hesabın var mı? giriş yap

  • yıllar önce sevdiceğimle okulun kafetaryasında oturuyoruz.
    çok seviyoruz birbirimizi fakat bunu hiç söylememişiz birbirimize, o ilk benim söylememi bekliyor bende onun.

    ıvır zıvır muhabbet derken elini tuttum.

    bak dedim şimdi eline parmağımla bişey yazıcam bakalım bilebilecekmisin.

    - bilirim tabi ne varki bunda.

    + bence bilemezsin.

    - taam yaz bakalım görecez.

    avucunun içine parmağımla "seni seviyorum" yazdım.

    kim milyoner olmak ister'de son soruyu bilmiş gibi heyecanlandı sevdiceğim..

    - ahahaha biliyorum biliyorum ne yazdığını.

    + tamam söyle ne yazdım?

    - seni seviyorum!

    + neeey??

    - seni seviyorum.

    + aahhh canım benim yaaa bende seni seviyorum!

    - pisliksin biliyosun dimi..(utandı kıpkırmızı oldu)

    on yıldan fazla oldu, hala seviyoruz birbirimizi.

  • pek çok yerde böyle birini bulursan onu asla kaybetme diye sözler, fotoğraflar paylaşılmaktadır... kesinlikle katılıyorum; bu cümle içten söylendiğinde önemsemeyi, değer vermeyi gösterir. bir de bunu ergen tripleri, baskı unsuru olarak görenler vardır ki, merak ederim sorunları daha önce hiç önemsenmemiş olmaları mıdır yoksa karşısındakini önemsememiş olmaları mı?

    evet arkadaşlar, hayatınızda böyle biri varsa asla kaybetmeyin, sahip çıkın, vazgeçmeyin...

  • türkiye'de basılmış en alternatif dergidir. dibine kadar müzikten bahsetmesine rağmen elinizden bıraktığınızda sanki siyasi bir dergi okumuşsunuz hissi verirdi. genellikle ana grup röportajları yurtdışında çıkan dergilerden çevrilmiş olurdu ama derginin ruhuna o kadar uygun çevirirlerdi ki sonunda alıntı yazmasa bütün roll ekibi kalkmış amerikalara gitmiş sanırdınız.

  • migros hazır pizza hamurunun yağlı kâğıttan ayrılmadığı ile ilgili sayısız şikâyet okudum internette. sonra youtube'taki tarif videolarını gördüm. kendine "umut chef" dedirten umut reçber isimli migros aşçısının çektiği videolara siz de bir bakın:

    https://www.youtube.com/watch?v=u61zj13abqg
    https://www.youtube.com/watch?v=aeitc00jmvu

    videoların sonunda pizzayı yağlı kâğıttan ayıramamışlar ve yağlı kâğıdı makasla kesip, pizzanın altına yapışık olarak servis etmişler. hatta adam pizza dilimini kaldırıp göstermek istiyor ama pizza dilimlenmiş olmasına rağmen ayıramıyor, çünkü kâğıda yapışmış :)

    pizzayı altına yapışmış yağlı kâğıtla birlikte yemek gibi bir durum söz konusu olmayacağından, bu ürün alenen ayıplıdır. migros ayıplı ürün satmakla kalmayıp, yağlı kâğıdın pizzaya yapıştığı gerçeğini gizleyerek müşteriyi aldatıyor!

    ey bu ürünün satışına onay veren migros yetkilileri, altına yağlı kâğıt yapışmış bir pizzayı restoranda önüne getirseler ne yaparsınız? hiç utanmıyor musunuz ayıplı ürün satmaya?

    bir de bu migros'un mottosu "dürüst satıcı" idi. iyi ki değiştirmişler, bu yapılan işin dürüstlükle uzaktan yakından alakası yok çünkü.

  • ateşli bir köy çocuğu, şehrin en büyük marketinde işe başvurur. dünyanın bu en büyük alışveriş merkezinde her şey satılmaktadır. patron sorar:

    - daha önce hiç satıcılık yaptın mı?
    - evet, köyümde bu işi yaptım.

    patronun gözü çocuğu tutar:

    - iyi, yarın başlıyorsun o halde.

    ertesi gün akşam olur ve patron çocuğu karşısına alır:

    - evet, bugün kaç satış yaptın?
    - bir.
    - ne, bir mi? diğerleri 20-30 satış yaptılar, nasıl bir? kaç dolar tuttu peki?
    - 320.334 dolar.

    patron şaşırır ve sorar:

    - nasıl becerdin bunu?
    - adama başta küçük boy bir olta, sonra orta boy ve sonra da büyük boy bir olta sattım. nerede balık tutacağını sordum. kıyıda deyince bir tekneye ihtiyacı olduğunu söyledim. tekne bölümüne indik ve çift motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattım. vosvosuyla bunu çekemeyeceğini söyleyince son model 4x4 bir jeep sattım.

    patron kendinden geçer:

    - ne diyorsun, bütün bunları sadece küçük bir olta almaya gelen adama mı sattın?

    genç çocuk cevap verir:

    - yoo, aslında karısı için bir tane orkid istemişti. ben de ona şöyle dedim:

    - hafta sonun mahvolmuş, sen en iyisi balığa git.

  • kazada 3 insan öldü biri çıkıp hala bu adama nazar değdi diyor. lan 3 kişi öldü 3. yani 3 aile yok oldu.

    nazarına da gireyim boydan.

    edit: çok kişi ağzına eline sağlık dedi. ben de onlara teşekkür ediyorum. yani birilerinin hayatını kaybettiği kazada sadece ünlü olan kişiye sana nazar diyeni görmek gerçekten deli etti beni o an. şimdi baktım o entry silinmiş ama konuda bunu demiş olan varsa yazdıklarım hala geçerli.

  • benim en çok hassasiyet gösterip uygulamaya çalıştığım şey sessiz olmaktır. her yerde. her şeyde takındığım sessizlik.
    mümkün olan en sessiz şekilde işimi halletmek.
    ışığın düğmesi açılacak çaaat. çekmece kapanacak, dolap kapağı kapanacak baaaam, masaya bardak konacak çaaaat.
    çok yoruluyorum. bu gürültü hali beni yoruyor. insanların, yanlarında kimse yokmuş gibi davranmaları beni çok hırpalıyor. ben sanki yokmuşum gibi işimi görürken bir başkasının kafama vururcasına her işi gürültüyle halletmesinden tiksiniyorum. ben ki çatalı kaşığı bile tabağa ses çıkmasın diye yavaşça koyan adamım, merdivenden yuvarlanıyor gibi inemem, kendi çıkardığım sesten bile rahatsız olurum, hayatımın ne derece zor olduğunu düşünün.
    insanlara mute özelliği getirsin elon musk.

  • ustanın son başyapıtı.

    günümüzün kesinlikle en büyük sorununa odaklanmış ken loach. güvencesiz ve esnek çalışma. hiçbir hakkınız yok, tamamen kendi kaderinizle başbaşasınız ve aslında sizin avantajınızaymış gibi gözüken her şey yeni işletmelerin üstlenmek istemediği risklerden ibaret. bu durum tabiri caizse çok sayıda ocağı sönme noktasına getiriyor.

    filmde ailenin babası önce işini kaybediyor sonra ev almak için tek umutları olan ev kredileri haliyle iptal ediliyor ve kiraya çıkmak zorunda kalıyorlar. baba neredeyse tek para kaynakları olan küçük otomobillerini satıp (ki bu bence orta sınıfın kaybolan standartlarını çok iyi anlatan bir örnek, 20 sene öncesine kadar çok sıradan bir orta sınıf eşyası olan araba artık orta ve orta-alt sınıf için çoktandır gözden çıkardığı bir lüks durumunda) onun yerine aldığı minibüsle kuryeciliğe başlıyor ama saatlik ücreti dışında hiçbir hakkı yok. üstelik üzerinde müthiş bir performans baskısı var günün belli bir saatine kadar elindeki tüm paketleri dağıtmak zorunda, izin hakkı yok, hasta bile olsa, ailesiyle ilgilenmesi gerekse bile işe gitmek zorunda yoksa para kazanamıyor... anne sosyal hizmetlerde çalışıyor ama sabah 7 akşam 7 gibi bir temposu var ve ondan da hiçbir maddi karşılık veya kazanım olmaksızın daha fazla çalışması beklenmekte. çocuklarından biri ergenlik döneminde ve okuldan uzaklaştırma alıyor, küçüğü ise büyüme çağında ve ebeveynlerinin ilgisine en çok ihtiyaç duyduğu yaşlarda. fakat aile geçim derdine düşmüş, herkes sabah evden çıkıyor akşama kadar binbir zorlukla deyim yerindeyse ekmek parası peşinde koşturuyor.

    sorry we missed you, neo-liberalizmin, uygulandığı ülkelerdeki kitlelere -özellikle işçilere- ne yaptığı sorusunun manifesto niteliğinde bir cevabı adeta. neo-liberalizm yığınları altüst etti, onların hayallerini çaldı, kurumları, hakları, sözleşmeleri lağvedip insanları orman kanunlarıyla yaşamaya mecbur etti, psikolojilerini bozdu, emeklilik planlarını, çocuklarının geleceklerini, bir tanecik arabalarını ellerinden aldı. sonuçta dünyanın en büyük ülkelerinden biri olan ingiltere'de dahi sağlıktan, eğitimden, güvenlikten, barınmadan nasibini almamış, bu gidişle hiçbir zaman da alamayacak olan garibanlar ordusu yarattı.

    buna karşın birbirine tutunmaya çalışan bir aile görüyoruz loach'un filminde. bu kimilerine duygu sömürüsü gibi gelebilir ama aksine benim çok hoşuma gitti. çünkü zaten yanlızlaştırılan, her türlü haktan yoksun bireylerin sorunları aşabilmesinin belki de tek yolu dayanışmadan geçiyor.

    neo-liberal ekonomik düzene ayna tutmuş, gerçekçi ama kesinlikle karamsar bir film değil sorry we missed you. loach yaşadığı topluma bir aydın olarak sahip olduğu borcu ödemiş -yıllardır yaptığı filmlerle ödüyor da- ve artık çağımızın vebası haline gelen bu yeni ekonomik ucube düzenin mağdurlarının hayatlarını kameraya almış. saygı duyulası, yürekli bir iş.

    bir nafile not da ülkemiz sinemacılarına, görebildiğim kadarıyla son günlerde 3 tarz film üretiliyor: başta cep herkülü, türk işi dondurma, çiçero tarzı anlatılan hikayenin sadece paravan görevi gördüğü, tek amacı mevcut konjonktürün ekmeğini yemek olan, baştan sona sadece milliyetçiliğin pompalandığı, ne idüğü belirsiz prodüksiyonlar. ardından recep ivedik ve diğerleri diye tarif edebileceğimiz, yine umutsuz, neşesiz, halsiz kitlelere enjekte edilen gişe filmleri ve olmazsa olmazımız taşra veya şehir sıkıntısı yaşayan küçük burjuvanın bunalımı temalı festival filmlerimiz. koca bir ülke krizden beşik gibi sallanıyor, toplum çürümenin eşiğine gelmiş ama ülke sinemasında panayır havası hakim. işçilerin, kaderine terk edilmiş dar gelirlilerin, işsizlerin, umutsuzların, borç batağındakilerin, geleceğe dair hiçbir beklentisi kalmamış gençlerin hiçbiri ama hiçbiri kendisine ülkemiz sinemasında yer bulamıyor.