• bu ifade bana ait, ama stoalı bir içtihatın trajik sonudur bu, 'bilge ya da özgür olan' diye sunulan beni çok üzdü bir kere bunu belirteyim; zira yunancasıyla kathekonta, latincesiyle officia yani uygun tutumlar'dan yargılamaya başladım bilge olan'ı. kendim için a priori tutumlarıma baktım, madem ki stoalılar, bilge kişinin sıradışı olduğunu onaylamaya hazır ilk kişiler, o halde ben'de sıradışı olan birşeyler var mı onlara bakmak için kendime vurmaya başladım, en trajik durumda, vurulduğumda ne gibi tepkiler verdiğime, düşüp ardından yeniden ayağa kalkıp kalkamadığıma baktım, becerip beceremediğime, kendimi savunurken, fikirlerimin şaşırtıcı olup olamadığına, plutarkhos 'un, bir eserinde bilge kişiyi tanımlarken kullandığı gibi; şairlerden daha çılgınca şeyler söyleyebildim mi diye baktım, meseleye kendimden dalarak girişmem, ilk yumruğu kendime atıyor olmam da yanıltıcı olabilirdi aslında, zira insan kendisine vurmaya başladığı zaman, kullanabileceği maksimum güç sınırlıdır, hem de kendisinden bağımsız başka şeylerle değil, bizzat kendisiyle sınırlıdır. yani benim kendime vurarak alabileceğim veriler ya eksik olacaktır, ya da tümüyle gerçekten bağımsız yargılara sebebiyet verecektir. o halde işe kendimden başlamamın, asıl ben'de var olan nedir, en trajik durumda verdiğim tepki nedir diye sormamın bir yararı olmayabilir, hatta beni yanlış bir yere sevkedebilir. o halde ben ne yapacağım; a priori, yani doğuştan bende olanlarla, ya da dış faktörlerle gelişmiş olan şey'lerime bile güvenemiyorsam, hatta ne kadar dışında olduğum konudan başlarsam, o kadar sağlam bir şekilde, bir trajik durumu idrak edebilirim de diyemediğimden, zira benim dışımda olan'ın da en can alıcı noktasının, kendisini tıpkı benim yapamadığım gibi 'kendi kudretinin sınırlı olmasından ötürü, kendisini layığıyla yargılayamayacak olan' olması beni bundan da alıkoyunca, o halde başlangıçta kendi kendini yok eden bir şey'le karşılaşmış bulunuyorum:
    öz'ün bilgisine ulaşmak mümkün değil. öz'ün bilgisine ulaşıldığı takdirde, o'nun özün ta kendisi olduğu da bilinemeyeceğinden, yukarıda sunduğum iki durumdan ötürü, öz'ün kendisinin öz olduğu sav'ı kanıtlanamayacağından, o halde başlığımıza ve bu entirideki konumuza uygun konuşursam; bilge kişi'nin öz'ü hususunda da olumlu veya olumsuz, veya amaçlanması gereken veya gerekmeyen şeyler hususunda konuşabilmem, ortaya veriler koyabilmem imkansızdır. yani 'bilge ya da özgür olan' ı tanımlayabilmem, ortaya örnekler koyabilmem benim şu anki düşün sistematiğim içinde imkansızdır. peki öyleyse; bu başlık niye var, bu entiriler niye giriliyor, bizzat entiri kelimesini ben entry yerine kullanmaktayım, o da zaten giriş demek, bu girişi girerken, madem başlıkta anlatılan öz'le ilgili tek söyleyebileceğim; 'bilge ya da özgür olan'ın kendisinin ortaya konamayacağı, o halde ben neden bu başlıkta bir şeyler söylüyorum;
    sebebi şu; bir sözlük yazarı, yani ekşi sözlük'te pek nam salmış bir yazar kişisi, sözlükten vazgeçmiş, ona seslenmem lazımdı, kendince haklı vazgeçiş nedenleri vardı, üzerinde durduğu sorunlar, sözlük yönetimiyle ilgili olur, sözlüğün genel yazar profilinin artık şahsını rahatsız ettiği mevzubahis olabilir, sözlüğün formatı canını sıkmış olabilir, canı sıkılmış olabilir, artık sözlükten eskisi gibi yararlanamıyor olabilir, olabilir oğlu olabilir.

    açıkçası banane, ama şu var, sözlüğün bir kişi nasıl tanımlanır, neden tanımlanmak zorundadır, tanımlanmalıdır, çünkü fikir ortaya koyuyor, tanımlanmalıdır çünkü zaten bunca fikir paylaşımı sonunda, tanımlanma gereği doğar, tanımlanma gereği de burası interaktif bir oluşum olduğundan, bunun bilincine de varmış kişi olarak zaten eklemeler de bulunduğundan, bu sefer devreye, yazar hakkında meraklar girer. gereklilik ve merak durumu aslında bana mythos'ların oluşumunu anımsatıyor; zira hikayeler korkuyla, merakla süslüydü, şimşek çaktığında bu bir şey olmalıydı, sümerde yaşayan adamın şimşek tanrısı kurgusu ile, asia minor'de yaşayan adamın şimşek tanrısı fikri ve yunan'daki zeus ile roma'da -her ne kadar yunan'dan ithallik ön planda ise de- iuppiter 'in benzer olmaları, bir şekilde kaçmak veya ondan yararlanmak gereğini doğurur, farklı yerlerde aynı şekilde yorumlanan, nüanslarla birbirinden ayrılan insani kurgular, aynı zamanda içlerinde, orjinlerinde merak'ı da barındırıyorlar. zira merak edilen şey öğrenilir, asli öğrenmenin ilk adımı merak'tır. merak'ın ilk doğurduğu sonuç da; bilginin başka bilgiyi açması oluyor. o halde bunu sözlüğe vurursak; yazılarını okuduğumuz kişiyi bilme gereğimiz ve bu merakımız çok doğal bir etkinliktir. yani bir sözlükçünün, sözlüğün hayatında bu haliyle yer almasından artık rahatsızlık duyuyor olması, o kişinin aynı zamanda bunu kamuya deklare etmesi, bunun sonunda tepki alsın almasın, sözlüğü bırakması; bakın başa dönüyorum, bırakmaktaki öne sürdüğü koşullar, tıpkı kendime döndüğümde, trajik idrakıma baktığımda elim boş, dönmüştüm, dışımdaki örneklere baktığımda, e zaten dışımda olanlar da kendi içlerinde kendi özlerine kendilerinden ötürü ulaşamıyorlardı; o halde 'öz'ün bilgisine ulaşmak mümkün değildi.' sorun olarak ortaya koyduğu öz'ün bilgisine ulaşamayan sözlük yazarı da yine yukarıda belirttiğim gibi; sözlüğü artık hayatında istememek gibi eksik bir yargıya varmış olabilirdi, zira kendisine bakan sözlük yazarı, bir takım çıkarımlar da bulunmuştu, yine kendisiyle ölçülebilir kudretiyle kendini yargılayıp, sözlükle ilgili kimi çıkarımlara varıp, bir eylem de bulunmuştu. işte bu eylemin bizzat kendisini 'bilge ya da özgür olan' başlığı altında incelemek istedim. şimdi sizinle çok samimi birşeyi paylaşmak istiyorum; sabahtan beri sözükteyim, beri yandan sürekli çalışıyorum, basurumu azdıracak kadar çok oturdum monitor başında, işlerim var, çevirim var, ama hakikaten bir hayli kendi işimde ilerledim, bugünlük aslında yeter ama yetinmeyeceğim, bu entirimi girdikten sonra tekrar işime döneceğim. fakat asıl itirafıma geliyorum; ben sözlüğe böyle uzun uzun yazmaya giriştiğim zamanlarda hep, "ulan yazıyorum ama, niye yani, insanlar okusa ne olur okumasa ne olur, cebime para girmiyor, şan şöhret şu bu imkansız şeyler, hem umrumda değil, hem böyle gelmezler zaten e o halde?" diye düşünüyorum, haklı bir sebep bulamıyorum, içimden geliyor; bu entiriyi girerken geldiği gibi, yazmak zorundayım, herkes yazsın, yazmak zorunda hisseden, sadece "istiyorum" diyen herkes yazsın, ne çıkar bundan, ben de tüm bu çabamı, bu yazılarımı illa ki bir kalıp içine sıkıştırmaya çalışırsam; belki de aktif dinlenme yapıyorumdur, dedim ya; gerekli işlerimi bitirdim, şimdi de sözlükteyim; yazıyorum dinleniyorum, ayağımı uzatıp tv izlemektense, burada yazarak, yani sanal da olsa (ki okumak eylemi ne kadar eyleme yöneliktir tartışılır.) insanlara karışıyorum, bunu oturduğum yerden yapıyor olmam da kendime döndüğüme vakit; karşılaştığım hatalı çıkarımım olamaz mı? tabi ki olabilir, yani ben kendi davranışlarımda veya benim dışımdaki davranışlarda yukarıda belirttiğim gibi natura'sını asla elde edemeyeceksem, asli sebebe ulaşma gibi amacım yokken neyse de, asıl varken ulaşamadığım, bazen de ulaştığımı sandığım karakteristiğin veya idea'nın yanıltıcılığı bu kadar netken; yukarıda bahsettiğim sözlük kişisinin vardığı sonucu 'bilge ya da özgür olan' çatısı altında değerlendirmemin sonunda ne elde edeceğim? öz'e ulaştığını, yani tavrını belli ettiğini gördüğüm bir arkadaşın, yani eyleme geçip bir şey yapmış bir arkadaşın kendi öz'ünü bilmemesi durumu/riski söz konusuyken benim bunu deşme çabamla ne elde edeceğim? elime geçen ne olacak? işte tam burada, bunu karşılamak istiyorum; ben bu entiride yazdıkları, yazacaklarımı yani, bilge başlığına da saklayabilirdim veya sözlük formatı başlığına veya ekşi sözlük başlığına veya duygusallaşırdım; jimi the kewl başlığına yazardım, çoğu kişi de "aman içiyordur, kendisine yazmak istemiştir." der geçerdi. zira kendi başlığına yazanların çoğunun yazdıkları şeyler, genelde his belirten şeyler. yani benim hissettiğim de budur! dediğim gibi bu konuda da yanılıyor olabilirim, ama ciddi ciddi hislenenler olabileceğini düşünüyorum, bana oluyor yani, ne diye dışarıda tutayım ki kendimi..
    yani bu başlıkta aynı zamanda stoalı zihin yapısının bilge olan'a dair neler ürettiğini de bulacaksınız, eğer bu entiriye sığdıramazsam, başka entirilerle de destekleyeceğim. nasılsa öz'üme olaşamıyorum, bari öz'e ulaştığını sanan'ların, sanılarıyla gülelim, eğlenelim, okuyalım, sıkılalım, ama hepsinin sonunda öğrenelim, anlamaya çalışalım. bu işin didaktik ve pragmatist yönü, beri yandan da otisabi 'yi sözlük seviyesine indirmiş/çıkartmış olalım.

    bilge kişi, doğaya göre, yani akla göre (bkz: ratio) (bkz: intellectus) yaşayandır. (bkz: secundum naturae) bu yaşayış tarzı, bilge kişi'yi tutkudan uzaklaştırır; gururlanamaz, açık yürekli ve sevgi dolu olmak zorundadır. 'sevgi dolu olmak' başlı başına ansiklopedi ciltleriyle değişik açılardan ele alınması gereken bir durumdur, inanılmaz görecelidir, kim neye karşı sevgi doludur, veya sevgi doluluğun sınırı nerede başlar nerede biter, bu sorularla çağlar boyunca birçok stoalı filozof ilgilenmiş. tabi bilge kişi'nin, tüm sıfatları saymışlar, ona bütün en üst dereceyi belirten nitelikleri yüklemişler. sevgi doluluğun sınırları üzerine bu entirimde konuşmak da aslında zor, zira gladiator de işine karşı sevgi doludur; cato da roma 'ya karşı sevgi doludur, fakat caesar da doludur, şartları farklıdır, 'sevgi dolu olma' zevahirleri farklıdır, değişik tezahür ediyor, biri "ceterum censeo carthaginem esse delendam" derken diğeri, "rem publicam sum" diyerek seviyor roma 'yı, orhan pamuk da seviyor mesela istanbul 'u, attila ilhan da seviyor, kim nasıl ve ne derece seviyor karşılaştırabilmek mümkün değil, o yüzden görecelilik bir kenara genel hatlardan söz etmeli; bilge kişi acıyı tanımaz. al işte bir sınırlanamaz madde daha. yahu hangi acıyı tanımaz? geçelim; bilge kişi bilgisi en yüksek olan'dır, masumdur, acımasız ama geçimlidir. tek zengin olan o'dur, işte bu yüzden tek zengin olan da o'dur! epiktetos 'a göre; herşey iki kulpludur; biri onu alıp götürebilmek için, diğeri onu alıp götürememek içindir.

    anımsayalım; jean brun 'un le stoicisme adlı eseri pek yardımcı oldu bana bu entiri girerken; bakın orada nasıl bir bilge kişi örneği yapılıyor;
    epiktetos, lateranus 'u anlatıyor.
    lateranus'un yürekliliğini anımsayalım. nero, ona, hükümete karşı giriştiği komplo hakkında sorgulamak üzere kendi azatlısı olan epafrodites'i yollar, lateranus ona şöyle yanıt verir:

    -söyleyecek bir şeyim olursa, bunu efendine söyleyeceğim.
    +hapse yollanacaksın ama!
    -ama oraya gözyaşları içinde mi yollanmam gerekir?
    +sürgüne gönderileceksin!
    -oraya, neşeli, umut dolu ve başına geleceklerden hoşnut gitmemi engelleyen ne?
    +ölüme mahkum edileceksin!
    -peki, mızmızlanarak ve sızlanarak mı ölmem gerekir?
    +bana sırrını söyle!
    -bunu sana asla söylemeyeceğim, çünkü bu bana bağımlı bir şey.
    +zincire vurun!
    - ne diyorsun dostum, zincire vurdurmakla bana gözdağı mı veriyorsun? yapamayacağına bahse girerim. zincire vuracak olduğun bacaklarımdır, istencime gelince, o özgürdür ve iuppiter bile onu benden alamaz!
    +birazdan boynunu kestireceğim!
    -sana ne zaman, boynumun kesilemez olma ayrıcalığına sahip olduğunu söyledim ki?

    bu sözler etki eder ve lateranus acılara sürüklenir, celladın ilk darbesi başını kesmek için çok zayıftır; lateranus bir an başını çeker, sonra, büyük bir metanet ve sabırla yeniden uzatır. (epictetos, entretiens, i,4)

    nietzsche 'nin zerdüşt 'ünde de benzer bir karşı duruş vardır; 'neden peki - işkence bana, el acısından zevklenen bilinmez tanrı?- ha ha! gizlice sokuluyor musun ne o? geceyarısı böyle istediğin ne? söylesene! sıkıştırıyorsun beni, bastırıyorsun- ha! pek de yanaştın şimdi! çekil git! çekil git! nefes alışımı dinliyorsun, kalbimi dinliyorsun, kıskanç seni-kıskandığın ne peki?.. ey işkence eden! ey- cellat tanrı!' (zerdüşt, büyücü 1, varlık yay. sf: 299) fakat nietzsche 'nin tanrıya karşı duruşu biraz bilgeliği aşıyor, zira karşı durduğu tanrı değil, müritlerin tanrısıdır, müritlerin tanrısına duruşunu da kendisine bağımlı olan şeylerden sayamıyorum; o halde nietzsche'nin stoalı anlayışına göre bilge kabul edilmesi olanaksızdır. he rne kadar celladıyla yüzleşmesi bunca bilgece olsa da.

    bilge kişi, arzularını, kendisine bağımlı olana göre ayarlar, bilir ki, 'dünyadaki bütün şeyler içinde, bir kısmı bize bağımlıdır, bir kısmı da bizden bağımsızdır. bize bağımlı olanlar, görüşlerimizdir, devinimlerimizdir, arzularımız, eğilimlerimizdir, tiksinmelerimizdir; kısaca, tüm eylemlerimizdir.'
    (epictetos, pensees, i)

    ölüm karşısında bile, bilge kişi şaşkınlığa uğramamalı, kişi kızgın, allak bullak ya da üzgün olduğunda, kendisinden, yani görüşlerinden başka hiçbir şeyi suçlamamalı. zira kendisine ait olan yukarıda da söylediğim gibi; kendi eylemleridir.herşeye yüreklice göğüs germekten gerçek bir mutluluk duyar; olayları kabul etmeyen, kendini evrenden dışlayan kişi, tıpkı bedenin geri kalanından ayrık olarak uzanmış, kesik bir el, kesik bir baş gibidir. stoacı felsefenin meşhur öğretilerindendir acıyı küçümsemek; hatta seneca 'yı düşünün, ölüme giden seneca'yı; de providentia dan alıntılamıştım zamanında; cato'yu düşünün, rutilius'u, sokrates'i, fabricius'u. hepsi bir şekilde ölüme gitmişlerdir. (bkz: tanri varsa niye bu kadar aci var soylemi/@jimi the kewl) (bkz: ne cok acı var/@jimi the kewl)

    marcus aurelius ise, herakleitoscu zamanın kaçıp gitme teması üzerinde durur: 'var olan herşeyin ve dünyadan gelen herşeyin onun tarafından götürülmesindeki ve göden silinmesindeki çabukluğu sıkça düşün. madde, sürekli bir akış içinde, tıpkı bir ırmak gibi; doğanın eylemleri kesintisiz değişikliklerle kendini gösterir, etkin nedenler, sonsuz biçim değişimleriyle (bkz: metamorphoses) tanınır: sabit olan hiçbir şey yoktur; artık var olmayan zamanın derin dipsizliğini ve bütün şeylerin yitip gittiği geleceği yanıbaşında gör.' kilisenin düşün yapısı da benzerdir; 'varlıklar, varolmakta acele eder; başka varlıklar, artık varolmamak için acele eder; ortaya çıkan herşeyde birşeyler çoktan sönmüştür.. bu ırmakla sürüklenirken, üzerinde hiçbir temel kuramayacağı denli geçici şeylere değer biçen biri var mı? bu tıpkı serçelerden birine sevgi beslemek gibidir; bir an içinde gözden kaybolacaktır.' (pensees, vi,15; jean brun, a.g.e., sf: 103-104)

    stoalı bilge ölümü dingin bir yürekle bekler, insan ölümlüdür, bütün insanlar ölüm sırasındadır, bütün insanlar yaşarlarken aynı zamanda ölmektedirler, yaşıyor olmak işte bu haliyle bir trajik olan'dır. (bkz: doğa ya da var olan) (bkz: insan ya da trajik olan) bir an içinde külden, iskeletten, addan, başka birşey olmayacaksın, hatta ad bile olmayacaksın. ad da, gürültüden başka, yankıdan başka birşey değil ki! yaşamda değer biçtiğimiz herşey boştur, kokuşmuştur, küçüktür: ısıran köpekler, birbirini döven, gülen, az sonra da ağlayan çocuklar.. öyleyse seni bu yeryüzünde tutan nedir? duyulur şeyler, binlerce değişikliğe açıktır ve sağlam hiçbir şeye sahip değildir, duyular, karışık algılamalardan başka birşeye sahip değildir. hepsi yanlış imago'larla doludur. yaşamsal kuvvetin kendisi de bir kan buharıdır; insanların ne olduğuna bakarsan, zafer de birşey değildir.

    hatta madem kan'dan bahsettik; "zavallı insanlık! - beyindeki kanın bir damla fazla ya da az olması, yaşamımızı tarif edilemeyecek kadar perişan ve zor hale sokabilir. öyle ki, prometheus`un akbabadan çektiği acıdan daha fazlasını bu bir damla kandan çekeriz. ama insan nedenin damla olduğunu bile bilmeyip, "şeytan!" ya da "günah!" diye düşünürse, en korkunç durum işte o zaman ortaya çıkar." deyip yine şöyle soracaktır nietzsche; "biz, katiller kendi aramızda birbirimizi nasıl teselli edebiliriz? dünyanın bugüne kadar sahip olduğu en kutsal ve en güçlü şey kanlı bıçağımızın altında can verdi. bizi bu kandan kim temizleyecek? hangi su, bu kanı temizleyebilir? bu suçun cezasını nasıl ödeyeceğiz?" aslında atilla erdemli hocaya göreyse; 'nietzsche 20. yy.'ın başında öldüğünde, insanlık, barbarligini örten maskelerinin pek cogunu henüz cikartmamişti. iki dünya savaşına, gaz odalarından atom bombasina degin bircok yontemle gercekleştirilen toplu öldürmelere, bu iki savasın dogaya ve insana getirdiği yikimlara ve 20. yy. boyunca sürüp 21. yy.'a atlayan bolgesel savaslarda, bu yikimlarin onlara, yirmilere katlanısına; insan yasamini ayakta tutan değerlerin paramparca edilisine, barbarliğin en uygar giysiler içinde siritarak ortaya cikişina tanik olmamişti. eğer insani asagilayan bütün bu olaylara nietzsche tanik olsaydi, sanıyorum "tanrı öldü!" diye bagirmazdi; "öldürün şu yeni tanrıyı! yok edin şu yeni dinin mabetlerini! tutuklayin müritlerini!" diye haykirirdi. o haykırırken, öldürülmesini istediği yeni tanrı, tutuklanmasini istediği müritleri ile ona en trajik cezayi verirdi: dünya barış odülü.' (bkz: insan ya da trajik olan)

    bilge kişi, özgür olan ya, ne bekliyor öyleyse; huzurla söneceği, belki de yer değiştireceği anı mı? o meşum an (bilge kişi o anı meşum olarak görmez.) gelene kadar, bilge kişiye ne gerekiyor? anımsamalı ki; 'bedenin ve tinin sınırları dışında kalan hiçbir şey, ne insan ait ne de onun gücü altında.' (pensees, v. 33) şatafat, şehvet, şan, hep boş şeylerdir ve küçümsenmeyi hak eder; ölüm, doğanın bir işlemidir, dolayısıyla ondan kaygı duymamalıyız, doğaya yararlıdır, çünkü kendisinden başka şeylerin doğacağı bir çözülüştür.

    cicero 'nun ise officia sı ve çıkarımları şöyledir;

    1-yalnızca güzel (honestum; daha çok ahlaki olan) iyidir.
    2- erdemi elde etmiş kişide, mutlu olmak için hiçbir şey eksik değildir. yanızca bilge kişi, yetkinliğe ulaşır.
    3- bütün hatalar değer, bütün düzgün eylemler değer, bu yüzden de iyilikte ve kötülükte derece yoktur.
    4- akılsız insan, bir çılgındır; aslında yalnızca akılla uyuğmaz değildir; kendi kendisine ve dünyaya da yabancıdır.
    5- yalnızca bilge kişi özgürdür! ve akılsız her insan bir köledir, bilge özgürdür, çünkü olması gerekeni ister, yalnızca o, istence sahiptir; sağduyudan yoksun olan, edimlerinin nedenini anlamaktan acizdir, bu yüzden, bilgeliğe sahip olmayan biri tarafından tamamlanmış en soylu eylem, erdemin görünüşlerinden başka birşeye sahip değildir.
    6-yalnızca bilge kişi zengindir, sonuçta o kimsenin ondan alamayacağı birşeye sahiptir: iç özgürlük

    tüm bunlar aslında bilge kişiyi tanıtıyor bize; fakat merakta bırakmamak lazım; uygun olan yani kathekon, demek ki, yeğlenir olanların yani proegmena 'nın, araştırmasına dayanır, yeğlenir olan, insandan üstün olan bilgenin ulaşabildiği, birinci sıradaki şey değildir, ikinci sırada yer alandır, bunlar doğanın en sık görülür erekleridir. demek ki, bilgenin mutlak erdeminin yanında bir de insanca erdem türüne yer vardır; bu, bilgelik ve mutlak bilgi (bkz: sophia) değil, sakınımlılık (bkz: phronesis) ve ussal düşünmedir. (bkz: ratio) sakınılan yer nedir, kişi bunu bulur, sanal dahi olsa bulur, hatta içinde yaşar, bulmasına da gerek yok, yaşadığı için sakınması gerektiği şey'in farkında olur, farkında olmayanlar zaten onu başka türlü yaşıyordur, o halde başka türlü yaşayışı da onu öyle farketmiş olmasıyla alakalı olduğundan, o halde; sakınmasına da gerek yoktur. sanırım otisabi de dediğimi anlamıştır, sakınmak, ama ne'yden sakınmak, kendini uzak tutmak, nerede yazmak, bakın pragma'ya döndük. zaten tanımlayamadığım bir başlığa böylesine uzun bir entiri döşeyebilme kabiliyetim değil midir, benim de sakındığım bir şeyden bir nevi? stoalı içtihatın bir trajik sonuna değindim sadece,biraz ışıklar yakar kafalarda umarım.
11 entry daha
hesabın var mı? giriş yap