• oldum olası sevmem beklemeyi. beklemekten başka hiçbir eylem, mantıklı bir açıklaması olmadığı halde bu kadar can sıkamaz bence. hele de beklediğim şey, çok istediğim bir şeyse ruhum eziliyor resmen. ama “o gün” beklemekten haz almayı öğrendim.

    biz eşimle, “o gün”den 1940 gün önce karar verdik çocuk sahibi olmaya. ilişkimizin başladığı gün... öyle bir emin olmak... “bu kadın benim çocuğumu doğursun”, “bu adamdan çocuğum olsun” dedik.

    işin komik tarafı, olmadı. :)

    tedaviler, organik beslenmeler, ilaçlar, şakulü kayan hormonlar, evrene mesaj, hatta rüşvet... bazı sevişmelerimiz sırf görev icabı oldu bir ara.

    - bence başarılıydı.
    - evet evet, temiz bir çalışma oldu.

    duvara dikilmiş iki bacağa bakarken nasıl o kadar hayal kurabiliyor insan hala hayret ediyorum. ama kuruyorsun işte. yolunu bulsun diye dua ediyorsun. ki uzun bir süre bulamadı yolunu. küçük kuyruklu gerizekalı, o egosantrik delinin yolunu bulamadı.

    tam 4 yıl...

    sonra doktor dedi ki, “bu son şans bence, artık uğraşmayın. çocuk mu yok canım, olmadı evlat edinirsiniz.” ben hayatımda hiçbir kötü haberi bu kadar normal karşılamadım. eşim de... yorulduk mu bilmem. “ok” dedik, “bunu da bir yapalım bakalım, olmazsa kendi kaybeder.”

    harbiden de öyle... sen kim köpeksin ki, bizim gibi ebeveynleri istemiyorsun. götüm... resmen trip attık doğmayan çocuğa o gün. “beni istemeyeni ben hiç istemem” modundaydık. içten içe “bu sefer olur mu acaba ya” demedik ya da o kadar cılız bir sesle söyledik ki, biz de duymadık.

    işin daha da komik tarafı, oldu lan. :)

    o test sonucunu alıp da değerin gebelik belirten sınırdan daha fazla, hatta ortalığın amına koymuş bir seviyede olduğunu görünce hissettiğim şeyin tarifi yok. rahatlamak desen değil, mutluluk desen basit kalır.

    işte o an başlayan ve tanımlanamayan duygu; 9 aylık süreç boyunca önce normalleşti, sonlara doğruysa çılgın attı resmen. “olum dur lan” dedik, “ya sikerler, sen dur piç” dedi. işte “o gün”, o ameliyathane kapısında sel oldu aktı oralara, içimde büyüyenler. resmen doğurdum. 9 falan değil, önümü alamadılar oğlum.

    sonra kapı açıldı ve “artık girebilirsiniz” dediler. ben hiçbir yere böyle güzel girmedim. kapıdaki ameliyathane hemşireleri “bi’ daha gir ulan allahsız” diye haykırdı arkamdan ya da ben öyle duydum, bilemem.

    öyle bir kafadaydım ki, epiduralle vücudunun bir kısmı hissizleşen karım, o çirkin yeşil örtüler içinde hiç olmadığı kadar güzel göründü gözüme. hiçbir kadın ameliyat masasında böyle güzel yatmadı.

    ikimizin de gözünde heyecan, şükür ve korku vardı. sadece onun gözlerine bakınca hissettiğim bir korku bu. sadece o tanıyor çünkü, hiç var olmayan bir şeyin var olmama ihtimalinin verdiği acıyı. cümle olarak bile saçma bak ama acısı çok net.

    tuttum elini. “geliyor” dedim, “geliyor” dedi. saati sordu. “08.48” dedim. doktor “açıyorum” dedi. yedi kat dokuyu neşterle kesme işini “açmak” olarak tanımladı. açıyorum... “bu kadar kolay mıydı yani” diye sormak istedim o an. her açtığında geliyor mu lan, göt?!

    2 dakika geçti sonra. nefes almadan yaşamayı tecrübe ettim ben o 2 dakikada. tam da rekora koşarken “çıkıyor” dedi bu sefer doktor. saat 08.50’ydi. dayanamadım, kafamı perdenin sağına kaydırdım.

    ben hayatımda bu kadar küçük, bu kadar güzel bir kafa görmedim. aynı anda doldurduk ciğerlerimizi havayla. o ilk kez yapıyordu bunu. ben de onca yaşıma rağmen hiç nefes almamış gibiydim.

    o var gücüyle ağladı, ben de öyle. tek yapabildiğim “çıktı!¨diye bağırmak ve ağlamaktı. o henüz “çıktım” diyemiyordu ama ağlamakta benden daha iyiydi. hayatımın en güzel şarkısını çaldı bana daha ilk dakikasında. hiçbir şarkı, beni bu kadar mutlu etmedi.

    yıllarca beklediğimiz “o gün”, 21 ocak 2016’ydı. kızım çok uzak yoldan gelmişti. daha önce hiç kimse bu kadar güzel gelmedi!

    hoş geldin kızım, hoş geldin ezo’m.
  • beklemek, kucağınızda taşıdıkça ağırlaşan küçük bir çocuk gibidir. ilk kucakladığınız an hafif bile gelir. küçük bir çocuk ne kadar ağır olabilir ki? beklemek ne kadar zor olabilir ki?
    sonuçta çocuk küçük, kaç kilo olsun? on diyelim mi?
    diyelim.
    on kiloluk çocuk, kucakta geçen dakikalar boyunca yavaş yavaş ağırlaşır, kollarınız titreyene kadar ağırlaşır, bir noktada on değil elli kilo olur.

    beklemek de çok kolay gözükür başta. ne yapıyorsunuz ki? hiç. hiçbir şey. sadece duruyorsunuz, olduğunuz yerde. oysa çocuğun ağırlığını taşıdığınız ve o ağırlığa direndiğiniz gibi, beklerken de hayata karşı mukavemet gösterirsiniz. geçen anlar kapınıza dayanır, birikir de birikir. kapınız anları tutamayacak gibi olur. kapı da kollarınız gibi titremeye başlar. olur da anları tutamaz olursanız ve beklediğiniz şey hâlâ vuku bulmadıysa hayatın akışına kapılır, sürüklenir gidersiniz.

    beklenen gelse de gecikmiştir artık, siz bambaşka bir yere akmış gitmişsinizdir o biriken anların basıncıyla. peki beklenen de sizi bekler mi acaba?

    o da başka bir geceye, başka bir hikayeye, bekleyenlere kalsın artık.
  • zamanın, insanın zoruna gitmesidir.
  • anneannem ben doğduğumda 3 ezan vakti emzirtmemiş; sabırlı olayım diye...

    ondan mıdır ki ben hep bekledim...

    evin en büyüğüydüm, sevgi gösterilsin diye bekledim, ablaydım çünkü...

    işimde herkes terfiyi gökten yağar gibi aldı, ben iki sene daha bekledim...

    bomboş olan sıralar ben gelince doldu, bekledim...

    peşi sıra giden otobüsler ben bekleyince gelmez oldu, bekledim...

    ilk göz ağrımı, sevdiğimi senelerce bekledim, sonunda ben de bittim...

    "bu defa beklemek yok bu kadar, tüketmek yok herşeyi!" dedim, "bekleyesin" diye beddua aldım herhalde

    bekliyorum...

    beklemekten belki de bu sabırsızlığım...

    (bkz: sevgili sözlük)
    (bkz: sözlüğe içini dökmek)
  • umut ile kabulleniş arasındaki ezici çaresizlik.

    hiçliğin tam ortasıdır.

    beklediğin şeyin/kişinin, ne/kim olduğunu bilirsin ama gelip gelmeyeceğinden emin değilsindir.

    ve beklemenin yeni tanımı; enkaz altında kalan yakınlarının kurtarılmasını, hatta bir şekilde çıkarılmasını bekleyen depremzedelerin “zaten yaşıyorsa da soğuktan öldü. hiç değilse çıkartıp ölümüzü versinler.” demesi ve o enkazın başında, ne zaman geleceğini bilmediği yardımın yolunu gözlemesidir.
  • istatistiklere göre en az kanser ve savaş kadar ölümcül olan pis şey.

    hı-hım; http://sketchtoy.com/69246288

    --

    ediz: entry'nin debelik olmasına tepkim: https://sketchtoy.com/69246307
  • yorucu...
  • anasının karnında dokuz ayı bekleyemeyen ben, bir sene boyunca bekledim.

    cuma günleri şişli'de derse giderdi. ardından arkadaşlarıyla at pazarında nargileye. nargile tayfasında bir iki adam vardır sohbetinden zevk aldığı. onlar olmazsa erken arar. geç kaldıysa bilirim vakanüvis h. bey oradadır.

    cuma günleri işten koşarcasına çıkarım. google maps'in yürüyerek 40 dakika gösterdiği yolu, 30 dakikada alarak varırım onsuz hane denmeyecek dört duvarıma. yatağı toplar, iki fıs parfüm sıkarım. o parfüm sadece nevresime sıkılır. sabunsu bir şey zaten.

    nargiledeyken bir iki mesaj atar. derste değişik bir şey not aldıysa onun fotoğrafı, bir iki dokunduysa tellere onun kaydı, çok keyifliyse o gün, kendi gülcemali.

    evi derler toplarım. duşa girerim. vücudumu esansiyel bir yağla nemlendiririm ki, tenime methiyeler düzebilsin ayrıldığımız vakitlerde.

    henüz nargileden kalkmadan arar. "müsait misiniz hanımefendiciğim" olur ilk cümlesi. her zaman.

    "aç mısın" diye sorarım.

    "zahmet etme" der.

    ederim. çok hamaratlığım üstümdeyse patlıcanlı mozarellalar mı dersin, reyhan şerbetleri mi... yorgunsam, belki o aralar az biraz kırgınsam ona pesto soslu, süzme peynirli tost ya da ilk geldiği günkü gibi maydanozlu, dereotlu beyaz peynirli kek. çayım zaten hep hazırdır.

    sonra beklerim. yaz ya da kış fark etmez. balkonda, "yola çıkıyorum" dediği andan, arabasının farları, az sonra onun teşrifi ile evim olacak yerin sokağından dönene kadar. arabasından iner ve ilk iş olarak kafasını kaldırıp balkona bakar. ve şiirde dediği gibi:

    "the soul sometimes leaves the body, then returns.
    when someone doesn’t believe that, walk back into my house."

    "ruh bazen beden evini terk eder, sonra geri döner.
    eğer buna inanmayan olursa sevgili, haneme lütfet"

    artık cuma günleri yok. eskisi kadar çay içmiyorum. beyaz peynirli pesto soslu tost yapmayalı bir sene oldu neredeyse. onu görmeyeli iki sene, iki asır oldu ve bir yıl boyunca onu her cuma gecesi beklediğim balkon artık yok.

    beklemek, olgunlaştırmıyor. tüketiyor.
  • gül yaprağı düşse yere; gürültüsüyle irkilmek, o geldi zannetmektir.
  • bazen sebebi yokluk, sonucu kıymet bilmektir...

    köyde oturduğumuz dönem fakir değildik allaha şükür, ama yoksulduk. küçüktük, görürdük millette, isterdik. babamdan aldığımız cevap “alırız oğlum elimiz bolalınca” iken annemden hep aynı cevap gelirdi; “ne gereği var”. o yaşlardaki çocuk ne ister ki, ya oyuncak ister, ya canı çeker bir tatlı ister, dondurma ister, ama yokluğun cevabı hep aynıydı “ne gereği var”.

    saralle yeni çıkmıştı mesela, ikindi vakitleri acıkınca "ekmeğe süreriz" dedik istedik, “ne gereği var, salça var, tuzlu yoğurt var” cevabını aldık.

    bizim ibrahim’e babası bisiklet aldığında isteyecek olmuştum, ne gereği var, denildi.

    bilgisayar diye bir şey çıkmıştı ortaokuldayken, bak o kadar cahilim ki istediğimde aynen şöyle cevap aldım “renkli televizyon varken bilgisayara ne gerek var”. yedim, sustum…

    ramazan ve kurban bayramı arasında 2 ay süre var ya, biz ramazandan bir ay önce merkeze gelirdik, hem ramazan öncesi alışveriş yapmak hem de bayramlık almaya gelirdik, e zaten kıyafet dediğinin de yenisi ancak bayramdan bayrama alınırdı, en az iki sene daha giyecek kadar büyük bedeninden. sonra beklerdik, giydirmezlerdi kıyafeti, beklerdik bayramı, bayram gelene kadar uzaktan bakardık, gelince giyerdik, üçüncü günü çıkartırlardı kıyafetlerimizi, taaa ki önemli birinin düğünü cenazesi olana kadar, kalabalığa bir ortama girene kadar dolaba kaldırırdık 7 yaşımızda en sevdiğimiz şortumuzu. gereğini beklerdik, yeni şortu, pantolonunu giymenin gereği tanıdık ve ortama gireceğimizden rezil olmamamız gereken birilerinin düğünü veya cenazesiydi.

    geri zamanlarda ne giyerdin dediğinizi duyar gibiyim, annem terzilikte ustaydı, dedem rahmetlinin pantolonlarını bozardı, gömleklerini bozar giydirirdi. 9 yaşında kumaş şort ile gezmemin nedeni budur efendim, 13 yaşına kadar cemaatçılar gibi kot pantolon yerine kumaş pantolon giymemin nedeni de budur. kot pantolonu bile 13 yaşına kadar bekledik zira, "ne gereği var"-dı ki...

    benim hayatımda toplama bilgisayar diye bir kavram hiç olmadı mesela, çünkü bilgisayar toplandığında ben orta okul sondaydım, gereği yoktu, sonra liseye geçince öss vardı, gereği yoktu, üniversitenin ilk üç senesinde de gereği yoktu-ki bilgisayar toplatma modası o ara popülaritesini kaybetti. artık laptop alınmıştı. yani anlayacağınız gereğini beklerken kaçırmıştım şöyle ağız tadıyla bir ekran kartını açıp bakmanın.

    bu listeler uzadıkça uzardı işte, eğer yoksulsan beklerdin, beklemeliydin, beklemesen de bir şey olmazdı hayat seni eşek gibi beklemeye iterdi. bir kişi de canı istiyor, nefsi çekiyor demezdi, herkes gereğini beklerdi. o yüzden mahkeme sahnelerinde hakim “gereği düşünüldü” dediğinde benim aklıma cezadan önce ödül gelir. dedim ya eğer yokluk çektiyseniz hayatınızın bir döneminde beklemelisiniz. çünkü elde etmek istemek fiilinin bir sonucu değil, gerekmek fiilinin bir sonucudur. o yüzden yoksul adam en çok beklemeyi öğrenir.

    bisikletimiz yoktu gereğini bekledik, ilçenin dışına taşınınca evin ihtiyaçlarını bisikletle alıp geleyim gereğini.

    bilgisayarımız yoktu gereğini bekledik, üniversite üçüncü sınıftan sonra hocalar ödevleri bilgisayarda isteyip internet kafe köşelerinde sürtüne biz gereğini arz ettik ve elde ettik (oda da milli eğitimin dandik öğretmen laptopları, allah belanı versin toshiba)

    gençtik, kafamızda sevda esti, gidip konuşalım dedik, tutup kolundan oturtalım karşımıza dedik, işe girmeyi bekledik. sonra da işlerin yoluna girmesini bekliyoruz, beklemeye mecburuz, yarın sevdiğimiz kızın ailesinin yüzüne dimdik çıkabilmek için adam akıllı bir iş beklemeliyiz, hem maddi hem de manevi olarak doyuran. huzurun yoksa sevdaya ne gerek var keza…

    sonrasında kıymet bildik, beş sene beklediğimiz bisiklet köydeki evin bodrumunda dururdu, iki üç sene önce kuzenin oğluna verildiğinde sadece tekerleri şişirttiler, bekledik o kadar, kıymetini elbet bileceğiz.

    evdeki bilgisayar altıncı senesini dolduruyor, ilk maaşımla almıştım taksitle. maşallah saat gibi çalışıyor, kıymetini bildiğimdendir.

    bir ayakkabım var, dexter denilenlerden, ilk maaşımla onu da almıştım bak, hala pırıl pırıl, kıymet bildiğimizden.

    sevda, onu bekliyoruz hala, kıymetini bilsek bari geldiğinde.

    dedim ya;

    işte bu bekleme hali bende çocukluktan, beş yaşında dolabındaki kıyafeti giymek için birilerinin evlenmesini ya da ölmesini bekleyen veledin çocukluğunun son demine denk gelir bisiklet, bilgisayar öğrenciliğinin son dönemine denk gelir, sevda,kim bilir belki de gençliğin son devrine denk gelir, o da gereği varsa…(gençlik de kalmadı gerçi, orta yaş deyin siz ona)

    eyvallah, alıştım bu bekleme haline de anlamadığım bir şey var.

    mayıs ayında kitap almıştım, senelerdir merak ettiğim yaşar kemalin “binboğalar efsanesi” kitabını açamadım kapağını bekledim, bayram gelsin diye heralde. ben hiç konusunu bilmeden bir hıdrellez günü almıştım kitabı, ömrümün en göçebe döneminde, sandım ki bir işaret, göçebelik bitecek dedim, bugün kafam göçtü benden. bu hafta sonu okuyayım dedim, evet iki hıdrellez gecesi arasındaki sürede bir sevdanın göçebelikle imtihanını anlatıyor kitap, `ceren yıllarca beklemesinin, neyse sonunu söylemenin manası yok, merak edenler gidin bekletmeyin yaşar ustayı...

    kitabın konusuna nereden geldik yahu, neyse ne diyordum;

    bu beklemek öyle sirayet etmiş ki, aman eskimesin tavrı öyle sirayet etmiş ki bana, bir kitap alıyorum okuyamıyorum bir iki ay geçmeden, bekliyorum. daha eski kitapları okuyorum, sanki kitabı okursam eskiyecekmiş gibi.

    akıl işte, o da yok zaar…
hesabın var mı? giriş yap