-4 günlüğüne gördüğü kardeşini göresi gelmiş. yola düşmüş garip, ancak ulaşmış. şaşırdık. mâlum olmuş demek ki ikizinin öleceği dedik. babam al dayını traş olsun berberde dedi, gittik. sırasını alıyorlar ses etmiyor. bir olur iki olur, ben dayanamadım kızdım. oturdu berber koltuğuna, tek orada ağladı. garibanlığına,ikizine sahip çıkamamasına, koca dünyada bu sefer gerçekten tek kalmasına.

    2-3 ay sonra o da öldü. esmer, çirkin, gariban ama geniş yürekli iki çocuk gönderdi allah dünyaya, baktı ki zulüm görüyorlar, erkenden geri aldı.

    bu amına kodumun dünyası da üstünde tepişelim diye bize kaldı.
  • şu dünyada ondan tatlısı yok... su dünyada onun evi gibisi yok...
    gidersiniz uzanırsınız sıcacık bir divana o örter üstünüzü
    yemek getirir,neleri sevdiğinizi çok iyi bilir
    sorar günün nasıldı kızım
    melektir melek..
    allah herkese onun gibi bir anneanne versin
  • sarı renktir.
    cocuklugumun plastik cay fincanlı evcilik oyunlarıdır. tek basamaklı yaşlarımın ''siz simdi çayı koyun, ben yemegimin altını kısıp gelicem size zeynep hanım'' temalı masalımın baş kahramanıdır. kanepenin kenarına tak tak yapıp müsait misiniz diyen dünyanın en yumuşak sesidir. ve sonra o küçücük fincanımsılardaki olmayan çayı höpürdeterek içendir.
    sarı renktir.
    minik çiçeklerle bezeli basma bi pazendir. döpiyes giymeden sokaga cıkmayan, ben binemiyorum otobuse, mınıbuse ama koluna gırersem yuruyebılırız diyen bi istanbul hanımefendisidir. ''annaane bunlar benim olsun muu?'' diye sırnaştıgım bir çift şifon eldivendir. ve sonra ne ufakmış ellerin diye hayrete düştüğümdür.
    sarı renktir.
    her daim sol yakaya takılan bir kelebek broşudur. kırmızı ciltli çalıkuşu romanıdır. mavili-yeşilli kap kagıtlarıyla döşemiş eski bir sandıktır.
    sarı renktir.
    okulda bi çocuk var, sarışın, çok tatlı, ama ilgilenmiyo benle, sanırım farkımda bile diil diye dert yandıgımda, e tanışsana, arkadaş olsana aynı okulda diilmisiniz siz diye yüreklendirendir. ve sonra istemedi ki beni, neyimi begenmedi diye agladıgımda ''boşversene, kendi kaybetmiş, gel senle bi sütlü kahve içelim'' diyen günışıgıdır. yavrusu her daim güzel olan kuzgundur.
    sarı renktir.
    sol tarafta ne zaman baslıgı görsem, gözlerimin karıncalanmasına engel olamadıgımdır. sol tarafta ne zaman baslıgı gorsem, dugunumde yapılacak tangonun, mucizevi şekilde bakılacak altızlarımın ve tutulmaya fırsat bırakılmamış bi dolu sözün bogazıma dizildigi, yutkunamadıgım, haykıramadıgım bi çıglıktır.
    sarı renktir.
    transparan bi kagıda yazıp, toprağına iliştirmem gereken ve ancak bu sayede kendimi affedeceğime inandıgım bi mektuptur. bi türlü dogru kelimeleri secemedigimdir.
    sarı renktir.
    gidişi, çocuklugumun yarısını beraberinde götürmüş, geride öfkeli, huzursuz bi çocuk-kadın bırakmış olandır. barışamadıgımdır.

    illa ki sarı renktir.....
  • bildiğim en güzel aşk hikayesinin kahramanı. lse'de okurken aşık olmuş, okulu bitirince ailesini, ülkesini bırakıp türkiye'ye yerleşmiş, hayatını hava durumu, kediler, trt-3 radyosu, bbc prime, kitaplar, kitaplar, kitaplar ve aşk üzerine kurmuş "yüreğinin götürdüğü yere git" ve "çocuk da yaparım, kariyer de" kişisi.

    doğduğum gece beni uyutmaya çalışmasıyla başladı ilişkimiz. o, ince sesiyle söylediği şarkılar, ingilizce okuduğu için pek de anlam veremediğim masallar, noel yemekleri demekti benim için.

    sonra annemle gelip o sarı eve yerleştik biz de. o gece biraz hüzünlüydüm. anneannem, yatağımın üstüne bıraktığı pembe saçlı bez bebeğin verdiği mutluluk oldu.

    sarı evdeki piyanonun başına oturduğum gün canla başla sevdiğim şarkıları çalma azmimi fark eden ve müzikle ilgilenmemi sağlayan, sonra hiç bir konserimde beni yalnız bırakmayan, her konser salonuna bir iki damla gözyaşı bırakan da o oldu.

    sıcacık bir kucak verdi bana. o sakinleştirici sesiyle avuttu beni kimbilir kaç defa. çay ve kurabiyeler eşliğinde sohbet ettiğimiz her gün, ne kadar kültürlü bir kadın olduğunu bir kez daha fark edip hayranlık duymama sebep oldu.

    bir gün, kalbi eskisi kadar düzenli atamamaya başladı. apar topar kalp pili takıldı, iyileşti, ardından beyin kanaması geçirdi, (bkz: #9002380)
    felç olan sol yanını düzeltmek için insanüstü çaba gösterdi ve bunu da başardı, sonra kalça protezi yüzünden 5 defa ameliyat geçirdi ve yine iyileşti... her seferinde yaşama azmine ve gücüne bir kez daha hayran bıraktı bizleri. 2 gün önce ise pankreas kanseri olduğunu öğrendim. artık o kadar zayıf ki bünyesi, ameliyat veya kemoterapi ancak ömrünü kısaltırmış... onun bunu bilmesini de kimse istemiyor, doktorlar bile. aynı evin içinde, delicesine bir çabayla gülüp eğleniyoruz, eskisi gibi... o da manikürlü elleri, fönlü saçlarıya mutlu mutlu gittiği doktordan "safra kesenizde taş var sadece" cevabını almış olmanın verdiği huzurla uyuyor.

    o sıcak kucak, o pembe saçlı bez bebeğin verdiği mutluluk, noel yemekleri, çay, kurabiye, apple pie, trt-3, kitaplar, aşk, kediler, hava durumu, anneannem... hayatta oynadığım en acı oyunun kahramanı artık.

    edit:
    oyun bitti.
    (bkz: #9841056)
hesabın var mı? giriş yap