hesabın var mı? giriş yap

  • bunun altında ciddi sosyolojik bir problem yatıyor aslında.
    ülkede kadın erkek dengesi sayıca eşit görünüyor olabilir ama sosyal hayatta kadın sayısı erkek sayısından çok çok daha az.
    yani ülkede çoğu kadın sosyal hayattan soyutlanmış durumda ama erkekler bu konuda çok daha özgür. mesela, muhafazakar bir ailede kız çocuk doğru düzgün sokağa bile çıkamıyorken erkek çocuk gönlünce gezebiliyor.

    youtube'da istanbul hakkında bir bbc belgeseli izlemiştim. 90'lı yıllarda çekilmiş. muhabir taksimdeki meyhaneleri geziyor ve müşterilerin hepsinin erkek olduğunu görünce soruyor "eşiniz nerede?" diye ve aldığı cevap hep aynı: "evde".

    kaçınızın kız kardeşi dışarı çıkıp eğlenip gece geç saatlerde eve dönebiliyor? ama siz yapabiliyorsunuz değil mi? işte bu yüzden bir mekana gittiğinizde erkek sayısının kadın sayısına göre çok çok daha fazla olduğunu görüyorsunuz. bu yüzden gece kulüplerine, turistik otellere vs. damsız kabul etmiyorlar. çünkü bunu uygulamazlarsa askerlik şubesine dönüyor ortam. adamın kız kardeşi, eşi evde dizi izlemekten başka bir şey yapamıyorken adam kulübe girmeye, erkek erkeğe tatile gitmeye çalışıyor.
    sensation white istanbul partisi buna güzel bir örnek teşkil etmişti. girişte sayıca cinsiyet eşitliği aranmayınca durum böyle olmuştu. bu partiye katılan erkeklerin kız kardeşlerinin de evde survivor falan izlemekte olduğunu tahmin etmek zor değil.

    yani adamlar dışarıda eğleniyor, başka kadınlara salça oluyor falan ama kız kardeşleri, eşleri evden çıkamıyor..

    sosyal medyada da, mesela başı açık, profili açık, modern giyimli bir kadın, muhafazakar giyimli bir kadına göre çok daha fazla mesaj alıyor. mesaj gönderenler içinde muhafazakar erkekler de var tabii ki. bir engel yok onlar için. yani ortalıkta çok sayıda erkek var ama yazılacak kadın sayısı çok az. dolayısıyla dengeler bu şekilde bozuluyor bir tarafa doğru.

    yani işin özü şu ki; türkiye'de çok büyük bir kadın nüfusu sosyal hayatta yok, sokaklarda yok, cafelerde yok, sinemada yok, kulüpte, barda yok. kadın oranı nüfus olarak %50 belki ama dışarıya çıktığınızda bu oran %10 bile değildir.

  • + mendil verem mi?
    - ne?
    + mendil verem mi diyorum?
    - ver madem?
    + mendil ayrılık demek kendim gelem mi?
    - anlamadım?
    + mendil diyorum, ayrılık demek diyorum, mendil vermeyeyim de kendim geleyim?
    - gel <3

    evet çok canım sıkılıyor lan.

  • türkiye cumhuriyeti’nin eski sağlık bakanı prof. dr. recep akdağ'ın, “keneden korunmak için pantolon paçalarını çoraba sokun” buluşudur şüphesiz.

  • tutanak
    sürgün karar

    hakim tatil günü zabıt katibini whatsapp'tan uyarıyor. katip de “çocuğumu covid testine getirdim, tatil günümde bari rahat bırakın” şeklinde konuşuyor. bu cevaptan hoşlanmayan hakim, memur hakkında tutanak tutup komisyona gönderiyor. komisyon da memuru 6 aylığına sürgüne gönderiyor.

  • içimi her seferinde cız ettiren bir anı, hayatta kırıp da kırdığımı fark ettiğim zannederim ilk pottur. 1988 yılında, öyle çok küçük de değil, dokuz yaşında olduğum ve oturduğumuz ikinci eve taşındığımız sonbahardı. oturma odasına halı döşemek üzere eve iki usta gelmişti ve ben annemle beraber hayatımda ilk defa bir halının nasıl döşendiğini gözlüyor, adamların hareketlerini ilgi içinde izliyordum.
    aptallık, cehalet, belki korunaklı hayat denebilir, ama o yaşımda değil nasıl olduğunu, neye benzediğini bilmek, ayak kokusu diye bir kavramın varlığından, ayakların kokabileceği gerçeğinden dahi haberdar değildim. işte bu yüzden ki, ustaları seyretmeye başlamamdan bilmiyorum kaç dakika sonra etrafı pek yabancı ve tahammülü pek güç bir koku sardığında içten bir merak içinde anneme dönüp “ya anne, burası ne koktu?” diye sormaktan hiç çekinmedim. annemin o anda bir cevap verip vermediğini, kaş göz edip etmediğini, benim orayı terk edip kokunun olmadığı bir yerlere kaçıp kaçmadığımı hatırlamıyorum. ortamdaki yeni kokuyu ortamdaki yeni insanlara bağlamak gibi basit bir zihinsel işlemi gerçekleştirememiş olduğumu görmek apayrı bir utanç kaynağı bugün bana, ama annemin adamlar gittikten sonra beni çekip, içten içe saflığıma gülse de üzgün bir şekilde “kızım ne yaptın öyle, adamların ayağı kokuyordu tabii ki, başımdan aşağı kaynar sular döküldü” demesini takip eden utanç kadar değil.
    beni çok etkilemiş, çocukluğuma damgasını vurmuş bir anı olduğunu iddia edemem bunun, abartı olur. ama uzun ve düzensiz aralıklarla da olsa, kimi zaman sebepli, kimi zaman sebepsizce aklıma düşmüş ve her defasında içime hicapla hüzün karışımı hisler salmıştır. şimdi hiçbir şeylerini hatırlamadığım, halı döşedikleri o evden on seneden çok oluyor ki ayrıldığımız bu adamlar sözlerimi duymuşlar mıydı o gün işleri güçleri içinde, duydularsa bir şey hissetmişler, canları acımış mıydı, evden çıktıktan sonra bunu aralarında konuşmuşlar mıydı, yoksa hakkında bir söz edilemeyecek kadar ağır mı gelmişti onlara, ve eğer ki hala yaşıyorlarsa, benim gibi onlar da arada bir geri dönüyorlar mıdır zihinlerinde bu buruk hatıraya? bilemiyorum.
    asla duyamayacak olsalar ve o özür hiçbir şeyi değiştirmeyecek de olsa o salak, densiz kız çocuğu adına defalarca özür dilemek istiyorum. bana insanları hiç bilmeden, hiç istemeden, üstelik de geri dönüşü olmayan bir şekilde kırmanın ne kadar mümkün, mümkünden de öte, kolay olduğunu belletmiş bir çocukluk lekesidir.