• yeşil ipek gömleğinin yakası
    büyük zamana düşer.

    her şeyin fazlası zararlıdır ya,
    fazla şiirden öldü edip cansever.

    cemal süreya
  • şöyle düşünmüşümdür hep, hani bir kadının bacağına dokunmaksa mevzu onu en iyi cemal süreya yapar; fakat bir kadının peşi sıra yürüyüp ardında bıraktığı saçının kokusunu duyumsamaksa amaç, işte o edip cansever'in işidir.

    turgut uyar ise uzaktan izler.

    hepsini çok seviyorum o ayrı.
  • "vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
    vaktinde anlamanın sevinci mi
    ya da biraz geç kalmanın
    o gereksiz tedirginliği mi
    hangisi

    ama belli ki sonundayız herşeyin
    en sonunda."
  • "otursak bir akşam üzeri
    sen bana hiç bilmediğim bir hikaye anlatsan
    bildiğim bir hikaye de anlatsan
    ben bilmezden gelirim, söz!"
  • anadilim iyi ki türkçe diye şükrettiren şairlerden.

    "bulanık çıkmış fotoğraflar gibiydim, görünümsüz
    yalnızdım, karışıktım beni tanıyan kimseler yoktu
    hiç yoktu. içime kapanıktım
    büyük ağaçların altında
    havuzun kırık taşları arasında
    bilmezdim mutluluk nedir
    bilemezdim.
    alıp başımı gitmek isterdim
    ısterdim ama, kalırdım."
  • intihar etmeyip bu dünyaya katlandığı için, en az bir* kişinin intihar etmesine engel olmuş şairdir.
  • "insanin insana verebilecegi en degerli sey yalnizliktir." demis; dogru demis.
  • *
    tam adı ömer edip cansever, penbe hanım ile fazlı cansever' in oğlu. saraçhanebaşı' ndaki 56. ilkokul' da (1940) ve kumkapı ortaokulu' nda (1943) okudu. istanbul erkek lisesi' nden mezun olduktan (1946) sonra girdiği yüksek ticaret okulu' ndaki öğrenimini yarım bırakarak babasının kapalıçarşı' daki dükkanında ticaret hayatına atıldı. istanbul' da hadımköy ve ömerli' de askerlik görevini tamamladıktan sonra 1976' ya kadar kapalıçarşı' daki dükkanında antikacılık yaptı. nevzat üstün ile birlikte "nokta" dergisini çıkardı. (8 sayı, 1951). bodrum' da yaptığı tatil sırasında beyin kanaması geçirdi ve getirildiği istanbul' da (28 mayıs 1986) öldü; aşiyan mezarlığı' na gömüldü. on dokuz yaşında evlendiği (1947) eşinden iki çocuk babasıydı.

    daha on üç yaşındayken çocuk dergisi "arkadaş" ta şiir yayımlayan (1941) edip cansever' in ilk şiiri ("düşünce") istanbul dergisinde çıktı (mart 1944). daha sonraki yıllarda şiirlerini "fikirler", "edebiyat dünyası", "kaynak", "yücel", "nokta", "yenilik", "yeditepe" gibi dergilerde yayımlandı. "büyük şehirde varlıklı bir delikanlının yaşama sevincini, tatlı avareliklerini dile getiren" (behcet necatigil) şiirlerini oldukça genç bir yaşta "ikindi üstü" adlı kitabında topladı. sonradan pişman olacağı bu girişimini, "1947' de, ne yazık ki bugün bile yakamı bırakmayan bir kitabı, ikindi üstü' nü yayımlıyorum" sözleriyle anar. lise öğrencisi bir şiir heveslisinin denemeleri olan ikindi üstü' ndeki şiirler, "garip" şiiri etkisinde, yüzeysel gözlemlerin şiirleridir ve orhan veli' den şu tepkiyi alır : "genç bir şairin, üstelik insana birçok umutlar veren bir şairin ilk çıkardığı kitap için kötü sözler söylemek istemem. bununla beraber oldukça önemli bulduğum bir nokta üzerinde durmadan da edemeyeceğim. ikindi üstü şairinin hoşlandığı birtakım olaylar bulunabilir. üstelik bunlar güzel şeyler de olabilir. ama bunları anlatmakla şiir söylenmiş olmayacağını, bunların şiirden ayrı şeyler olduklarını bu genç şairin düşünmesi lazım."

    edip cansever' in gerçek şiir serüveninin ilk ürünü olan "dirlik düzenlik", yer yer "garip" şiirinin etkisini taşısa da daha sonra "ikinci yeni" akımının şairleri arasında anılmasına neden olacak kimi özelliklerin de ilk ipuçlarını verir. bir yandan da, alaycı bir söylem ve üstten bir bakışla zengin-yoksul ikilemini "garip" şiiri yedeğinde işlerken, öte yandan sonraki yıllarda cansever şiirinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alacak bireysel temalara yönelir. söz konusu kitapta, şiirini toplumun sorunlarına açmak çabsında olan cansever, ilk kitabındaki yüzeysellikten arınarak öze ve anlatıma ağırlık veren bir üslup edinme çabası içindedir; henüz, kurduğu dil yapısı ve söyleyiş özellikleriyle dönemin ortak şiir anlayışından kopamamıştır, ancak şiirin biçim sorunlarını da önemsediğinin ilk işaretlerini taşır. günlük konuşma dilinin sıkça kullanıldığı bu şiirler, cansever şiirine has ayrıntı ve inceliklerle örülerek ünlü "masa da masaymış ha" şiirine ulanır.

    "yerçekimli karanfil", dili ve söylemiyle, imge kullanımı ve "anlatım"dan yana tercihleriyle durmuş oturmuş bir cansever şiirinin daha sonraki doğrultusunu da belirleyecek ana ekseni sergileyen bir kitaptır. bireyi, doğa ve toplum içindeki ana birim olarak ele alan şair, biryei ve o bireyi dile getiren şiiri, doğa ve toplum içindeki karşıtlıklarıyla konumlamaya çalışır. her şiiri kendi içinde bağımsız birimler olarak görme ustalığına ulaşmış bir olgunlukla, içeriğin gerektirdiği biçimleri uygularken verili şiir anlayışının kalıplarını yıkmaktan geri durmaz. turgut uyar ve cemal süreya ile birlikte "ikinci yeni"nin önde gelen şairlerinden gösterilen ve 1959' da "dost" dergisinin soruşturmasında "en beğenilen şair" seçilen cansever, "ikinci yeni" diye adlandırılan şairlerin şiir anlayışları da, şiirleri de birbirinden çok farklıdır." görüşünü ileri sürer. behcet necatigil' e göre, cansever, 1950' lerden başlayarak varoluşçuluk akımı etkisinde, kişinin sınırlı, tekdüze dünya kargaşasında yerini araştıran ve düşünce payı ağır basan şiire geçti, bu yönelişiyle ikinci yeni şiirinin önderlerinden oldu."

    "umutsuzlar parkı", kesin ve yargılayan bir dille girişilmiş bir toplum eleştirisi, dönemin muhalif duyarlılığını birinci elden yansıtan bir kitap olacaktır. kitabın, özellikle, "amerikan bilardosuyle penguen" başlıklı birinci bölümü, "dirlik düzenlik" te ilk ipuçlarıyla beliren sınıf çatışmasının daha tutarlı bir biçimde dile getirilişini yansıtır. kitapta yer alan "umutsuzlar parkı" adlı uzun şiir ise cansever' in sonraki bütün kitaplarının ve baştan sona şiir macerasının değişmez varoluşçu ve nihilist izleği olarak, yalnızlığı, anlaşılmazlığı, uyumsuzluğu ve çaresizliğiyle bireyin gün içindeki durumlarını saptar; kırgın ve umutsuz bireyi döne döne anlatışıyla, umutsuzluğun içindeki arayış olarak "umud"u göstermeye çalışır. "dirlik düzenlik"teki ılımlı söyleminin tersine daha sert, yüksek sesli bir dile yeltenişin yer aldığı "umutsuzlar parkı"ndaki şiirleriyle henüz "yerçekimli karanfil"deki dil, biçim ve imge tavrına bağlıdır. aynı tavır "petrol" ve "nerede antigone" kitaplarında küçük değişikliklerle sürer. ancak "yerçekimli karanfil"den başlayarak toplumsal plana taşıdığı başkaldırı eylemi, bu iki kitapla birlikte evrensel nitelikte bir insan kavrayışına dönüşerek, insanlığın genel macerası içindeki "ben"i sorgulamaya giriştiği görülür. cansever şiirlerinde yer alan biçimiyle bu "ben", herşeyden önce parçası olduğu doğanın ve toplumun tanığıdır; insan (bireyi) olanca toplumsal konumuyla şiirine taşırken, kurduğu düşünsel arka planda da, bireyin "uyumsuz", "yalnız" ve öylece de "yabancılaşmış" bir kişi olarak portresini çizer; "sıkıntı" ve "ölüm" arasında kısır bir döngüye yargılı "ben"in kurtuluş çareleri arayan çabalayışında, ağırlıklı olarak duygu dünyasında oradan oraya savrulan "birey"i örnekler.

    bu dönemin ardından gelen "tragedyalar", cansever şiirini türk şiirindeki yerine olanca ağırlığıyla oturtan kitaptır; aynı zamanda cansever şiirinin "ikinci yeni"den farklı kanallara sahip olduğunun göstergesidir. "dize işlevini yitirdi" diyerek tiyatrodan esinlenen diyaloglar, monologlar ve iç monologlar kullanmaya başlar; düzyazının olanaklarını şiirde dener. içerik ve biçim şairin kendine has özellikleri, seçimleri ve özgünlüğüyle donanmış şiirlerin yer aldığı "tragedyalar", şiirde "dize düzeni"ni sarsan karakteriyle türk şiiri içinde apayrı bir kimlik kazanacaktır. tomris uyar, "tragedyalar"ı değerlendirirken şu saptamalarda bulunur : "tragedyalar' da mısra işlevini yitirmiştir. gittikçe solan humor, büsbütün silikleşir; aşkın sözü edilmez; iç-konuşmalarla desteklenen anlatım, yerini kesik, yalın ve tekdüze bir monoloğa bırakır. (....) cansever, ölümle sıkıntının dölleri diye adlandıracağımız kişilerini konuştururken "uyumsuz"u usul usul okşar, insanın isyanına güvenir; haklı hüzünler bulacağına inanır. bu kişilerin zaten çözülmekte olan bir toplumda yaşamaları, cansever' in, temelde umuttan ayrılmadığının, başka bir yarın beklediğinin kesin kanıtıdır." (r. tomris, papirüs, 2 temmuz 1966). eleştirmen mustafa öneş ise "tragedyalar" için şu saptamada bulunur : "kesin bir ayrım yapmamakla birlikte cansever' in "ikinci yeni" çizgisinden ayrılışı, "tragedyalar"la başlar. aslında, onun bütün yapıtları, kendi üzerinde oluşturduğu bir yaşam tragedyasının ayrı ayrı yılları içeren bölümleri gibidir. "tragedyalar" da, dünyayı, olayları, bir alkol akvaryumu içinde gözleyen, kendilerine ve birbirlerine yabancılaşmış çaresiz kişilerin yaşantısı verilir. etkilerden kalkan, ama, çevrelerindeki akvaryumu kıramayıp yarı yolda alkolle boğuldukları için bir türlü nedenlere ulaşamayan kişilerdir bunlar. kısır döngü burgacında çaresizlikle çırpınırlar, ölümden yaşama doğru sürüp giden göreli akışta yerlerini alamazlar. durumların sonsuz çoğaltılmasıyla bölümleri yitirilmiş bir zamanın bunaltıcı değişmezliğine vurgulanırlar." (milliyet sanat, 6 mayıs 1977)

    hemen bir yıl sonra 1966' da yayımlanan "çağrılmayan yakup", anlatımcı (öykülemeci) şiirlerin ağır bastığı bir kitaptır. şiirini, bir yandan yükselen toplumsal muhalefetin konu ve sorunlarına açan cansever' in, imgeden görece uzaklaşarak şiirini "anlatım"a yaslaması, dönemin sosyal ve siyasal hareketliliği düşünüldüğünde kaçınılmazdır. ama şiirinin asli ve değişmez eksenin yer verdiği "ben" ya da "birey" olgusu, cansever şiirini özgün biçimde bir yerde tutar; cansever, başkaldırının içerisinde yer alan, başkaldırı sonrasında gerçekleşecek dönüşümleri tutkuyla özleyen ve başkaldırı ruhundan beslenen bir bireyin şiirini yazar. bu iç içelik nedeniyledir ki, "çağrılmayan yakup" tan dört yıl sonra yayımlayacağı, "kirli ağustos"ta, 1970 öncesi sol siyasi eylemlerin etkilerini, sözkonusu eylemlerin içinde düşünsel ve duygusal varlığıyla yer almış birinin penceresinden yansıtır. yine dört yıl sonra, 1972 te yayımlanan kitabı, "sonrası kalır" ise 12 mart döneminde toplumsal planda yaşanan acıların ve etkisi 1980' li yıllara kadar uzanacak bir yenilginin ağııtlarıyla yüklüdür ve cansever, "içerden" biri olarak, yapılan yanlışı sorgulamaya girişir.

    birer yıl arayla yayımlanan "ben ruhi bey nasılım" ve "sevda ile sevgi" adlı kitaplarında cansever, toplumla birlikte bireyi de kıskacına almış bir karabasandan kurtulmaya çalışır gibidir. bir yandan, duygu dünyasının olabilecek en uç boyutlarına doğru engel tanımayan bir yolculuk başlatırken, öte yandan bilinçaltının kıyı bucağında gizlenmiş ne var ne yoksa hiç çekinmeden şiirine taşır. "ben ruhi bey nasılım"la ilk kez "tragedyalar"da denemiş olduğu "dramatik şiir" kalıplarını yeniden kurarak varoluşçuluk ve nihilizmden izler taşıyan şiir anlayışının doruğuna çıkar. şiir dili ve imge kullanımındaki arayışlardan vazgeçmiş gibidir; özellikle "yerçekimli karanfil"den başlayıp "sonrası kalır"a kadar hiç durmaksızın geliştirdiği şiir tekniklerini daha işleyip derinleştirerek "edip cansever sesi"ne ulaşır. "sevda ile sevgi", dramatik şiirin uzun yapısı ve anlatım bolluğundan yorulan şairin kenara çekilip de dinlendiği bir dönemin ürünü olarak yeniden kısa şiirlere dönüşüdür. cansever' in en lirik şiirlerinin yer aldığı kitap olan "sevda ile sevgi", mutlulukla dolup taşan ilk şiirlerle kendi içinde dönüşüme uğrar; umutla umutsuzluk arasında gidip gelir ve sonunda "sevgi"ye sığınır.

    "şairin seyir defteri", "eylülün sesiyle", "bezik oynayan kadınlar", "ilkyaz şikayetçileri", "oteller kenti" adlı kitaplarının yer aldığı şiirinin son döneminde, her yeni kitapta şiir dilini bir üst düzeye taşıyan, "ustalık" zaaflarına düşmeksizin şiiri arayan, araştıran, sorgulayan ve yeni deneyimlerden geri durmayan cansever, "şairin seyir defteri"yle birlikte, şiirinin hiçbir döneminde terk etmediği bireyin yalnızlığı, yabancılığı ve umarsızlığına ilişkin tüm imge ve motfileri farklı düzlemlerde yeniden ele aldı. 12 eylül 1980 asker darbesini "eylülün sesiyle" adını verdiği kitaptaki şiirleriyle karşıladı; kitapta şiirsel bakımdan "şairin seyir defteri"nde yer alan şiirlerin izini süren, her biri yılların şiir birikimi ve deneyimine dayanan, tek tek ince bir duyarlığın usta işi örneklerini veren toplam 16 şiir yer alır. bir anlamda 1971-72 döneminin muhasebesi olarak nitelendirilen "sonrası kalır"la karşılaştırıldığında "eylülün sesiyle"deki şiirlerinde sesi daha öfkeli, daha sert ve acılıdır. özellikle kitaba adını veren "eylülün sesiyle" başlıklı şiir, alttan alta duyurduğu öfkeyle, yaşanan acı ve ama geleceğe yönelik umuduyla hemen öne çıkar. hemen bir yıl sonra yayımladığı "bezik oynayan kadınlar" isimli kitabıyla, "tragedyalar" ve "ben ruhi bey nasılım"dan sonra üçüncü "dramatik şiir" deneyimine girişir. "manastırlı hilmi bey", "cemal", "seniha" kişileştirmeleri ekseninde bölümler halinde gelişen kitap, "ester' in söyledikleri" bölümüyle tam bir "kreşendo"ya ulaşır. "bezik oynayan kadınlar", cansever' in "dramatik şiir"de ne kadar usta olduğunu bir daha kanıtlamasının yanı sıra bütün içinde yer alan şiirlerin aynı zamanda özerk bir estetiği örneklemesi bakımından da önceki "dramatik şiir" deneylerinden ayrılarak farklı ve daha üst bir düzeyde yer alır. özellikle "ester' in söyledikleri" bölümünde yoğunlaşan lirik söyleyiş ve şiirlerin erotik içeriği, daha üst bir katmana taşır ve "bezik oynayan kadınlar"ın, "dramatik şiir"in uzun yıllar eskimeyecek bir başyapıtı olarak anılmasını sağlar.

    "ilkyaz şikayetçileri" adlı kitabıyla yeniden kısa şiirlere yöneldiği izlenimini veren şair, uzun şiirlerin anlatımı öne çıkaran tarzından büsbütün uzaklaşamadı. hemen ardından "oteller kenti"yle yeniden "dramatik kurgu" ve uzun soluklu söyleme yöneldi. "oteller kenti", cansever şiirinin ulaştığı gelişmeyi yepyeni bir düzlemde kanıtlar. "otel oteli", "eros oteli", "sera oteli", "phoneix oteli" başlıkları altında dört bölümden oluşan kitapta, oteller de kendi başlarına bir kimlik kazanmışlardır ve kitabın öteki kişileriyle sürekli bir etkileşimi var ederler. lirik söyleyişten "düz" anlatıma gidiş gelişleriyle, her türlü imgeden yararlanarak kurduğu zengin imge düzeniyle, "oteller kenti" ni şiirin sunduğu tüm olanaklara açarak şiir serüvenini yeni bir bireşimle taçlandırırken; içerikte de çağdaş bireyi, yalnızlığı, açmazı ve çaresizliğiyle dar ve her şeyiyle kısıtlı bir mekan olan "otel"e hapsederek, bireyin çıkışsızlığına yepyeni bir boyut ekler.

    enis batur' a göre, "cansever' in yapıtının bütününe bakıldığında, onun büyük bir atmosfer ustası olduğu göze çarpar. istanbul' un ana caddelerinde kaybolan, kuytu ara sokaklarda bu buluşun içinden kendi umutsuz arayışına kapılan antikahramanların bungun epopesi doğar. cansever, türk şiirinin çağdaş insanın yaralı portresini en usta biçimde çizen şairdir." edip cansever, yarattığı şiir estetiği ve ulaştığı imge zenginliğiyle çok kollu bir şiir damarı olarak, 1960' lı yıllardan itibaren türk şiirini etkileyen şairler arasında yer aldı. cansever' in kitaplarına girmemiş kimi şiirlerinin yanısıra bir dönem "yeditepe", "dönem", "değişim", "pazar postası", "dost", "türk dili", "yeni dergi" ve "yeni a" gibi dergilerde yayımladığı şiirin içerik ve biçim sorunlarına ilişkin yazıları, ropörtajları ve hakkında yazılmış değerlendirme ve eleştiriler ölümünden sonra "gül dönüyor avucumda" adlı kitapta toplandı.

    aldığı ödüller :
    "yerçekimli karanfil" ile 1958 yeditepe şiir armağanı
    "ben ruhi bey nasılım" ile 1977 tdk şiir ödülü
    "yeniden" ile 1981 sedat simavi vakfı edebiyat ödülü

    yapıtları :

    şiir kitapları :
    "ikindi üstü" - istanbul, 1947
    "dirlik düzenlik" - istanbul : yeditepe, 1954
    "yerçekimli karanfil" - istanbul : yeditepe, 1957
    "umutsuzlar parkı" - istanbul : yeditepe, 1858
    "petrol" - istanbul : istanbul mtb., 1959
    "nerede antigone" - istanbul : yeditepe, 1961
    "tragedyalar" - istanbul : de, 1964
    "çağrılmayan yakup" - istanbul : de, 1969
    "kirli ağustos" - istanbul : de, 1970
    "sonrası kalır" - istanbul : cem, 1974
    "ben ruhi bey nasılım" - istanbul : koza, 1076
    "sevda ile sevgi" - istanbul : koza, 1977
    "şairin seyir defteri" - istanbul : adam, 1980
    "yeniden" (bütün şiirleri) - istanbul : adam, 1981
    "bezik oynayan kadınlar" - istanbul : ada, 1982
    "ilkyaz şikayetçileri" - istanbul : adam, 1984
    "oteller kenti" - istanbul : adam, 1985

    diğer kitaplar :

    "gül dönüyor avucumda" (edip cansever' in anısına) - ist. : adam, 1987
    "yerçekimli karanfil" (toplu şiirler -1) - ist. : adam, 1990
    "şairin seyir defteri" (toplu şiirler 2) - ist. : adam, 1990
    "seçme şiirler" - ist. : adam, 1997

    kaynak | alıntı : >tanzimattan bugüne edebiyatçılar ansiklopedisi< >yky<
  • 95 yıl önce bugün, bir kadına* "ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç" dizesini yazmak için tanrı tarafından dünyaya gönderildiğini düşündüğüm, türk şiirinin ikamesi ve emsali olmayan en özgün şairi. "ikinci yeni"nin imge tanrısı...

    asıl adı ömer edip cansever'dir. ama o, sonradan üvey evlat muamelesi yaptığı ve ilk kitabı olan "ikindi üstü" adlı eseri hariç hiçbir eserinde bu adı kullanmamıştır. bu adı, ileride doğacak olan oğluna vermiştir. (bkz: ömer cansever) evet, ta kendisi; galatasaray spor kulübü, basketbol şubesi yöneticisi olan güleç abimiz.

    10 yıl kadar önceydi sanırım. safranbolu'dan güneye doğru bir grup arkadaşımla birlikte uzun yoldayız. saat sabaha karşı 4-5 sularında mezra benzeri bir yerde durduk. hayatımda o güne kadar gördüğüm en parlak yıldızları, o yerde görmüş olabilirim. arabadan indim ve küçük bir tabela gördüm. "atkaracalar" yazıyor tabelada. zihnimde bir şey belirdi ama nedense o an bir şeye karşılık gelmedi. sonradan hatırladım ki, edip cansever'in memleketindeymişim... hayat çok garip. çankırı'nın küçücük bir ilçesinden, "kim sevişirdi acıları olmasa" dizesinin sahibi bir adam çıkıyor.

    edip cansever, 1928'de çankırı atkaracalarlı bir çift olan pembe hanım ve fahri beyin oğulları olarak dünyaya gelir. ayten, edibe ve perihan adında üç kız kardeşi var. annesi ve babası hakkında, "annem beni çok sık döverdi; babamsa yılda 1-2 kez. tavan arasına kaçardım; merdivenlerden yorulur gelemezdi bazen annem. 'umutsuzlar parkı'nda yazmıştım bunu ama hangi şiirdi hatırlayamıyorum." diyor. ben hatırlıyorum;

    "dedim ya, annem de var, ama çay pişirmez size
    durur da durur işte yıllanmış heykeller gibi
    bilmem ki, bilmiyorum da, belki de benim annem yok
    belki de öyle beyaz ki, alışmış görünmezliğe."

    edip cansever kapalıçarşı'da bir antikacıyken, 1954 yılında çıkan büyük kapalıçarşı yangınından sonra dükkanını kaybeder. sigortadan aldığı para, o dönem yeni bir dükkan almaya yetmediği için kendisine mösyö jak adında bir ortak bularak, sandal bedesteni'nde asma katı bulunan bir dükkan alır.

    mösyö jak, edip cansever'e, o "asma katta" şiiriyle istediği kadar ilgilenebileceğini, kendisinin tüm işleri yapacağını söyler. işte o tavan arasında, edip cansever, aralarında "çağrılmayan yakup, kirli ağustos, petrol" gibi eserlerinin de bulunduğu 9 kitap yazar. belki de kasım 1954'te çıkan ve yaklaşık 1 ay süren o yangın, yüzlerce dükkanı kül etse de, bir bakıma ikinci yeninin en güzel şiirlerini okumamıza vesile olmuştur.

    edip cansever'in, şiir yolculuğundaki en önemli köşe taşlarından birisi, salah birsel'dir. salah birsel, edip cansever'in şiirlerini okur, eleştirir; birlikte metinlerinin üzerine konuşurlar. edip cansever, salah birsel için; "çok şey öğrendim ondan. nasıl mısra kurulur, şiirin bütünlüğü nedir, neler okumalı, nelere bakmalı?" der.

    tabi ahmet hamdi tanpınar faktörü var bir de. tanpınar, şairin ilk "şiir denemeleri"ni değerlendirirken; "çok güzeller ama şiir değiller." diyor. kendisi, edip cansever'in, komşusu. (komşuya bak) edip cansever, "çok kedili bir ev" olarak bahsediyor tanpınar'ın evinden. o meşhur kedilerin sahibi nigar hanım. ahmet hamdi tanpınar'ın ablası. tanpınar bir dönem ablası, erkek kardeşi ve eniştesiyle birlikte bu evde kalır. sonraları bir pansiyona yerleşir. edip cansever, ahmet hamdi tanpınar'a her fırsatta şiirlerini götürür. tanpınar da onun şiirlerini titizlikle okur. hatta edip cansever, tanpınar'ın şiirlerini okurkenki özenine ve disiplinine şaşırdığından bahsediyor. tabi o dönem şairler birbirlerini günümüz sanatçıları gibi dümdüz güzellemiyorlar. birbirlerinin şiirlerine dair görüşlerini açık açık dile getirip, çok ağır bir biçimde eleştiriyorlar. buna en güzel örnek orhan veli'nin, o dönem şairler arasında neredeyse peygamber olarak kabul edilen yahya kemal beyatlı'nın şiiriyle dümdüz dalga geçmesidir.

    "ve o haletle bütün kahkahalar nağmeleşir
    dilde yahya kemal'in şarkısı şehnâmeleşir."
    (bkz: efsane/#1673357)

    orhan veli'nin gazabından edip cansever de nasibini alır. orhan veli, "garip" akımıyla o dönemki edebiyat dünyasını komple karşısına almış olduğundan, belki de türk şiirinde en çok eleştirilen şair olsa da kendisinin de eleştiri üslubu bakımından, diğerlerinden pek aşağı kalır bir yanı yoktur. edip cansever ilk kitabı olan ve sonradan külliyatında yer vermeyecek kadar benimsemediği "ikindi üstü" kitabını yayımladıktan sonra melih cevdet anday, varlık'ta kitaba dair bir yazı yazar. bunun üzerine orhan veli, yazıdan, edip cansever'in bir dizesini alıntılayarak şu satırları kaleme alır:

    "bazı genç şairler şiir yerine hikaye yazıyorlar. bir şiirde birçok sanatlardan birçok unsurlar bulunabileceği gibi hikaye unsuru da bulunabilir. ama belkemiğinin şiir olması gerektir. hikayeye karışan şiir unsurunun o hikayenin hikayeliğini bozmaması gerektiği gibi. bunları düşünmeme son günlerde elime geçen bir şiir kitabı sebep oldu. ikindi üstü adını taşıyan bu kitabın şairini tanımıyorum ama, genç bir şair olduğunu sanıyorum. galiba da ilk kitabı. genç bir şairin, üstelik insana birçok umutlar veren bir şairin ilk çıkardığı kitap için kötü sözler söylemek istemem. bununla beraber oldukça önemli bulduğum bir nokta üzerinde durmadan da edemeyeceğim. ikindi üstü şairinin hoşlandığı birtakım olaylar bulunabilir. üstelik bunlar güzel şeyler de olabilir. ama bunları anlatmakla şiir söylemiş olmayacağını, bunların şiirden ayrı şeyler olduklarını bu genç şairin düşünmesi lazım. düşünmezse, hem kendine, hem de şiire kötülük etmiş olur."

    dikkat ederseniz orhan veli'nin eleştirileri, neredeyse ahmet hamdi tanpınar'ın eleştirileri ile aynı doğrultuda. velhasılkelam, edip cansever, yıllar sonra trt'deki bir programda, "ikindi üstü" ve "dirlik düzenlik" kitaplarında yer alan şiirleri için "13-14 yaşlarındaki her çocuğun yazabileceği, sıradan ve basit şiirler" tanımını yapar. yayımlanmasına izin verdiği, daha doğrusu "tüm şiirleri" basılırken kullanılmasını istediği şiirlere bakıldığında, "ikindi üstü"nden hiçbir şiir yok; "dirlik düzenlik"ten de yalnızca 4 şiir var. bu şiirlerin bir tanesi, şairin, ahmet muhip dıranas'a, "başıma bela oldu" dediği şiir olan "masa da masaymış ha" şiiri.

    1954 yılında yayımlanan ve edip cansever tarafından birkaç şiir hariç, tabiri caizse yok sayılan "dirlik düzenlik"in ardından 1957 yılında şair, türk şiirinde belki de en çok bilinen şiirlerden biri olan ve kitaba da adını veren "yerçekimli karanfil"i yayımlar. sonra olaylar gelişir. "yerçekimli karanfil", şairle özdeşleşir. aşiyan'daki mezar taşında bile bu şiirin bir tasviri vardır.

    "insanın insana verebileceği en değerli şey yalnızlıktır."

    "doğasın sen, doğasın, yarat beni yeniden... ey yalnızlığımı kuşatan yalnızlık..."

    "bir kişi bile değilim yalnızlıktan..."

    "bir yalnızlık üç diş ediyor dudaklarıma değdiği yerde..."

    "bulaşıcı bir virüstü yalnızlık..."

    ve daha niceleri. herhalde kadınlardan daha çok yalnızlığa ve kadehlere şiir yazmış olabilir. ilhan berk gibi. o da kutsardı yalnızlığı. ilhan berk demişken, edip cansever ilhan berk'i çok severmiş. bodrum'da son günlerini geçirdiği yazlığını, ilhan berk'in sayesinde aldığından bahseder anılarında.

    "ey yalnızlık, yalnız değilim
    sen bana başka türlü gelirsin
    yıllar yılı görmediğim bir arkadaş gibi
    kim bilir kaç kere unutmuşuzdur yüzlerimizi
    büsbütün yabancıdır konuştuklarımız
    birlikte olsak da bütün gün
    ilk karşılaşmanın güzelliği kadar sürer
    görüşmek üzere ayrılırız..."

    şiirindeki melankoli, macun gibi saf bir dramdan beslenmez. arabeskleşmez. bazen bir cin kadehinde, bazen chagall'ın mavilerle dolu bir resminde, bazense tek başına votka içen bir "leh yahudusi"nde peyda olur. "dalıp gitmiş gibiyim bir menekşenin ilk defa menekşe oluşuna..." dizesindeki naiflik, bâkidir kaleminde.

    bazen dizeleri, anasondan daha keskin kokar. günün herhangi bir saatinde okunduğunda tek başına bir meyhaneye götürür, öylece oturtup düşündürür insanı.

    "yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye
    içerde üç beş kişi
    yalnızlık üç beş kişi
    bir kadeh rakı söylerim kendime
    bir kadeh rakı daha söylerim kendime
    -söyle be! ne zamandır burda bu gemi
    -denizin değil hüznün üstünde.

    belki yarın gidecek
    bir anı gelecek bir başka anının yerine.
    insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine."

    şiirinde yalnızlık temasının yanı sıra varoluşçuluk kavramı da oldukça baskındır. özellikle "tragedyalar" eseri, tamamen varoluşçuluk felsefesi üzerine kurgulanmıştır.

    tragedyalar'da edip cansever, şiirini, nietzsche'nin tanrının ölümünü ilan etmesine ve marx'ın o meşhur; "katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor, ve insanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşulları ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar." sözlerine tekabül eden bir eksene yaslıyor. şöyle ki;

    "çünkü bir bir yıkılmakta açsanız radyoları
    sokaklar, köpekler, tanrının bütün eşyaları."

    ...

    "biter elimizdeki şey, biter her şey
    kalırız, kan gibiyiz, donarız bir tanrısalda
    seslerle ve kırık tırnaklarla
    ve donar çılgınlığımız: gemilerde hiçbir kaptan yok
    yok, çünkü denizler kocaman, ölüler büyük
    bir soğuk ay soğuk ve tenha
    duyulur. yalnızlık mevsim olur
    “ki çiçekler kendilerini toplar orada”
    ve zamanlar boğuşur, sırasız, biri bir ötekinden kalınlaşır"

    marx'ın, "yabancılaşma teorisi"nde bahsettiği, "insan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır." önermesi ile edip cansever'in şiirindeki "yalnızlık" kavramının organik bir bağa sahip olduğu kanaatindeyim. zira edip cansever'in şiirindeki yalnızlık mefhumunda, "yârdan ayrı düşmekten mütevellit, bir başına kalma" manasına gelen bir yalnızlıktan ziyade, insanın kendi içsel ızdıraplarından ve içinde bulunduğu topluma, çevreye, -bazen bedene- bir aidiyet hissedememekten ileri gelen bir yalnızlığın kast edildiğini düşünüyorum. "medüza" şiiri buna en güzel örnektir. hayatında hiç ikinci yeni okumamış birine dahi bu şiiri okutsanız, bir an duraksayıp, bir süre düşüneceğini zannediyorum. denemesi bedava.

    "derin, sessiz, iyi, böylece
    güz, ölülerini bırakan kuşlar
    yer kalmadı acıya ülkemizde
    derin, sessiz, iyi böylece
    gün ortası alacakaranlık bakışlar

    bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz
    biz o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar
    aşar söylediklerimizi çeker gideriz
    ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz
    kıyısında camların bozbulanık rakılar

    çizeriz yeryüzünü kaygısız ayaklarla
    yüzümüzdür bir yağmur ağırlığınca düşer
    sonra pek anlamadan içkiler ne çabuk biter
    ne kadar konuşursak o kadar bir sessizlik olur
    adımızı sorarız birine, o bize adını söyler."

    varoluşçu düşüncede, insan tabiata tek başına bırakılmış bir canlı olarak görülür. bir yaratıcıdan, bilinçdışından medet umulmaz. bireyin kaderinin, bireyin elinde olduğu düşüncesi egemendir. akımın en bilinen temsilcilerinde olan jean-paul sartre, "insanoğlu ilkin vardır, sonra şu ya da budur. kısacası insanoğlu kendi özünü eliyle yaratmak zorundadır; kişiliğini dünya sahnesine atılarak, acı çekerek, kavga ederek yavaş yavaş belirler ve tanımlama sonuna dek açıktır; insanoğlu ölmeden, insanlık yok olmadan ne oldukları söylenemez." demiştir.

    "medüza"nın ilk bölümünün son dizesindeki, "gün ortası alacakaranlık bakışlar" ifadesi ile aktarılmak istenen "şaşkınlık" metaforunun, doğaya bırakılmışlığı ifade ettiğini düşünüyorum. sartre, kişinin şaşkınlık ve iç sıkıntısının sorumlusunun, yine bizzat kendisi olduğunu ileri sürer. (bkz: bulantı)

    sonuç olarak edip cansever şiirinde varoluşçuluk düşüncesi, şairin ikinci yeninin imgesel zenginliğinden de sonuna kadar yararlanması sonucu, muazzam bir biçimde işlenmiştir. hatta şair, varoluşçuluğun neredeyse nektarına ulaşmış ve bu felsefeyi, tek dizeyle özetlemiştir:

    "ne gelir elimizden insan olmaktan başka..."

    sık okuyanlar bilir; sesleri "görmek" meselesine çok değinmiştir. şiirinde en çok "ses" kökünden türeyen sözcükleri kullanmış olabilir. sesleri ve sessizliği yalnız duymakla kalmaz; yer yer görür de. örnek vermek gerekirse;

    "parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
    gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
    onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
    her başlangıçta yeni bir anlam vardır.
    nedensiz bir çocuk ağlaması bile
    çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır."

    bir diğer örnek;

    "iki balığın sürtünüşünden çıkan bir sese dönüştü mutluluk
    duyulan değil, görülen bir sese..."

    bir diğeri;

    "çakılların üstünden yürüdüm
    yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki"

    bir diğeri;

    "ses, o benim çoğul hayvanımdır."

    bana göre nirvanası;

    "çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin
    ön dişleriyle belli belirsiz
    bir martı kalıyor gibidir hiç olmayandan
    çünkü biz ikimiz de çirkin değiliz
    evet mi hayır mı pek anlamadan.

    ne biçim bir sestir şu bizim dalgınlığımız
    bir tayın dişinde ince taflan
    az yaşlı bir kadında göğüs uçlarının
    yanarak sımsıcak bir kedinin ağzından
    dönüp iç çekmesine gece kuşlarının.

    sonra biz dağ başlarında apansız kurşunlanan
    süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların."

    sesleri "görme" meselesinin yazınımızdaki evveliyatı, 1000 yıldan eskidir. mevlana'nın, "kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür." sözü, buna en güzel örnek. benzer bir üslup, attila ilhan şiirinde de var. (bkz: cinayet saati)

    edip cansever, 1977'de kendisine türk dil kurumu şiir ödülünü kazandıran ve bana göre türkçe yazılmış en iyi metinlerden biri olan "ben ruhi bey nasılım" adlı destanında da varoluşçuluğa dair muazzam dizeler yaratmıştır.

    "ne peki
    yere dökülen bir un sessizliği mi
    göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
    işini bitirmiş bir org tamircisinin
    tuşlardan birine dokunacakkenki
    dikkati ve tedirginliği mi.

    ama belli ki sonundayız her şeyin
    en sonunda."

    gerçekten dünyanın bir sonu olsa ve bir mahşer yerinde tüm insanlık toplanacak olsa; ben de tanrı olsam, bu dizeleri yazardım o meydanın tam ortasına...

    ödül demişken aklıma geldi. edip cansever, murathan mungan'ın tanınmasını sağlayan yarışmada, şaire ödül veren jürinin içerisindeydi.

    murathan mungan da koyu bir edip cansever hayranıdır. kendisinin, en güzel şiirlerinden biri olan "yalnız bir opera"da edip cansever'in dizelerine göndermeler bulunur. şiirde geçen "mataramda tuzlu suyla oteller kentinden geldim" dizesi, ismet özel'in "mataramda tuzlu su" şiirine ve edip cansever'in ölmeden önce yazdığı son kitabı olan "oteller kenti"ne bir göndermedir. yine aynı şiirde geçen "oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar" dizesinin de bir diğer "ustaya saygı" ritüeli olduğunu düşünüyorum. zira, "çocukluktan kalma gökyüzü" dizesi, edip cansever'in, "gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor" dizesini anımsatırken, "hileli zar" metaforu, edip cansever'in "sera oteli" adlı şiirinin 8. bölümünde, "yaşamışım yazgının o hileli zarını" dizesiyle karşımıza çıkıyor. yine murathan mungan'ın hikayelerden oluşan "kibrit çöpleri" adlı kitabının adının, edip cansever'in, "ve mutluluk bir kibrit çöpü, ne kadarcık yanarsa..." dizelerinden öykünerek konulmuş olabileceğini düşünüyorum. zira kitabın arkasında şöyle yazar; "en kısa hikaye parçasına an denir. bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘bütün yaşamımız’ dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında... bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. gerisi bulanıktır. geçmişi anlar berraklaştırır. niye hikaye yazıyorum sanıyorsun?"

    edip cansever, "ben ruhi bey nasılım" şiirinin hikayesini anlatırken, "bugünümden çocukluğuma uzanan bir yol..." diyor eseri için. şiirdeki nesnelerin, kişilerin, mekanların neredeyse tamamı dekor. zamandan münezzeh, mevsimsiz bir destan. eşsiz bir rastlantısal olay örgüsü... meyhanede tek başına içen yahudi adam... kentlerden kentlere sessizce giden mektuplar... iş hanındaki kapıları açık terziler ve onun o meraklı çırakları, kalfaları... biri merdiveni çıkmayagörsün, hemen kulak kabartıverirler... ellerinin sıcaklığını ve inceliğini anlatmaya kıskandığı genelev kadını... günlerden pazartesi olduğunu bilen ama "gün nedir" bilmeyen otel katibi... başı derde düştü mü, kendini açık denizlerde bir kara parçası sanan tüm insanlık... ve daha nicesi...

    her dizesi, her kelimesi ayrı bir imge... her okunuşta yeni bir ayrıntı yakalanan, sonsuz bir şiirsel hazine.

    bu şiirin, spotify'da 70 dakikalık tek parça bir podcast'i var. okuyan kişiyi falan tanımıyorum ama size bir iyilik yapayım. bu bölümü kütüphanenize indirin ve 1 saat üzeri süren bir uçak yolculuğunda tek seferde dinleyin. uçağa bindiğiniz yer ile uçaktan indiğiniz yerin hava durumu ve coğrafyası birbirinden az da olsa farklıysa tadından yenmez. sanki bir zaman makinasına binmiş ve bir hiçlik deryasında, zamandan ve mekandan münezzeh bir astral seyahate çıkmış gibi hissedeceksiniz.

    "ve yıllarca sonra kadının ölüsünü
    bir bulantı cenazesi gibi kaldırdılar içimden."

    muazzam; her dizesi bir başyapıt...

    edip cansever şiirinde bir diğer baskın tema da içkidir. (bkz: edip cansever şiirinde alkol) şiirinde içkinin neredeyse her çeşidine rastlamak mümkün. rakı, bira, votka, cin, şarap... hatta "konyak" adında çok güzel bir şiiri de var: (bkz: konyak/#2906375)

    şair, müdavimi olduğu çiçek pasajı'nı anlatırken şöyle diyor: "yakama hiçbir zaman çiçek takmadım. ama çiçek pasajı'nın bizleri takındığı yeni koparılmış çiçekler gibiydik. bin dokuz yüz altmışlardaydık. sanki karaciğer sözcüğü sözlüklerde yoktu. içkiler dostça sokulurdu bize."

    çoğu kişinin çok şaşıracağını düşündüğüm bir detay aktarmak istiyorum. eray canberk'in "a'dan z'ye edip cansever" adlı kitabında, edip cansever; içkiliyken tek bir satır bile yazmadığını söylüyor ve devam ediyor:

    "bugüne kadar içkiliyken tek satır yazmış değilim. ben çok sağlıklı bir kafayla yazarım. hem sağlıklı bir kafayla, hem de küçük, ufak tefek mutluluklarla şiir yazmayı deniyorum, ya da yapabiliyorum. alkolle katiyen. alkol beni tamamen uyuşturur. örneğin, bazen meyhanede içerken aklıma bir şey gelir, garsondan bir tükenmez kalem alırım, kağıt peçeteye bir şeyler yazarım. bu bir huy, yıllardır yaparım bunu ama şimdiye kadar oradan bir dize çıkardığımı bilmem."

    şiir ve içkinin birbirine "müdahale" etmemesi gerektiğini savunmuştur. çalışırken çok sigara içermiş ama. samsun sigarası. insan gerçekten hayret ediyor. ben, bunu ilk öğrendiğimde çok şaşırmıştım. nedense, yazarken hep bir elinde kadeh olduğu düşüncesine sahiptim ama sonradan düşündüğümde neden böyle yaptığını anladım. olay örgüsü, nesneler, dekorlar ve başta bahsettiğim "melankolinin arabeskleşmemesi" tam da bu iş disiplini sayesinde olsa gerek.

    edip cansever'in şiiri, -birkaç tanesi hariç- manası direkt açık edilen dizelerden oluşmaz. imgeler, yansımalar manaya ulaştırır sizi. bunun en güzel örneği sanırım, küçük iskender'in edip cansever ile tanışmasına vesile olan anısıdır. bir de tabi "mendilimde kan sesleri" meselesi var. bambaşka bir boyut.

    "insan yaşadığı yere benzer
    o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
    suyunda yüzen balığa
    toprağını iten çiceğe
    dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
    konya'nın beyaz
    antebin kırmızı düzlüğüne benzer
    göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
    denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
    evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına"

    bu şiirdeki ahmet abi'nin kim olduğunu sıddık akbayır yazmıştı. cezaevindeyken, eşinin gönderdiği bir dergide şiiri okuyan ve çok etkilenen erdal öz, cezaevinden çıkar çıkmaz kapalıçarşı'ya edip cansever'in yanına gider. bir iki kelam ettikten sonra lafı malum şiire getirir ve edip cansever de erdal öz'e "gel seni tanıştırayım." der. erdal öz çok heyecanlanır, bir kayığa binerler ve boğaz'da bir süre seyrettikten sonra bir eve ulaşırlar. evde ahmet abi'nin eşi karşılar onları. ahmet abi, edip cansever'i görünce çok sevinir ve hemen eşine, bir sofra kurmasını söyler. sofra kurulur; evvela rakı gelir. ardından, domates, peynir ve salata... şiiri ezbere bilen erdal öz, dizeleri anımsar;

    "ve sana ahmet abi
    uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
    sofranı kurardı
    elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
    cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
    çocuklar doğururdu

    ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
    o çocuklar büyüyecek
    o çocuklar büyüyecek
    o çocuklar..."

    edip cansever'in 68 kuşağının devrimci gençlerini yad ettiği bu şiir, o dönem dilden dile dolaşır. edip cansever hiç tutuklanmaz, hakkında dava açılmaz. zira şiirde doğrudan adlar, kavramlar, sloganlar yoktur. şiir saf ikinci yenidir. imgelerin üzerindeki buğuyu kaldırmaya mahir olanlar, manaya ererler ve şiiri anlarlar...

    "ah güzel ahmet abim benim
    gördün mü bak
    dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
    ve dağılmış pazar yerlerine memleket
    gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
    gelse de
    öyle sürekli değil
    bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
    o kadar çabuk
    o kadar kısa
    işte o kadar.
    ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
    diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
    mendilimde kan sesleri."

    böyle bir şairdir işte edip cansever... tabi edip cansever'den söz edip en yakın dostlarını anmamak olmaz. cemal süreya ve turgut uyar. can dostları desek abartmış olmayız. özellikle turgut uyar'la olan dostlukları dillere destan. turgut uyar, yeni bir şiir yazdığında sadece edip cansever'e okutur ve fikrini alırmış. edip cansever'in, ekim 1985'te kaleme aldığı "turgut uyar" adında bir şiiri vardır:

    "dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki
    bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik
    iki tek votka içtik varmadan aşiyan’a
    konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık
    az sonra kalkıp gitti o
    kalakaldım ben oracıkta
    kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk
    - garson! bize iki tek votka daha."

    cemal süreya'nın adına bir şiir yazmış olmasa da özellikle "manastırlı hilmi beye mektuplar" serisinde bir cemal'den bahseder. bu cemaller'den bazıları cemal çullu'dur, bazıları cemal süreya'dır. hatta "manastırlı hilmi beye dördüncü mektup" şiiri şöyle biter:

    "bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
    iki kaktüs gibiyiz cemal'le ben
    kendi çöllerimizden koparılmış."

    "kendi çöllerinden koparılmış olmak" metaforu, cemal süreya'nın, amcası memo yüzünden erzincan'dan, ailece trene bindirilip bilecik'e sürgün edilişini temsil eder. bu sürgün hikayesini, cemal süreya başlığında daha önce kendimce yazmıştım.

    bu üç dostun birçok ortak özelliği olmasına rağmen bunlardan en bilineni, aynı kadına aşık olmalarıdır. namı diğer tomris uyar... üçü de tomris'e deliler gibi aşık olsalar da "geyikli gece" bir tek turgut uyar'a nasip olmuştur. cemal süreya, tomris uyar'ın ülkü tamer'le boşanmasının ardından tomris'le bir süre ilişki yaşamış, birlikte çeviriler yapmış, papirüs'ü yönetmiştir. evlenmemiş olsalar da ilişki yaşadıkları bilinir. sonrası malumunuz zaten; tomris hanım, turgut uyar'la evlenmiş ve ölene kadar da evli kalmışlar. ancak edip cansever platoniktir. tomris'e hiç kavuşamamıştır. tomris'i kadeh tutarken çok görmüştür ancak uzun bir yolda yürürken hiç görmemiştir...

    tomris uyar ile edip cansever, bir taraf platonik bir aşık olsa da muazzam iki dostturlar esasında. tomris uyar, anılarını yazdığı iki ciltlik "gündökümü" serisinde, edip cansever'in ölüm yıldönümü olan 28 mayıs'ta, "mavi uçlu bir kaptan" başlıklı bir anma yazısı yazmış ve edip cansever'in kendisine her doğum gününde bir şiir yolladığından bahsetmiştir. "mavi uçlu bir kaptan" da şairin, tomris uyar'a doğum günü hediyesi olarak yazdığı ve kitaplarında yer almayan şiirlerinden biridir. o yazıda tomris uyar, edip cansever'i anlatırken şöyle diyor:

    "sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. bitmeyen tek aşkın, gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu edip cansever öğretti bana. tek ihaneti, ölmesiydi..."

    "bir gün bir öğle sonu
    ne tuhaf, avucunda
    kalakalmış bir çocukluk durumu
    bana sorsa tam o sıra
    gözleri camdan bir haziran çukuru.

    susarsa susmayı da konuşan
    mavi uçlu bir kaptan."

    sosyal medya çıktığından beridir, gelişigüzel birkaç arabesk satır yazıp, altına bir şair adı iliştirmek moda oldu. bu mezbeleden, bir cemal süreya ya da bir can yücel kadar olmasa da edip cansever de nasibini almış, gördüğüm kadarıyla. sözlükte bile hiçbir kaynağı olmayan bir sürü söz, kendisine aitmiş gibi paylaşılmış. örnek vermek gerekirse; "sana fazla olduğumu dengin olan insanlarla karşılaşınca anlayacaksın." gibi... hayatında 2 satır edip cansever okumuş bir insan, şu sözün üstada ait olmayacağını bilir. edip cansever bunu diyecek olsa bile bu şekilde demez. şöyle der:

    "susmak, o ölüme denk susmak
    var ya
    bir tüfektir işte insanda
    hem de pırıl pırıl bir tüfek"

    yazdıkça idrak ediyorum; çok şey öğrenmişim edip cansever'in şiirinden. susmak, gerçekten de pırıl pırıl bir tüfekmiş. herkes konuşurmuş da, herkes susamazmış. hayat bir öğrenme serüveni. insan anlıyor zamanla. ne güzel şeymiş, bilinçaltında bu mısralarla yaşamak. susmanın gerektiği zamanda öylece susmuş olmak... hani diyor ya, "nedensiz bir çocuk ağlaması bile çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır." öyleymiş gerçekten de...

    cemal süreya'nın dediği gibi, gerçekten "fazla şiirden" mi öldü bilinmez ama ben ne zaman ölümü düşünsem, kendisinin sözlerini anımsarım hep:

    "kimsenin öldüğü yok, yaşadığı da. herkes biraz var o kadar..."

    bu dünyadan bir edip cansever geçti... doğum günü kutlu olsun...
  • "...
    yorulduğun zaman söyle
    susalım, hiç konuşmayalım istersen
    sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
    açık denizler gibidir zaten elimde
    her zaman, ama her zaman bir kıyıyı sezdiren
    ..."
hesabın var mı? giriş yap