• karşımda oturur daima -elleri ensesinde, ayak ayaküstünde. şöyle biraz gerinir, gülümser: “daha yatmadın mı sen? hadi uyu da ben de gideyim artık, bak saatlerdir seni bekliyorum.”

    sağ yanıma ne zaman dönsem onu görürüm. git başımdan diyemem, ama öyle çok isterim ki bazen.

    “uyuyamıyorum işte.” derim, “allah’ın belası sivrisinekler!

    tam karşımda gülümser, tekrar eder: “allahın belası sivrisinekler! belki bir sigara içsen iyi olur, rahatlarsın.” der.
    “daha yeni söndürdüm ya, az önce aynı tavsiyeye uyup yaktığım sigaramı. olmuyor işte! ama sen gitsen belki uyurum.” diyemem -olmuyor işte.

    “odada biraz gezinsen ya da bir film seyretsen?”

    böyle sürer gider...

    ne ben onu tanırım ne o beni tanır; yıllardır alaycı bir kayıtsızlıkla uyumam için bir yığın tavsiye fısıldar kulağıma ve neden bilmem her zaman gülümser. onu bir kez sinirli, yalnızca bir kez kaygılı görmek için neler vermezdim. o kadar kendinden emin o kadar tanıdık gelir ki yıllardır odama, “seni nereden tanıyorum?” diyemem. o kadar tanıdık, o kadar bildik onu dinlerim..

    sırf onun yüzünden saatlerce uyuyamam ama bunu ona nedense hiç söylemem. (zavallı sivrisinekler!)

    bazen, ben tam uykuya dalacakken burnumun dibine kadar sokulur ve incelemeye başlar yüzümü. irkilip uyandığımda “uyu uyu” der, “ben şimdi gidiyorum.”

    "ne güzel uyuyordum" diyemem. defolup gidene kadar bekleyeyim derim ama bir türlü bekleyemem; defolup gidemeden uyuyuveririm.

    numara yapsam hemen anlar, çapkınca gülümser, "hadi hadi" der, "yemezler. ben seni bilirim." (beni nerden bilir allah aşkına, tanımam etmem.)

    bazen yakınır benden; sanki bitirmesi gereken bir iş, kurtulması gereken bir yükmüşüm gibi, “nedir senden çektiğim, oyalayıp duruyorsun beni” der. oysa gitmek için asla acele etmez. kendimi salak gibi suçlu hissederim, oysa ne onu tanırım ne de suçumu. kendimi sürekli ona borçlu hissederim, sanki benim iyiliğim için çalışmaktan başka bir işi yokmuş gibi, uyuyamadığım için, için için acırım ona, “zavallı adam” derim.

    gözümü uyku tutmamaya görsün, hemen yanıma gelir, sakin sakin: "bak bunlar kuruntu, aslında çok uykun var, hatta hemen şimdi bile uyuyabilirsin" der. nerden bilir ki benim aslında uykum olduğunu, "uykum olsa uyurum herhalde" derim, "yatakta devinip durmayı çok mu seviyorum sanki?"

    "kızma canım" der, "kızarsan hiç uyuyamazsın. bak geçen gün sinirliydin biraz, sabaha kadar ne çektim seni uyutmak için. sana yaramaz bu; hem bana kızmana üzüldüm doğrusu, biz dosttuk hani?"

    ona asla böyle bir söz vermediğim halde üzülürüm yine de, "sana değil canım" derim, "uykusuzluğa kızıyorum ben. hem hiç gördün mü sana kızdığımı, sen olmasan n’aparım ben!"

    hemen gevşeyiverir yüzü, allahtan avutmak kolaydır bu hiç tanımadık yüzü. gözleri parlayıverir birden, hatta neredeyse ağlayacak gibi olur. gerçek bir şefkatle ve içli bir bağlılıkla yüzüme bakar, bir anne duygusallığıyla titreyen sesine hakim olmaya çalışıp: "sen iyi bir dostsun" der, "bu güne kadar bir tek kötü sözünü duymadım." (hep içimden söylediğimi bilmez tabii.)

    beni ona bağlayan şeyin ne olduğunu hiç bilemem ama bazen, özellikle onun böyle duygusal olduğu anlarda ikiyüzlülüğümden yüzüm kızarır.

    en sevdiği şey ondan ninni söylemesini istememdir. "hadi bir ninni söyle bana" dediğimde gözleri parlayıverir birden, çocukça bir iştahla hemen şarkı söylemeye koyulur:

    "ellerin, ellerin, karanlığa karışsın ellerin,
    uyu uyu dostum, aydınlığa kapansın gözlerin."

    katlanılamayacak kadar kötü ve perdesiz sesi, yüzündeki eşsiz bir senfoni sunduğuna inanan gurur anlatımıyla küstahça birleşir. bu şarkıyı, daha doğrusu ninniyi nedense onun uydurduğunu düşünmüşümdür hep. ninni bitince gözlerini hemen gözlerimin içine diker ve alkış bekleyen bir sanatçının sabırsızlığıyla, az sonra gelecek övgü sözlerini beklemeye başlar. heyecandan ve coşkudan kasılan yüzüne hayran hayran bakar ve "mükemmeldi" derim, "sen eşsiz bir yeteneksin, bunun üzerine ben hemen şimdi uyurum."

    gerçekten de genellikle ninnilerden sonra hemen uyuyuveririm. şarkısından hemen sonra uyuyacağıma dair o kadar kesin bir inanç besler ki içinde bu kör inançtan kendimi bir türlü kurtaramam, az sonra da tıpkı şarkıdaki gibi ellerim karanlığa karışır.

    bazen, odamın loş karanlığında, karşımda kararsız, tedirgin, o her zamanki kayıtsız haline inat telaşlı bir halde uzun süre -inanması zor ama- hiç konuşmadan oturur, bir süre sonra da ayak parmaklarının üzerine basa basa usulca yanıma sokulup titrek bir sesle konuşmaya başlar:

    “şey... çok mu uykun var?”

    yüklendiği kutsal misyona ihanet eden keşişlerin duydukları utançla gözlerini gözlerimden kaçırıp bakışlarını yere düşürür ve yaramazlık yapması neredeyse mucize olan uysal bir çocuğun şeytana uyup komşunun camını kırdıktan sonra babasının karşısına geçip az sonra belli olacak yazgısını sükunetle kabullenmesi gibi beklemeye başlar. hemen o an anlarım dertleşmek istediğini, besbelli uykuyu biraz ertelememi isteyecek. böyle anlarda pek sevimli olur zaten. yüzümde hoş gören bir tebessümle “peki peki” derim, “hadi biraz dertleşelim.”

    hemen konuşmaya başlar: “aslında biliyor musun sen gerçekten iyi bir dostsun. başkalarının yanında hiç böyle rahat olduğumu hatırlamıyorum. konuşmadan bile hem sen beni anlıyorsun, hem de ben seni. başkalarına hep senden bahsediyorum, ne kadar makul olduğundan, sevecenliğinden, sabrından... ne kadar iyisin!”

    bir yığın yalanı daha önce hiç kimsede görmediğim bir içtenlikle böyle sıralar durur. o anlarda hep bir şeyler kapabilmeyi denerim ağzından, “kim bu başkaları?” derim, “beni uyutunca nerelere gidiyorsun?” yüzünde kurnaz bir gülümseme belirir hemen, ağzından sır almaya çalıştığımın farkına varmaktan doğan çocuksu bir zaferle: “bilmen gerekmiyor.” der, “hem bilip n’apacaksın? sen bunları boş ver de rüyalarından bahset bana, neler görüyorsun düşlerinde?”

    "hep o aynı düş" derim, "kocaman bir ayna, ortasında kırılan kesik bir baş, sonra senin gülümsemen."

    "kesik baş kime ait?" diye sorar merakla.

    "bilmiyorum" derim, "ben daha anlayamadan karanlığa karışır."

    "uyur mu yani?"

    "hayır, öyle değil, basbayağı kararır işte, sonra da kaybolur zaten."

    "peki, ben olabilir miyim o kesik baş?"

    "hayır" derim, "sen olsan o durumda bile gülümsersin, ama o baş sonsuz bir üzüntüyle bakıyor bana, sanırım telafisi mümkün olmayan bir şeyin pişmanlığı var gözlerinde."

    "kesik bir baş başka nasıl bakar ki?"

    "hayır, onun yüzünde öyle bir anlam yok, yani o baş kesik olduğunun farkında bile değil, bakışlarında farklı kaygılar seziyorum."

    "peki, ben nasıl gülüyorum o zaman, kesik başa rağmen yani?"

    "sen farkında değilsin kesik başın, bunu yalnızca ben biliyorum, sen sürekli gülüyorsun, ama gerçekten içten gelen, belki biraz alaylı bir gülümseme... işte her zamanki gülümsemen canım."

    "ne yani ben hep alaylı mı gülümserim?"

    "yok, lafın gelişi, sana alaylı gülüyorsun diyemem elbette, yalnızca rüyada..."

    "peki, sen... sen korkmuyor musun?"

    "sanırım daha çok merak ediyorum; öyle ki bu rüyayı sürekli görmemin tek nedeninin o kesik başı tanıyabilmek olduğunu düşünüyorum. bence rüyanın başka bir amacı yok."

    sohbet koyulaşınca bir boşluğunu yakalayıp hemen sorarım yine: "kim bu başkaları?"

    her zaman mistik bir sessizlikle yanıtsız bıraktığı bu soruya yanıt verir bu kez: "onlar uyuyan kesik başlar."

    sonra da kahkahalarla gülmeye başlar. açıkçası canım sıkılır o zaman ve benimle dalga geçmesinin cezası olarak ona böyle anlarda en korktuğu şeyi söylerim: "benim uykum geldi!"

    o anda kıpkırmızı olur yine, bakışlarını yere eğer, hemen o günahkar keşiş tavrını takınır, cam kırmanın bedeline hazır, beklemeye başlar. "hadi sen git artık" derim, "ben uyurum."

    telaşla başını kaldırır, "olmaz" der, "seni uyutmadan şuradan şuraya gitmem."

    "peki, peki" derim, "hadi bir ninni söyle de uyuyayım.

    yüzü yine canlanır, bakışlar çocuklaşır, şöyle biraz gerinir, başlar şarkı söylemeye.

    "ellerin, ellerin, karanlığa karışsın ellerin,
    uyu uyu dostum, aydınlığa kapansın gözlerin."

    göz kapaklarım ağırlaşır, bedenim usulca gevşer, bilincim bulanır. az sonra da kulaklarımda çınlayan kahkahalarına karışan belirsiz son cümlesiyle karanlığa karışırım. o başkalarına gider, ben kesik başıma.

    kasvetli bir karanlıkta o kocaman aynanın karşısına geçip büyük bir merakla o kesik başı seyre koyulurum. aynada kendimi göremediğime hiç bir zaman şaşmam, kendime bakıp bedenimin olmadığını gördüğümde dehşete kapılsam da yine de bir türlü anlamam. kesik baş bana bakar, "başkaları yok" der, "başkalaşan sensin." kahkahalar yükselir, yankıları artar, ne dediğini unuturum, "ne demiştin?" derim, "unuttum." kesik baş susar, kahkahalar artar, korkmaya başlarım. az sonra unutup korktuğumu kesik başa bakarım. kahkahalar susar, kesik baş başlar: "az sonra unutacağın belirsiz son cümle der: “başkaları yok, başkalaşan sensin.”
  • onlar hep başkaları. mutlu olanlar, yaşamı düzenli gidenler, her şeye rağmen mutlu olanlar ve mutluluk için gerçekten sebep sahibi olanlar. işte onlar hep başkaları. ne ben olabildim ne de siz.
    hep istedik. olamadık. onlar, başkaları işte. biz değildik.

    onların silemeyeceği izleri yoktu. onların unutmak istedikleri bizim çoktan tebessümle baktıklarımızdı.
    onlar mutlu olanlardı ve biz, değildik.
    bizler, mutluluğu yakalayamayandık.
    bizler, mutluluk sebebini hep arayan ama bir türlü kalıcı yaşayamayandık.
    mutsuz olan bizlerdik.
    onlar ise başkalarıydı.

    ve bizler zaman zaman onlar gibi olmayı istedik.
    daha doğrusu onlar gibi hissedebilmeyi özledik.
    belki de hiç tatmadığımız o hissi özledik.

    mutluluğu istedik ve delicesine özledik. oysa bizler başkaları değildik..

    bizler için olmadı o hisler, bizler bulamadık.
    hep istedik hiç bulamadık.

    ve onların silemeyeceği izleri yoktu kalplerinde.
    bizler mecburduk o izlerle yaşamayı öğrenmeye.
    yoksa yaşayamazdık.

    ve bizler, yaşamamayı da istedik en az mutluluğu istediğimiz kadar. ama o da olmadı.
    onlar başkalarıydı, bi yerlerdeler. yaşıyorlar.
    bizler, değil.

    (bkz: alıntı)
  • sözde önemli olmayan grup.
  • öyle çok konuşurlar ki.. öyle bir susmayı bilmezler ki..
  • ne yazık ki, değerli olanlardan, yanında olanlardan daha hoşgörü sahibi olurlar çoğu insanda.

    ""ne acı, başkaları aldı çiçeklerini" dedi adam. diğeri; "orada, o zamanda değildin" dedi. adamsa, "orada, o zamanlarda olmadığım için özür dilerim."
  • "başkaları allah kadar güzel olmadığı için ondan başkasına hiç bakmıyor."

    hz.yusuf dizisinden hatırladıklarım.
  • ilahi armağan'dan:

    o büyükler, başlarına gelecek belayı bildiler. nefsin kötülüğünü anladılar. bu yüzden etrafı bırakıp kendi hallerine düştüler. hayli zaman öyle kaldılar. nefis canibinden gelen arzuya yıllarca uzaklık duygusu beslediler. böylece ona galip geldiler; nefislerine hâkim oldular.

    (27.meclis)
  • fethur rabbani'den:

    hak ehli, yalnız allah’ı bilir, başkasını görmez. başkasının sözünü işitmez.

    onların kalbi vardır. dilleri konuşmaz. onlar kendilerini yok etmişlerdir, başkaları da onlara göre yok gibidir.
  • gözümüzün önünden akıp giden görüntülerden ibaret.
  • seni artık başkalarında seviyorum.

    başkaları: "karakterlerin, karşısında çaresiz olduğu (doğal, toplumsal veya politik) güçlü bir kuvvet değildir. şeylerin ve insan ilişkilerinin, karşısında ilerlemeyi olanaksız kıldığı tanımlanamaz bir "düzen"idir. bu ağ benzeri yapı satantango'da apaçıktır." andras balint kovacs - the cinema of bela tarr the circle closes

    "bizim wolfgang amadeus on sekizinde konçertolar, senfoniler, operalar, oratoryolar filan, bir sürü bok püsür yazmıştı, hayır, bok püsür değil, ilahi müzik. sonra şu bizim felix m. de yaz ortası gecesi rüyası uvertürü'nü yazmıştı. başkaları da vardı. ayrıca şu bizim benjy britt'in* elinden tuttuğu şu fransız şair, en güzel şiirlerini on beşinde filan yazmıştı, ey kardeşlerim. adı arthur'du*. yani on sekiz, kesinlikle genç bir yaş değildi." anthony burgess - a clockwork orange

    "hiçbir şey, insanın kendine zorla kabul ettirdiği özveriler pahasına, başkalarının iyiliğini istemek kadar güç değildir. aşırı fazilet kalbi kindar yapar ve kindar kalpler özveri sevincini tanımazlar." panait istrati- hayduklar

    "evde, başkaları hakkında kötü söz söylenmezdi, yalnızca karakter kusurları üzüntü duyularak saptanırdı." jean-paul sartre - les mots

    (ilk giri tarihi: 22.12.2016)

    (bkz: başkası/@ibisile)
    (bkz: başka/@ibisile)
    (bkz: ağyar), yabancılar, eller
hesabın var mı? giriş yap