• birkaç haftadır youtube’a girince yokluyorum, edebiyatla alakalı videoların izlenme rakamları gülünç derecede az. ayfer tunç ve murat gülsoy’un zevkle takip ettiğim diyaloglar dizisinin ortalama izleyicisi beş bin civarında. kıraathane istanbul’un videoları ise genellikle dört yüz, beş yüz falan. popüler kültüre, tarihe, müziğe, sanat ve bilim tarihine, sinemaya ve benzeri konulara dair içerikler belli bir süre zarfında beş altı basamaklı izlenme rakamlarına ulaşabilirken, salt edebiyat ve kitaplarla alakalı içerikler besbelli bu kadim sanatla alakadar çekirdek bir kitle haricinde kimsenin ilgi radarına girmiyor, giremiyor. oysa iyi hatırlarım, bundan sadece yirmi otuz yıl önce yeni kitap çıkaran yazarlar kanallara konuk olabiliyor, edebiyat ödülleri ve tartışmalar haber bültenleri ve gazetelerde yer alıyor, hepsi olmasa da bazı yazar ve kitaplar gündem olabiliyordu.

    pew research center, the european book and periodical association, the european commission gibi kurumların son yıllarda yaptıkları araştırmaların sonuçlarına göre amerika ve avrupa’da kitap okumaya ayrılan vakit azalırken, bir sene içinde hiç kitap okumaya insan sayısı artıyor. dr. keith stanovich yeni kuşakların derin ve uzun metinleri anlama kapasitesinin önceki kuşaklara göre daha düşük olduğunu ileri sürüyor. öne çıkan ilk sebep gençlerin sosyal medyada kısa metinlerle daha haşır neşir olması ve dikkat dağıtıcı unsurların artması. merak eden varsa çalınan dikkat’i okuyabilir. global ölçekte kitap satışlarında son on yılda bir düşüş var ama bu düşüşe “şimdilik” dramatik diyemeyiz. türkiye’de ise durum kesinlikle dramatik! ekonomik kriz, toplumsal dönüşüm, despotizm derken 2022 yılında satılan kitapların cirosu 5.7 milyar tl tutmakta. dolar bazında 211 milyon:) türkiye yayıncılar birliği’nin raporuna göre bu satışların türlere göre dağılımı şöyle.

    “2022 yılında yayımlanan kitapların yüzde 19.4’ünü yetişkin araştırma, inceleme kitapları, yaklaşık yüzde 9’unu yetişkin edebiyat sanat kitapları, yüzde 12.1’ini çocuk ve gençlik kitapları, yaklaşık yüzde 8.7’sini inanç kitapları, yaklaşık yüzde 1.4’ünü akademik yayımlar, yüzde 1.5’ini ithal yayımlar ve yüzde 47.9’unu eğitim alanındaki kitaplar oluşturdu. araştırma-inceleme alanı 73 milyon 844 bin 863, edebiyat-sanat kitapları 34 milyon 299 bin 328, çocuk ve ilk gençlik kitapları 46 milyon 048 bin 282 adet üretildi. kültür yayımcılığının toplam üretimi 154 milyon 192 bin 473 adet oldu. kültür yayımlarının toplam oranı ise tüm sektörde yüzde 40.55.”

    vurguluyorum, 85 milyon nüfusa ve 852 milyar dolarlık gsmh’ye sahip bir ülkede ancak “içler acısı” olarak sıfatlandırabileceğimiz bu kitap satışının ancak ve ancak %9’u yetişkin edebiyat sınıfına giriyor.

    “edebiyatın yaklaşmakta olan ölümüne dair en önemli belirtilerden birisi,” demişti joseph hillis miller, “dünyanın her yerindeki genç edebiyat öğretmenlerinin çoğunlukla edebi çalışmalardan kurama, kültürel çalışmalara, postkolonyal çalışmalara, medya çalışmalarına, popüler kültür çalışmalarına, kadın çalışmalarına, afrika – amerika çalışmalarına vs. yönelmesidir.”

    bir tek miller değil, bauman, eco, bloom, lodge… bunlar veya aklıma gelmeyen nice yazar düşünür edebiyatın ölüm çanını duyup vaktiyle kayda aldılar. bazıları umutluydu, bazıları umutsuz ama hiçbiri ortada bir kriz olduğunu inkâr etmiyordu.

    sanırım edebiyatın mutlu bir azınlığın kutsal kâsesine dönüştüğüne ve hayatın kuytu bir köşesine atıldığına dair ortalıkta dönen şu meşhur söylemi tartışmaya açmamız gerekiyor artık. bu tespitin bir tespit olarak kalmasının, birtakım röportaj veya panelde satır aralarına atılan bir harç olmak dışında hiçbir işlevinin olmamasının ve en önemlisi, bu sitemin barındırdığı zorunluluk halinin, yani ezelden beri edebiyatın “doğası gereği” toplumun ancak küçük bir diliminin alakadar olduğu bir sanat olduğunu öne süren, gönül okşayıcı, dile getireni müstesna hissettiren şu kaderciliğin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

    soru şu: evet, edebiyat ve edebiyatçılar günümüzde eskisi kadar ilgi çekmiyor, dünyada ve ülkemizde kitap satışları, okumaya ayrılan vakit ve derinlikli metinleri okuma ve bu tür metinlere tahammül kapasitesi azalıyor. peki biz ne yapacağız? bu krizden nasıl çıkacağız? george orwell ve aldous huxley’den hangisinin haklı çıktığı, usher evi’nin neden çöktüğü, sait faik abasıyanık hikâyelerindeki sembolizmi, atay edebiyatındaki modern insanın buhranı, kafka metinlerindeki modernizm eleştirisi gibi sayısız kez irdelenmiş, ortaokuldan mezun olunca kurtulduğumuzu sandığımız mr ve mrs. brown’un lisede tekrar, en baştan karşımıza çıkması gibi can sıkan sade suya tirit konulara hasrettiğimiz vakti, bu kadim mabette böyle şeyleri dert etmenin ayıp olduğunu söyleyen saplantımızdan kurtularak duvarları çatlak, rutubetli yuvamızı kurtarmak için ayırsak fena olmaz mıydı? boğazın suları çekildiği zaman’ı bir iki sene irdelemesek de eksikliğini hissetmeyiz sanki, ne dersiniz?

    okur beklentileri değişiyor, o halde yazarlar olarak daha “akıcı” daha “basit” daha “aptala anlatır gibi” metinler mi yazmalıyız, yoksa bildiğimiz yolda yürüyüp saul bellow’un herzog’u, oğuz atay’ın tutunamayanlar’ı gibi belli bir zümre haricinde eline alanın yarım bırakmasının mukadder olduğu metinlerle böbürlenip şanlı ve sefil sonumuza kürek mi çekmeliyiz? bu “onurlu” istikamette ilerlemeye devam edeceksek bile, sesli kitapların yaygınlaşması sebebiyle artık cümlelerimizin hacmi ve sözcüklerimizin son kullanım tarihlerini hesaba katmak zorunda kalmayacak mıyız? içinde “olay” olmayan romanlar, üzerine makaleler yazmak için “kendi yazarını” bekleyen akademisyenler haricinde kaç okurun ilgisini çekiyor? örnek vermek gerekirse, şahsen kalemini çok sevdiğim şule gürbüz’ün en son yayımlanan iki ciltlik kıyamet emeklisi, pek hazzetmediğim faruk duman’ın anakronik yaşar kemal pastişi sus barbatus’u, behçet çelik ve ayhan geçgin’in romanları son yıllarda ne değiştirdi, neyi tartışmaya açtı, ne kadar gündem oldu? zaman yolculuğu yapıp hangisinin yayımlanmasını önleseydik türk edebiyatı eksik kalırdı? romantizmi artık bırakmalıyız, kabul edin veya etmeyin, edebiyat dünyası yalnızca sanat ve sanatçılardan müteşekkil bir mabet değil, ayrıca bir sektör. her ürünün güzel, iyi, enfes, muazzam bulunduğu bir sektör var olabilir mi? eleştirenin tefe konduğu, dışlandığı, yazarlar tarafından resmen sosyal medyada faş edildiği (evet, kendisini eleştiren okurları screenshot alarak takipçilerine linç ettiren yazarımsılar mevcut) bir sektörde “tüketici” olan okur satın alıp vakit ayırdığı kaç kitaptan tatmin olacaktır ve eleştirilmeyen, eksiklikleri vurgulan(a)mayan yazarlar kalemlerini nasıl kevgirden geçirecektir? böyle bir ortamda raflara “nitelikli” bir eserin konma ihtimali ne kadardır? acaba, sesli düşünüyorum şu an, acaba biz yazarlar artık birbirimizi yalamayı bırakıp biraz çatışsak fena olmaz mı? yani herkesin herkesi görünürde sevdiği şu ortamdan yayılan kenef kokusu sizin de burun direğinizi sızlatmıyor mu? yine sesli düşünüyorum, bizi bize anlatan bizden ibaret ve bize mahsus kalmakla malul eserler vermek yerine yavaştan yavaştan 510 milyon kilometre karelik bir gezegende, binlerce farklı kültürün içinde var olduğumuzu hatırlasak da eserlerimizi farklı dillere tercüme edilmeleri halinde yabancıların “fransız” kalmayacağı bir muvazenede hazırlasak edebiyatımıza ihanet mi etmiş oluruz? allah aşkına ne zaman köye tayini çıkan şehirli öğretmenin taşralılarla yaşadığı çatışmadan sıkılacaksınız?

    not: istemeden nbc’ye de giydirmiş olduk:p

    daha bir sürü soru, bir sürü tartışma konusu var ama şu sorunun kıratı hepsinden daha yüksek: şiirin akıbeti belliyken daha ne kadar “hayır canım, edebiyat değerini muhafaza edecek” diyerek gelmekte olan tufanı inkâr etmeye devam edeceksiniz?
  • "ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan? her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. o zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? umutsuzluk susar. kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir bir anlam taşır. gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır."
    albert camus , 1942'de yayınlanan yabancı'da böyle demişti.
    umut ve edebiyat.. kaç kişi böyle bir ilişki kurabilir? ama doğrudur; her şey bitti dediğimizde edebiyat imdadımıza yetişir; umutsuzluk uçurumunun kenarında elimizden tutar..edebiyatın olduğu yerde umutsuzluk da yoktur, yalnızlık da..
  • "bazı metaforlar, sokakta yürüyen insanlardan daha gerçektir. kimi kitapların kıvrımlarında saklanan tasvirler nice erkeklerden, nice kadınlardan daha berrak hayatlar sürerler. bazı edebi cümleler, insanlar gibi birer kişiliğe sahiptir." *
  • 'edebiyat'ın 'edeb'den geldiği kanısı, esasında tamamen arapça kaynaklı bir yanılgıdır. arapça yahut arapça'dan etkilenmiş dillerin kullanıldığı coğrafyalarda, edebiyatın edepten geldiği düşünülebilir fakat dikkat edelim: edebiyat kelimesinin kökü arapça'dır. ve edebiyat kelimesinin kendisi, az evvel andığımız coğrafyadan çıkan yazmaya dayalı sanatın önündeki en temel engellerden biridir. chuck palahniuk, william burroughs gibi yazarların ülkemizde ve bilhassa bu çağda yasaklı olduğunu düşünürsek, demek istediğim daha rahatlıkla anlaşılabilir.

    halbuki latince, insanlığa "litterae" gibi tüm önyargılardan muaf bir kelime sunmuş. yazıya dayalı sanatları fersah fersah ötelerde bulunan bazı batı dillerinde bakalım insanlar bizim edep'le ilişkilendirip edebiyat dediğimize ne diyorlarmış:

    fransızca: littérature

    almanca: literatur

    ispanyolca: literatura

    italyanca: letteratura

    ~~

    türk edebiyatının sırtındaki genel-ahlakçı kambur ivedilikle kaldırılmalı ve gerekirse bu ülkü yolunda edebiyat kelimesi dahi terk edilebilmelidir. illa litterae'den kelime türeteceğiz diye bir şey yok. kalem sanatını şu 'edep' kamburundan kurtaralım, bir ferahlayalım yeter. ufkumuzun genişliği bize yetecektir.

    ayrıca:

    edebiyat kelimesinin etimolojisi
    literatür kelimesinin etimolojisi
  • benim bir dayım vardı. öğretmen. çocukken fiziğe merak saldığından değil anadolu köylerinde doğmuş çocukların fakirliğini bastırmanın en kestirme yollarından biri olduğu için öğretmenliğe heves etmiş. bunu kötü bir şey olduğu için söylemiyorum. çoğu zaman ayakkabısı delik gidip gelmiş dayım okula. köyünde okul yokmuş. en yakın okulsa şehir merkezinde. bıkmadan her gün oraya yürümüş sonra geri dönmüş. liseden sonra üniversiteye girmiş bitirir bitirmez doğuda bir köye tayin edilmiş. fotoğrafı bile var. tek göz odada duvara yapıştırdıkları kağıdın üzerine karaladıkları hasret dolu sözleri içeren bir fonun ev sahipliğinde çekilmiş. elinde muntazaman tuttuğu sigarası görülürken şedid öfkesi fotoğrafa sığmamış ki onu kadraja almamışlar. bir süre orda öğretmenlik yapıp doğduğu topraklara yani her gün yürüyerek gittiği liseye geri dönmüş. sonra müdür muavini olmuş ki fotoğraflara sığmayan şedid öfkesini cümle alem bilsin. o lisede okumaya başladığımda geleceğim dayımın kaygısı haline dönüştü birdenbire. babamla tamaşa ettikleri tek konu ne olacak bu oğlan idi. zaman zaman bize gelip bana kravat bağlamayı öğretip, gömlekleri ütülü giymeyi ve pantolonumun içine sokmam gerektiğini, saçlarımı kısa kestirmemi söyleyip derslerini ihmal etme cilasını da çektikten sonra toyotasına biner giderdi.

    o giderdi ama ben evde kalırdım. ta ilkokuldayken aldığım kütüphane kartım ile edindiğim kitapları çıkarır okumaya başlardım. dostoyevski, tolstoy, cervantes, gorki, steinbeck, balzac, stendhal gibi yazarlarla ahbablık ederdim. dünyam belki okuduğum kitapları ile değişmezdi ama hayalgücü kıymetli şeydi benim için. çünkü rüya göremezseniz tek şansınız kalır geriye fırsat buldukça hayal kurmak. yatağıma yattığımda bazen o tarlada çalışanlardan biri de ben oluverirdim. uyursam karabasanlarla dolu bir gece geçirirdim. ağzımı kapadığımda dişlerimin şeker gibi eridiğinden tutun, beynimi yiyen maymunlara varıncaya dek geniş bir skalada kabus görürdüm. annem başımda beklerdi. onca bilindik ve klasik kitaplar dışında şimdi kime ait olduğunu bile hatırlamadığım gerekli/gereksiz bir dolu kitap daha okudum o yıllarda. ama hem dayımın hem babamın dünyası benimkinden biraz farklıydı. onlar büyüktü ve benim sahip olmadığım gelecek endişesine sahiptiler. onlar rüya görüyordu, ben karabasan. liseyi bitirmeme yakın bir zamanda babam hazırlan dayınla sınava gideceksiniz dedi. isyan etmedim. beni beden eğitimi öğretmeni olmam için ikna etmelerine gerek yoktu. onlar istiyordu ben susuyordum. spora olan ilgimin on katı kadarını kitaplara duyuyordum ama bunu ne babam biliyordu ne de dayım. mesela babamın hiç kütüphanesi olmadı benim. büyükçe dolabının içinde sakladığı bir kaç tane kapağı resimli polisye romanı ve ajandanın içine yazıp sakladığı şiirlerini saymazsak edebiyat namına hiçbir şeye sahip değildi. dayım fizik öğretmeni olması münasebetiyle kütüphanaye sahipti ama geneli ideoloji kokan kitaplardı bunlar ve ellememiz yasaktı. uzaktan kapaklarına bakıp ne anlattığını merak ederdim.

    beden eğitimi öğretmeni olmam için gereken tüm hazırlıklar tamamlanınca dayımın enjeksiyonlu toyotasına binip yola koyulduk. kayıt işini daha önce babamla halletiğimizden gidip gereken evrakları aldık ve sınav için beklemeye başladık. ilk etap 1500 metre koşuydu. numara verdiler bize. herkes bu numaralar ile sıraya geçecek dendi. numaramı aldım. benden hemen sonraki aday da numarasını aldıktan sonra yanıma geldi ve beraber koşacağız sanırım dedi gülümseyerek. temiz yüzlü bir insandı. ben o zamanlar çekingendim. gerçi halen öyleyimdir. bana sınav hakkında bildiklerini anlatmaya başladı ayak üstü. eğer kazanmak istiyorsan bir sürükleyenin olması lazım dedi. ben daha önce girdim istersen tavşan ben olayım benimle birlikte koş dedi. bu tip yarışlarda koşucular çok çirkef olur dikkatli ol, yorulursan bana bak güç al dedi. kabul ettim. sıraya girdik. önümde futbolcu olduğundan bahseden iri kıyım biri vardı. yanımda beni sürükleyecek olan çocuk. yarış startı verildiğinde önümdeki iri kıyım bilerek ya da bilmeyerek dirseğini boğazıma geçirdi. yanımdaki arkadaş bırakma koş diye bağırdı. hırsla koşmaya başladım. bana onu kovalama beni bekle diye bağırıyordu ama ben o dirseğin peşine takılmıştım bir kere. hırsımdan ölecektim. sonra kondisyonum yetmedi yavaş yavaş geri düşmeye başladım yarışın sonlarına doğru. son bir gayretle hadi diye bağırdı bana ama artık koşacak dermanım yoktu. o gitti allahuekber diyerek bitişi geçerken ben ağzımdan gelen kanı yere tükürüyordum. dönüş yolunda dayım benimle hiç konuşmadı. sonra o yıl üniversiteye girdim. özel yetenek gerektirmeyen bir bölüme. dayım, babam sevindiler. annem kazandığımı duyunca şok geçirdi. 17 yaşındaydım. tüm ailemin beni gerizekalı sandığını anladığımda 17 yaşımdaydım ve edebiyat sanırım bana böyle davranmazdı.

    edebiyat koşudur bir nevi. insan bazen kendisini sürüklemesi için bir sese ihtiyaç duyar. işte edebiyat ihtiyacımız olan tüm o sesleri sağlayacak velud bir eczane gibidir. boğazınıza çakılan bir yumruk, kanayan bir yara, karabasanlar ve sair... hepsinin ilacını tek bir hamlede gırtlağınızdan geçiriverir edebiyat eğer çağrısına uyaklı adımlar atarsanız. kimi zaman şems, kimi zaman lokman hekim'dir. edebiyat kıymetlidir aziz dostlarım. gülümser size. hah tamam oldum ben dediğiniz an karşınıza bir şiir çıkarır elinizi koyacak yer bulamazsınız. karşınıza birini çıkarır merhem olur kimi zaman yaralarınıza. bazen şems'inizi çıkarır karşınıza beraber yürüyün der, yol verir. kıymetlidir edebiyat. babamın bir kütüphanesi bile olmadığı için değerlidir.

    şerh buraya düştüğü zaman incinir mi bilemiyorum.
  • ona seni özledim demezsin. bir şey söylersin ve o senin onu özlediğini anlar. öyle birşeydir.
  • -edebiyat yapma lan!.. felsefe yapma ulan!.. caz yapma ülen!l aflarının vecize olduğu bir ülkede yazar olmak, edebiyatın tarifini yapmak cehennemde kartopu oynamaktan kolay mıdır, zor mudur sorusunu getirir edebiyat akıllara?..
  • "bazı eski kitaplara mezar yapmak için açılmış bir çukurun yanındaki toprak yığınının ardına saklanmıştım, edebiyat babasının tek diniydi, bir kitap yere düştüğünde alıp öperdi, bir kitapla işi bittiğinde, kitabı sevebilecek birine vermeye çabalardı ve buna değecek birini bulamadığında onu gömerdi." *
  • "edebiyat fosfor gibidir: ölmeyi denediği anlarda parlar en fazla." (r.barthes)
    (blanchot'nun herhangi bir kitabına epigraf olabilirmiş)
  • adının "edebiyat" değil de başka bir şey olması lazım gelseydi,
    "nar" yaraşırdı.

    *ekleme: haydar ergülen'den ilhamla.
hesabın var mı? giriş yap