• tanım: dünyanın en güzel güldüren adamı, onun gibi güldüren yoktur bence.

    tanım bitti.

    sevgili atilla atalay'a çok saçma ve çok uzun bir aşk mektubu.
    gönderen: goe

    şu hayatta en çok kiminle rakı içmek isterdin diye sorsalar elbette önce atatürk derdim. kimsenin gücüne gitmesin.

    annem derdim. rahmetli güzel içerdi. dünyanın en hoş sohbetli insanıydı. hep sevgiyle anıyorum.

    3 oldu, hile yaptım, görmezden gelelim.

    3. de sizsiniz sevgili atilla beyciğim.

    annem çok okuyan, gerçekten çok okuyan bir kadındı. ben de bu yüzden sürekli yeni kitap kaynağı olan, bolca kitap okuyarak büyüyen bir çocuk oldum.

    okuma yazmayı söktükten sonra hemen gidip de agatha christie kitapları da okumazsın be goe. hercule başgan selamlar.

    neyse, ama annem hiç bir kitap için “okuyamazsın!” demedi hiç bir zaman. kütüphanesinden üzerindeki çizimler dikkatimi çektiği için sizin kitabınızı okuduğumda 8 yaşındaydım.

    sıdıka (öpücük balığı/fabrıga)

    sonra işte ben sizin yazdığınız bütün kitaplarınızı sevgiyle okudum. usulcacık, ebekulak, civciv kutusu, uyuyamadığım / düş kovalayan, menekşe istasyonu, yalnızlık aletleri, dupdup çedene, eray, hayaller kahyası.

    hayaller kahyasının çıktığı yıl anneyi kaybettik, 2001. sizlere ömür. taziyeye gelenlerdi, hatıra kisvesi altında asla okumayacağı 5-10 kitabı alıp gidenlerdi, banka eve icraya geldiydi taşınırken bütün kitaplar eski evde kaldıydı derken anacığımdan kalan bütün kitapların gitti.

    sonra işte ben sizin hayaller kahyası'ndan sonra çıkardığınız hiç bi kitabı alıp okuyamadım. sorun sizde değil bende atilla beyciğim, cesaret edemedim alıp da okumaya.

    8 yaşında kitaplarınızı okuyan kızcağız oldu 37 yaşında. bi de kızım var, maşallah size zahmet bana eziyet aşırı tatlı birisi. adeta bi safiye saka oldum ben ya, onun gibi yaşlanıyorum.

    “sus kız kaltak.”

    insanlar çocukken gördüğü bir oyuncağa, izlediği bir çizgi film karakterine, okuduğu bir romanın kahramanına bile aşık olabilir. ben de sıdıka'nın yazarına aşık oldum. evet, 8 yaşında. aynı dönem alf'e de büyük bi aşkım vardı ama siz kendinizi asla onla bir tutmayın lütfen çünkü kendisi bi uzaylı. evet uzaylı. siz ise süper bir insansınız.

    dünyanın en güzel gülen insanı sizsiniz bence atilla beyciğim. sizin gibi gülen yoktur bence * hiç görmedim ama öyle olduğuna eminim.

    60 yaşına gelmişsiniz duyduğuma göre? iyi ki doğmuşsunuz atilla beyciğim. güzel yaşlanmışsınızdır eminim.

    belki bi gün aşırı sıkıldığınızda ekşi sözlüğe girer ve arama butonuna işaret parmağınızla klavyeye tek tek basarak “atilla atalay” yazar `goe burada biraz yaşlanmış olabileceğiniz hakkında goygoy yapıyor`ve enter'a basarsanız, “ne şahane bi insanmışım lan ben cık cık” diyerek bütün sayfaları okuyup bi sürü entry arasından bu yazdığıma denk gelip biraz şaşkınlık ve havada kaşlarınız ile “ne diyo bu deli kadın yahu!” diye düşünürken bi noktada sizi gülümsetebilirsem çok bahtiyar olurum. sizin beni güldürmüşlüğünüz çoktur.

    öpücük balığı'nı kime aşık olup yazdınız acaba? öpücük balığı hikayenizi ezbere biliyor olmam da çok saçma. çarpım tablosunu ezberleyememiş insanım ben. upuzun hikayeyi nasıl ezberledin kız kaltak?

    sebebim deeze geldi bak aklıma, yattığın yer incinmesin deezem. seni de sevgiyle andım.

    atilla beyciğim rakı masasında olsaydık eğer bir büyüğün sonuna yaklaşırken anlatmak istediğim (çünkü şurda kendi kendime laf lafı açıyorken neden anlatmayayım?) sizinle ilgili ama sizin dahil olamadığınız aşırı komik bir anım var.

    facebook yeni çıkmış daha işte. yıl bilmemkaç. kaydoldum bir süre kullandım, layklar attım ona buna falan şahane. aa dedim ki neden atilla atalay'a mesaj atmayayım?! arama çubuğuna “atilla atalay” yazdım. hayır tek tek işaret parmağımla değil zira aşırı gençtim. haha. ilk çıkan kişiye mesaj yolladım. çünkü bilmiyorum da tam olarak feysbuk kullanmayı.

    mesaj attığım kişi baterist atilla atalay'mış. “ben kitap yazmıyorum belki ama ben de ünlüyüm güzelim ben cevap yazsam olmaz mı sana?” dedi, gülüştük falan sohbet ettik bir süre. kendisi de iyi biriydi sonradan duydum ölmüş allah rahmet eylesin, bu saçma sapan gülümseten anı ile her zaman bende yaşayacak.

    uzun, sağlıklı, mutlu ömrünüz olsun. sizinle rakı içemem belki ama gene de şerefe.

    “ömrüm laaaaaaaaynnn!”

    bu alıntıyı şuan sadece atilla atalay'ın sebebim hikayesini okuyanlar anlayıp hafifçe gülümseyebilir mesela. baya az sayıda olabilir, nadir insanlar topluluğu, adeta vip ama öylesi daha güzel.

    sizi çok seviyorum sevgili atilla bey'ciğim. bi sürü güzellikler kattınız bu dünyaya, bunu bilin istedim.

    bi' de şey işte “diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmiyor.”

    sevgiler,
    aşırı hayranınız goe.

    edit: debeye girmişiz, çok mutlu oldum zaman ayırıp okuduğunuz için, teşekkürler!
  • cânımız atilla atalay'ın, annesi havva öğretmeni anlattığı öykü...

    ayrılamayanlar için
    önce koridorlarda dolaştım uzun uzun. duvarda asılı olan "koşma!" yazısına inat, sessizce koştum. ethem çalışkan'ın çizdiği atatürk portrelerine baktım, sesimiz duvar gazetesinde, "dolmakalemle çizgisiz dosya kağıdına yazılmış" şiirleri okudum. uzaklarda bir yerlerden gelen mandolin sesine kulak kabarttım… ceplerimi karıştırıp, arkasına tükenmez kalem kapağı takılarak boyu uzatılmış, cüce kurşun kalemler aradım, düğme kadar, kararmış silgiler… bir sınıfın kapısı önünden geçerken içerideki öğretmenin "tahtayı dinle!" sesine tutunup kimselere görünmeden, "geç kağıdı getirmeden" sınıfa süzüldüm… panoda asılı zaman şeridine baktım önce. ilkbahar, yaz, sonbahar, kış… aynıydı işte, olduğu yerde akarak durup duruyordu…

    ben, ortalarda bi yerlerde oturuyordum. elimde çizmeli kedi masal kitabı... kedi niçün çizme giyer, olayı bir nedir tam olarak anlamıyordum ama, masal kitabını ezbere biliyordum. kitabı ilk sayfasından açıp sonuna kadar aksaksız okuyomuş gibi yapıyordum. işin gerçeğini bilmeyen sıra arkadaşlarım, benim okula gelmediğim halde hızla okuma yazmayı sökmüş olmamı annemin öğretmen oluşuna bağlıyorlardı… oysa annem beni kendi öğretmenlik yaptığı ilkokula kaydettirirken, her şeyi ancak kendi öğretmenimden öğrenebileceğimi, kendisinin evde ve okulda beni öğrenci olarak asla tanımayacağını söylemişti… ben de kendisine "beni tanımayanı ben hiç tanımam" cinsinden bi laf sarf edip anlaşmamızı kendi dilimde onaylamıştım… tam da o günlerde, ben defterime çeşitli yamuk şekiller çizip yazı alıştırması yaparak ev ödevimi tamamladıktan sonra, niyeyse evin damına çıkmış dolaşırken, bir inşaat kalasının üstündeki paslı çiviye bastım. ama, bastım yani. ööle bööle diil, topuğuma girmiş çividen kurtulmak için epey debelendiğimi anımsıyorum. sonra uzun süre hastane hastane dolaşıp niyeyse o vakitler zor bulunan tetanos aşısından aradık. sonunda, yaşamımdaki tüm yüzleri unutsam onunkini asla unutamayacağım hasta bakıcı, kasap, marangoz karışımı bir adam, göbeğime adı geçen iğneyi zerketmek suretiyle beni günlerce iki büklüm bıraktı… tabii bu süre içerisinde okula gidemedim. sınıf arkadaşlarımdan çok önemli bir bölümü okuma yazmayı çatır çatır sökmüştü… sanki hemen okulu bitirip doktor mühendis olmuşlar gibi bir hisse kapılmıştım. fekat, anlaşmamız gereği anneme bu durumu açamıyor, konuyla ilgili hissiyatımdan habersiz salak bir komşumuzun hasta ziyaretinde bana "okursun" diye armağan ettiği çizmeli kedi'yi evirip çevirip resimlerinden masalı kestirmeye çalışıyordum… sonraları beni ziyarete gelip gidenlere zorla kitabı okutmaya başladım. bu o kadar sık tekrarlandı ki sonunda kitabı harfiyen ezberledim. çivinin izleri ruh ve bedenimden silinip de yeniden okula başladığımda sınıfın en başarılı okur yazarlarının yanına kurulup itinayla yapraklarını açtığım çizmeli kedi'yi bi solukta okuyarak, annemle anlaşmamızdan haberdar olan öğretmenim arife hanım dahil herkesi şaşırtmıştım… öğretmenimin "çizmesiz bir kediyi" bile asla okuyamadığımı anlaması uzun sürmedi tabii. ama kimselere söylemedi. ders çıkışlarında beni gizliden çalıştırıp, sınıfla aynı düzeye getirdi.

    topuğum… yıllar önce çivinin battığı yer acıyor. sınıfın kapısından doğru "tahtayı dinlemekten" vazgeçtim. kulağım yine koridorda, münir ceyhan'ın hışırtılı plaklarından çocuk şarkıları duyuyorum… "orda bir köy var uzakta" bu en bilineni… oysa ben daha bir sürüsünü biliyorum. okulun koridorlarında siyah önlüğümle "atom karınca" gibi koşuşurken hoparlörlerde bu plaklar çalıyordu. yıllar sonra "komiklik olsun için" o plakları annemle okul müdüründen istetip bi kasede kaydetmiştim. dergide dinlerken en çok "sokağa çıktım hapşu " ve "dostum kibrit kutusu" adlı parçalara gülmüştük…

    alt katta, "müsamere salonu"ndayım şimdi… ikinci sınıfta felan, "ront" yapıyoruz… "ben dağları, hem mor bağları aştım da sana geldim…” dördüncü sınıfta, davul zurna, antep'ten "çebikli"yi oynuyoruz. son sınıf. aziz nesin. toros canavarı kitabından sakın alma isimli öykü. iki perde. abiniz başrolde.

    aşı günlerinde ispirtolu pamuk kokusu, kitap kokusu, henüz açılmış kurşun kalem yongasının kokusu, suyu kesik tuvaletlerin musluklarından boruda kalan son suyu emerkenki pas ve kireç kokusu, kantinden yükselen sucuklu tost kokusu. ışıklar sonra… öğleden sonraları, sınıfın camından süzülerek, geç yatmış çocukları kandırıp uykuya çağıran büyülü ışıklar, geç saatlerde dev karpuzlardan koridorlara dolan sarı ampul ışıkları. "alan var, alamayan var" boya kalemleri, türlü çeşitli kalem kutuları, beslenme çantaları, su mataraları…

    geri vitese takmış bir tüp kamyonu, okul duvarından girip, benimki dahil herkesin çocukluğunu ezip geçiyor sandım. kamyonların geri vites melodisi zannettiğim ses, dersin bittiğini belirten "zil"miş. katibim çaldı, böğürdü, birini kestiler, bi şey oldu, münir ceyhan'ı bıçakladılar… üsküdar'a geri viteste gideriken koptu da bir hangırtı… katibiniz, milli eğitime ayrılan bütçeyle alınmış, tuhaf melodili, modern zille, "zaman şeridinde" daldığı yerden, on yaşından, fena halde uyandı.

    her sınıftan, yetmiş seksen tane, bir örnek "atom karınca" fırlayıp koridorlara doluştular… delirmiş binlerce cüce gibi koşuyorlar. annem… otuz yılın sonunda, bugün okuldaki son dersini verdi. sınıfın kapısında, dizini biraz aşan çocukların arasında, sanki yarı beline kadar dalgalı bir denizin ortasındaymış gibi duruyor. o çok sevdiği cücelerle uğraşırken artık sağlığı bozulmaya başladığı için, o'na baskı yapıp zorla emeklilik dilekçesi verdirttik. son dersinin ardından üzülüp morali bozulmasın diye o'nu arabayla okuldan almaya geldim. "hadi" diye birkaç işaret yaptım. sonra birkaç tane daha… ayrılamadılar ama…

    biliyordum, kolay ayrılamazlardı… o sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu… yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri… soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgahı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler… onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. bin türlü hesabın, puşt tezgahlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu…
  • dunyayi opucuk baligini bilenler ve ondan bi bok anlamayanlar olarak ikiye ayirmis yazar. sidika guzeldi ama senelerce sıkılhan'i yarim yarim yarilarak okudum. o bana daha cok benziyo. hayatim boyunca bi gun sıkılhan'in anasina benzeme korkusu ekti icime. ne zaman bir sarhos eyleyemeyecek olsam aklima murtaza gelir, hemen kendimi toplayip sarhosa "haklisin pasam, haklisin kralicem, o kadar haklisin ki dunyada senden haklisi yok" diyip kolunun altina girer tasirim, sonumuz murtaza'ya benzemesin. yine cv'lere sabika kaydi gecmesin motivasyonuyla insanlara dolarin 15'e yurudugu bu donemde satasmayi da biraktirmisligi var. hahaaa biz ne gunler gorduk be, yine bunun gazina gelip, diyemediklerimizi ekmege banip cok sukur doyduk.

    dunya abi... ikiye ayrilir. opucuk baligini bilenler ve ondan bi bok anlamayanlar.
  • hayatımda bir kez görsem de hayat akışımı değiştirmiştir.

    şimdi yaşımız ortaya çıkacak ati bey ancak ben gençken aşıktım size.

    kitaplar elimde, imza gününe geldiğimde o dünya kadar laf yapan çenem kıçıma kaçtıydı hiç unutmam.
    ağzımı açıp bir kelam edemediydim. bir de utanmıştım çok. herkes cillop gibi yepyeni kiyaplar imzalatıyordu. benimkiler ise ezber defteri gibi. bir üflesen lime lime olacak. hoş o zamanlar fakirliğin bu kadar hor görülmediği yıllardı. sen de böyle biri değildin ama nebleyim işte çılgın utanmıştım.

    şimdi en azından bir imza gününe giderken yeni kitap alabilecek durumdayım.
    aşk dediğin de gelip geçiyor malum. evlendim, saçıma aklar düştü.
    lakin gençliğimin içine sıçtın. <3

    sevgilerimle, öperim.
  • sırf ''seslerim'' gibi mükemmel bir yazıyı kaleme aldığı için bile benim kahramanımdır.

    gözlerini gözlerime dikmiş… kaçırıyorum, yine buluyor… “sen, sen bana dokunuyorsun” dedi… “yüreğimde bir yerleri acıtıyorsun, ama anlatılmaz güzellikte bir şey.”
    tanrım, bir şey olsa… aygaz kamyonu filan geçse … aniden ceviz iriliğinde dolu yağmaya başlasa… bu romantik ortamın içine etse… ne oldu bu kıza, neler söylüyor…
    “iyi ki varsın… iyi ki… neye benziyo biliyor musun? eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı.. o boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben… hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki… işte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi.
    ”işi şamataya boğmalıyım, yoksa fena olucak… bu havada hayatta dolu yağmaz… aygaz kamyonu filan geçiceği de yok… kız resmen yerli film replikleri atıyor… hayır, ben ters adamım, inanıveririm, dökülürüm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım yanar…
    yerli film… evet… yerli film… ordan sıçmalı muhabbete…en ayhan ışık sesimi kullanarak, hınzır bir ifadeyle, ona belgin doruk muamelesi çektim… misilleme olarak yeşilçam öykülerinin değişmez repliğini attım…“bırak bu lafları, kaç para istiyosun onu söyle… onbin, yirmibin?..”esprime güldü.. güzel.. ardı arkasına zincirler, konuyu dağıtırım…
    gülmesi bitince, “bu da senin numaran” dedi… “zırhın delinsin istemiyorsun… hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun… aslında, sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki… böyle bir numaraya gerek yok… koyver gitsin kendini.” gözlerime anne anne bakıyor… “güzel olduğunuz kadar küstahsınız da bayan” dedim, ayhan ışık sesimle…
    dedim, ama mümkün değil… saatlerce bana inanılmaz sevgi sözcükleri sıraladı…
    ben ise ona yerli filmlerin değişmez repliklerinden attım durdum… sırasıyla necdet tosun, sami hazinses, cilalı ibo, turist ömer, ediz hun… hatta bir ara ayağa kalkıp “ayy-gaaz” diye bile bağırdım…sözünü ettiği yağlıboyadaki küçük delikten zırhımı açmasına asla izin vermedim… yıkılmadım, yavşamadım, kendimi asla açmadım… erkeklik gururuma değmesindi yağlıboya…
    “korkacak bir şey yok” dedi… “ben sana ne yapabilirim ki?”“çok şey” dedim… “çok şey” derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim. hemen kendimi toparlayıp ediz hun, ayhan ışık, figüran osman, erdal inönü sesleriyle ayrı ayrı üç kez “çok şey” demeye çalıştım… ama üçünde de kendi sesim çıktı…
    sonra… sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu… ben onu hiç aramadım… bir gün aklıma fena düştü, aradım… aslında aramadım… telefon açtım.o, “alo… alo” dedi, ben sustum… aniden, “susarken bile ayhan ışık taklidi yapıyorsun” dedi… anlamıştı… aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı…“ne fena diil mi?” diye sürdürdü… “insan hep çok sevilsin diye uğraşır… sevilince de ödü patlar…” sustum… “belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi… artık arama, olur mu?” dedi. “ve sakın üzülme… o öyle nalet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin.”yine sessizlik… derken, belgin doruk gibi son cümlesini söyledi… “hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun… boşver… ne diyorlardı… gençsin, unutursun.”
    genç miydim, unutur muydum?.. telefonu kapadım… sokağın köşesinden, yırtınarak bir aygaz kamyonu geçip gitti…"
  • benim için atilla atalay zor bir dönemdeki dost demek…

    yıl 1995. ilk işyerimdeyim. gündüz şantiyede 10 kat inip işçileri denetliyor, akşamları da proje yarışmaları için çizim yapıyorum, hatta bazı geceler iş yerinde yatıyoruz. vücut kitle endeksim 17.4 olmuş, kahve ile ayakta durabiliyorum, sosyal hayat sıfır, arkadaşlarım aramamaya başlamış, arasalar da görüşemiyorum. bir gece masamda duran kalemi fırlatıyorum, çok sinirleniyor patron, çok da sevdiği için işime son vermiyor, sürüyorlar beni, kış günü mersinde bir kamp şantiyesine hem de, erdemli’den de uzak… 1 gün kalıp geri döneceksin diyorlar, o an anlamıyorum sürüldüğümü 1 pantolon bir gömlek gidiyorum…
    mersinde yaşayan kuzenlerim var onlarda kalırım diyorum… 3. gün ayılıyorum, geri gelmemem için bahaneler bulunuyor, işçileri organize et, tesisatçı bul vs... şantiye, kış günü için allahın unuttuğu bir yerde, bir tek bekçi ve ben varız. bekçi beni kesse, kimse bulamaz cesedimi. bir oda ayarlıyorum kendime, televizyon var bir de elektrikli ısıtıcı, buna da şükür dediğim anlarda elektrik kesiliyor. işçiler gelmeye başlıyor sonra, ha bire hır gür, “seramiği verev döşe, döşemem” tartışmaları, akan çatıdan sararan tavanlar için malzeme arayışları, tesisatçı bulma çabaları…
    kuzenlerin evinde buluyorum atilla atalay kitaplarını… pozcudan 2 araçla gidiyorum kamp şantiyesine ki 1 saate yakın sürüyor bazı günler, dolmuşlarda okuyorum. dolmuşlarda çevre köylerde oturanlar oluyor genelde, ben gülümsüyorum bazen, şaşkın gözlerle bakıyorlar, fark ediyorum… içimden gülmeye çalışıyorum… en sevdiğim hikayesi öpücük balığı, onda gözlerim doluyor, sıdıkayı okurken gülmemek için dişlerimi sıkıyorum…
    öğlen aralarında kampa yakın balıkçıya gidiyorum yine dolmuşla, her gün balık yemekten sıkılıyorum, balık yerken kitap okuyorum. adamlar bana şaşkın bakıyorlar, ama bir şey sormuyorlar… sadece salata istediğimde para almıyorlar benden… balık, salata ve atilla atalay…
    gidip kendime yeni giysiler alıyorum, 1 hafta aynı giysilerle dolaşmaktan üstümdekiler kokmaya başlamış, tesisatçılarla arkadaş oluyorum… patronlar arıyor “geri dön” diye, anlaşılan yeterince cezalandırdıklarını düşünmüşler… küçük kız yeterinde hırpalandı… “iş bitmeden gelemem” diyorum… iş, balık, atilla atalay, yeni arkadaşlar…
    1997 yılında istifa ederken, “siz beni sürmüştünüz, ben bir şey demedim o zaman, ama farkındaydım” diyorum… "iyi ki yapmışsınız" demiyorum…
  • mizah yazarı, öykü yazarı, öykülerinin başına özdemir asaf'tan alıntılar koymayı çok seven adam...

    küçükken annemin stajyeri vardı halise abla, sıdıka'yı çok sevdiğim için sıdıka isimli kitabını hediye etmişti bana atilla atalay'ın. yaş dokuz, tabii ki sadece "sıdıka" kısımlarını okudum, öpücük balığı ve fabrıga kısımlarını okumadım, zira onlar "komikli" değildi, bana pek bir şey ifade etmemişlerdi.. ama o sıdıka'yı kaç kez baştan sona okudum, sayısını bilmiyorum; hala her öyküsünün adını söyle içeriğini anlatayım sana, o derece!

    yıllar geçti, bilmiyorum tam kaç sene, sanırım 14-15 varımdır, bir gün yine yanımdaydı o kitap, ama bitmişti yine sıdıka kısmı, okuyacak başka bir şeyim de yoktu, açtım, öpücük balığı'nı okudum, sonra fabrıga'yı... gözlerim buğulanarak kitabı kapattığımda, hayatımın öykücüsünü bulmuştum... sonra diğer kitapları geldi, dup dup çedene, civciv kutusu, yalnızlık aletleri, ebekulak ve niceleri...

    atilla atalay'ın sıdıka ile bana öğrettiklerini sevmiştim, siyasetten ekonomiye, sıdıka'nın o alaylarıyla ben neler neler öğrendim "şu alay ettiği neymiş ki, du bakalım..." diyerekten... (fiktif, spekülatif gibi terimleri ilk ondan duymuştum misal); ama diğer hikayeleriyle de ne duygular öğrendim, duygulara dair ne ifadeler, ne dışavurumlar...

    mesela özdemir asaf'ı da ben bu adam sayesinde öğrendim, yaptığı alıntılar hoşuma gidiyordu, ablamın kütüphanesinde "o adamın" kitabı da gözüme çarpmıştı hazır, yuvarlağın köşeleri'ni ben o yaşlarımda yine atilla atalay sayesinde keşfetmişimdir..

    '80-'90'lara dair türk öykücülerinden en beğendiğim isim -9 yaşımdan bu yana nicesini okusam da- hala atilla atalay... hep yazması dileğiyle; çünkü duyguları hiç kimse onun gibi komik ve derin, böylesine tezatla ifade edemedi...
  • dün gece harika bir söyleşi oldu, vedat özdemiroğlu moderatörlüğünde. atilla abiden daha önce okuyup duymadığımız anılarını dinledik.

    paul auster'in cümlesinin kanıtlandığını gördük ayrıca; "hikayeler, ancak onları anlatmasını bilenlerin başına gelir."

    not : vedat özdemiroğlu söyleşi de, bir fransızın lafı galiba diye söyledi.
  • o zamanlar, `türkan şoray'a benzeyen bir platonik aşkım vardı. direkt türkan şoray'a benzemiyordu aslında, daha çok vaktin magazin basınında "pakistan'ın türkan şoray'ı" diye anılan aasma ahmad adlı sinema oyuncusu bir kadına benziyordu. aasma ahmad pakistanlı değil de amerikalı filan olsaydı, uluslararası hiyerarşi gereğince türkan şoray'a "türkiye'nin aasma ahmadı" derlerdi belki, bilmiyoruz. google'a baktım yok şimdi. belki de pakistan'ın diil başka bir yerin türkan şoray'ıydı ya da adı başkaydı.

    vardı fakat... iri siyah gözleri, mavi pırıltılar saçan upuzun saçlarıyla ve insanın beynine tekme atan masum gülüşüyle resmen vardı. herhangi bir yerin türkan şoray'ı olması da mühim diil. o tarihlerde kendisi yalnız benim türkan şorayımdı. her neyse; sizi cep telefonu olmayan bir zamana götürmek istemem... çalar, duyamazsınız. özetle işte, kendi kendime sevdiydim ben onu ve türkan şoray'a benziyordu.

    kar yağıyor. milyon tane rengârenk balık camdan evlerinde salınıyor. floryalar, isketeler, sakalar, muhabbetler, kanaryalar, hint bülbülleri, cennet papağanları yüzlerce kuş var sonra... pit pit bir o tüneğe bir bu tüneğe atlıyorlar. kafasını kanat altına almış uyuklayanlar, kuş aynasında kendi kendine muhabbet edenler "çipet pet pet, tii, şak şak şak, vicyooo" diye makara çeken sakalar, tiz bir sesle sıyrılıp soloya çıkan kanaryalar...

    kadıköy'de, iskelenin birkaç adım ötesindeki hayvan pazarındayım. bir arkadaşla buluşacaktık. bindiğim vapur erken gelmişti. hayvan pazarının oradaki çay bahçesinde vakit geçiriyordum. şimdi düşünüyorum da mekân orası olmasaydı, ne biliim işte, böyle karlar yağarken kuşların balıkların arasında değil de mesela e-81 eminönü gaziosmanpaşa belediye otobüsünde karşılaşsaydık onunla... yine benim aklım firar eder miydi, bütün bunlar olur muydu? hâlâ emin değilim. bana kalırsa hayat bazı durumları için, mekân seçiyor, dekor yapıyor hatta fona müzik döşüyor...

    en son bir dükkânın önünde durmuş, cama düşen kar taneleriyle reaksiyona giren yavru iran kedisini izliyordum... hafiften buğulanmış cam kafesinden doğru, dışarıda süzülen kar taneleriyle oynamaya çalışıyor, patisiyle buğulu camda tuhaf şekilli izler bırakıyordu. dükkândan tepsisi çaylarla dolu bir garson çıktı. aklıma tavşan kanı çaylar, çıtır simitler düştü. çayın buharını izleyip bir kafeye doğru ilerlerken önce arkasından gördüm onu... bereyle atkısının arasından mavi pırıltılar saçan uzun siyah saçları çağıl çağıl omuzuna dökülmüştü... nasıl anlatayım: arkadan türkan şoray işte... kafeye girerken, göz göze bir temas oldu, ben kendisine kapıyı tuttum. birileri beynimi tekmeledi yine, kaç yıl geçtiyse geçti, oracıkta anladım, oydu. o; benim türkan şorayım.

    diyebilsem yıllar önce derdim herhalde. şimdi böyle koskoca herif olmuşken hiç söylenmez. "benim türkan şorayım olur musun?" denmez ki... belki derim ama... façam yerinde sayılır. hem epey bir ak saçım oldu artık, güven verici bir ifadem var yani. "pakistan'ın izzet altınmeşe"sine benzediğim kara kuru yıllar uzakta kaldı.

    "ya çok afedersiniz, basınköy ortaokulu'nda okumuş muydunuz siz?" bu kadar da basit bir cümle... denir yani, nolucak ki? tek kulağında iri halka küpe var. bu durum kendisine türkiye'nin karmeni havası katmış. çota çota kastanyet çalasım, taklalar atarak yanına gidesim var.

    aklımı boğalar kovalıyor. kendi kendime yaptığım boktan espriye gülmüş olmalıyım... gördü herhalde. o da mı gülümsüyor ne? yok lan... ağzıma sıçayım, çocukken de böyleydim işte ben... bozmadım ama kendimi. madem hayat geçmiş klasörleri açtı, tee on altı yaşımdan şık fotoğraflar gösteriyor, ben de bıraktım işte...

    (bkz: şoray kanunları)
  • onur caymaz'ın "gülmekten değil güneşe bakmaktan" başlıklı yazısında pek güzel anlattığı yazardır..

    dur, dur! sağa çek, atilla atalay’ı anlatacağım. herkes yazıyor, herkesin romanı, herkesin öyküsü var. üstelik herkes dille acayip oynuyor, pek bir altını çizdiriyor yazdıklarının, kurgunun hakkını veriyor herkes, herkes mükemmel anlatıcı, herkes her şeyi okumuş, afili, harika entelektüel hep; herkes hikâye sanatının bir tık üstünde anlıyorum, fakat gelin görün ki bir de atilla atalay var işte. bunların her birinin dışında durup önce güldürüyor atalay, düpedüz güldürüyor, öyle gülümsetmek, buruk gülümseme falan değil; sonra an geliyor, güldürdüğü gibi de ağız burun demeden dalıyor adama.

    atalay’ın yazdıklarıyla ilişki kurulacaksa en çok sait faik metinleriyle kurduğum ilişkiye benzer herhalde. sivriada geceleri’nde balıkçılardan birini dürtüklüyordu faik’in kahramanı (belki de kendisi), kalk kalk diyordu, bak ne güzel vapur geçiyor. senelerin balıkçısı kan uykudan uyanıyor, şöyle etrafı kolaçan ediyor: işte bir tane vapur, sıradan bir vapur sonuçta, bugüne dek gördüğü milyon vapurdan farkı yok. ulan, diyor kahramanımıza, sen sahiden kaçıkmışsın be diyor! tam da öyledir atalay. hayranlık duymayı unutmayan bir kaçık; hayattan kaçık, okuldan kaçık, çoraptan kaçık… süslemez hiçbir şeyi, artistik hareketlere gerek duymaz. tanıdığı, bildiği şeyi yazar, farklı denemelere girişmez. onun kitaplarının içinde tanıdık sularda olduğunuzu bilirsiniz fakat o suların çokluk en tehlikeli sular olduğunu da bilmeniz gerekir. hayaller kahyası’ndaki cümleye baksanıza: “gözümün önünden bir sürü bakış geçti. en mavisinde takılıp kaldım. benimkisi oydu herhalde.” göz onun olsa da hikâyeyi sizin kılar atalay. bir şey yapar. bir cümle çarpar adama. sait’te de öyledir. havada bulut’ta ne der üstat: “yüzümdeki kırışıklar gülmekten değil güneşe bakmaktan…”

    güldürür ama içinde bir şey acımıştır. umutsuzdur ama umut verir nasılsa. leman sam’ın ayrılığa dayanamam diye bir şarkısı var, onu dinlediğimde hep üzülecek gibi olurum ama gülümserim nedense. romain gary’nin kadının ışığı’nda yazdığı bir cümle gibidir atalay’ın yazdıkları: “bitmiş değil. ben bitmedim. bir insan bittiğinde, bu özellikle demektir ki devam etmektedir. umutsuz bir insan haindir.” umutsuzluğu umut verir nedense, hain değildir. insan kalma alıştırmaları adlı hikâyesi geliyor aklıma. üniversiteyi henüz bitirmiş üç gencin, edip cansever’in bir şiirinden fırlamış, kurtuluş’taki kırmızı perdeli bir evde gündüz cv yazıp gece yalnızlıklarını paylaşarak bitmek bilmeyen hüzünlü ve komik hallerini anlatır. o kadardır hepsi.

    bu aralar herkes hikâye diye anı yazanlara bayılıyor ya, işte attila atalay’ınkiler yaşanmış bile olsa anı değildir. onun olayı farklıdır; bir fransız yazarın dediği gibi, “hikâyeler onları anlatabilecek kişilerin başından geçer”, atalay anlatabilmiştir. çünkü şiirlidir. nasıl diyordu woolf: “bir şey şiir değilse neden edebiyata girsin?” rakıyı tenekeyle içip bahçelerin gölgesine, ısırgan otlarının arasına devrilenlerin şiiri vardır atalay’da. hayatta savaş değil mi; yazar da kişisel yenilgilerin tarihinden bahseder. tarih, hep galipleri anlatacak değil ya!

    “iyi ki varsın… iyi ki… neye benziyor biliyor musun? eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı. o boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben… hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki… işte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi.” şehre okumaya gelenlerin dostudur kitapları. yurtta kalanların, öğrenci evlerinin, korkarak saç uzatanların, yalnız kıraathanelerin, meydanların, küçük kasaba meyhanelerinin. alın teriyle bir şey almaya çalışanların günlük tutanıdır atalay. ben buradayım ey okur, sen neredesin diye hesap sormaz, okur da oradadır zira. iyi okur, ne okuyacağını bilendir. hani insanları boyutlarına göre ayırıp küçük insanların yazarı falan diye kulp takarlar ya; atalay o küçük-büyük ebat ayrımının dışında kalanların yazarıdır. düpedüz bizim gibi olanların. vapura binerken yanında şiir ya da mizah dergisi taşıyanların.

    çocuktuk işte’de şöyle diyor: “senin gözünü doldurduğun, yüreğini hoplattığın, ayrıyken duyunca, dünyaları içip kendini kayıplara yazdırmak istediğin şarkı, aniden benzin kampanyasına reklam müziği oluyordu. aşkını kim takar, hayat böyle bir şeydi işte. milyon puştluğun döndüğü şu âlemde, önce aşkını sonra seni bitiriverirlerdi. tabii… evet… öyle… aynen… ‘aşkları da vururlar, reklama şarkı olur,’” fotoğrafların bile sabredip bekleyemeden ınstagram’da eskitildiği bir çağda, reklama gelmeyen, bitemeyen aşkların yazarıdır. “diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmiyor” demiştir öpücük balığı’nda. öyküsünü yazınca genelde öyle olur, beş para etmez zaten, bilir. insanların recep ivedik’i mizah sandığı yerde, yazdığının hiçbir değeri yoktur aslında, ivedikler sıdıkaları yenmiştir. anlatacak hüzünle dolu bir yığın hikâye vardır ama olsun! o incelikler her kitabın sonuna serpiştirilir ufaktan; ebekulak mı olur artık, fabrıga mı olur bilmem.

    34 tn 405’te, bir babanın hüzünlü araba sevdası acıtır. zar zor para biriktirip aldığı arabanın kapağı çalınmıştır. ağlama der çocuk: “baktım, gerçekten çocuk gibi ağlıyordu. ben büyük oldum o zaman. ‘ya ne olacak boş ver, bunda üzülecek bir şey yok baba be’ gibisinden bir şeyler söyledim. altı üstü bir kapak… kafasını kapaksız bagajın içine daldırıp bir şeyler arıyormuş gibi yaparak boğuk bir sesle, ‘sen hayatında kendi kazandığın parayla bi şey al da o zaman konuş keranacı’ dedi..” böyle bir yerlerden söz alır atalay.

    çünkü daha 15 yaşında gencecik bir çocukken gırgır ve sonrasında fırt’ta başlamıştır maceraya. mühendistir, matematik bilmenin edebiyatta işe yaradığını çok söyledim. fırt’ın son hüzünlü günlerini hatırlıyorum da. stero seyfi’leri, arap kadri’leri. bir de çocuk heyecanlarımız: iç kapakta, sayfayı tümden kaplayan bikinili kadınlar olurdu, kadınların üzerine de kimi tipler çizilerek şakalar yapılırdı. erotik bir tarafı yoktu aslında ama biz erken çocuklardık galiba. bu heyecandaki hüznün yazarıdır atalay.

    aynı astsubay baba, emekli olduktan sonra marley dükkânı açar fakat işler kesat gidecektir, batmaya mahkûmdur. ömrünün tüm birikimini anlamadıkları tuhaf işler için dükkân açıp boşa harcayanlar, günümüz büyük yazarlarının değil atalay’ın konusudur: “oyuncakçı dedeler, kırtasiyeci amcalar; bir şey araklanmaya son derece müsait, kafası karışık, şişe dibi gözlüklü, rafları boş bakkal amcalar… insana ‘buyur canım, arzun’ diyen altın künyeli, gürbüz kuruyemişçilerle acar kasapların, birbirlerine dandikten ‘bilmem kim bey, bi şey hanım’ diye seslenen yavşak kasiyerlerle dolu süper marketlerin arasında usulcacık kapanır onların ufak dükkânları…”

    1989 yılında hıbır dergisinin kurucuları arasında yer alan atalay, doksanlarda usulcacık, ebekulak, sıdıka, civciv kutusu, uyuyamadığım, menekşe istasyonu, yalnızlık aletleri, dup dup çedene, eray; iki binlerde hayaller kâhyası, ağlama dolabı, kişi başına bir yalnız adlı kitaplarıyla okurla buluştu. ne diyeyim, bu kitapların her birinde yazarın bizden biri olduğunu görürsünüz. içimizde yaşayan, bize benzeyen, bizim gibi yazıp konuşan, bizim gibi sevmemeye koşullu ama hep seven: “gidicem ben… işim var işim… çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem… hasan’a borcum var… tarık’la sözleştik kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş ona basıcaz… ilknur iş atıyo sonra… resmen işte, aramıştır… o’nun yeri ayrı, ama ilknur da fena diil şimdi… işim var… işiim…” bizim gibidir.

    2009, atalay’ın otuzuncu sanat yılıydı. insan erken çıktığı yolda çok mesafe kat ediyor besbelli. iletişim yayınları 2010 yılında yazarın öykülerinden yapılmış bir seçme niteliğindeki kalbin böcüü’nü yayımlamıştı. bu kitap da atilla ile henüz tanışmayanlar için okunacak cinsten! masallardan devşirip öykü yazanların, ferrari almak için film yapanların, kanlı katillerin ellerini öperek komedyen olanların arasında, atalay mizahçı falan değil, düpedüz öykücüdür çünkü!
hesabın var mı? giriş yap