6 entry daha
  • aslında çağdaş dünyanın temellerini salt bir kültüre bağlayarak, varı yoğu onunla açıklamaya çalışmak elbette ki handikaplar barındırır içinde. bu hususta sözlükte iki başlık altında çeşitli zaman dilimlerinde ve coğrafyalarda kültürel etkinliklerin, kültürler arası alışverişleri göz önünde tutarak süreç ve yolculuk temaları üzerinde durmuştum: mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci ve tanrı kral kültünün doğudan batıya yolculuğu. hikayeye bir başlangıç noktası belirlemenin aslında güç olduğunu, bu akdeniz havzasında çeşitli kültürlerin savaş ve ticaret başta olmak üzere çeşitli sebeplerle mutlaka birbirlerinden etkilenmiş olduklarını söylemeye çalışmıştım. ama elimizdeki verilerden bir kısmı gerçekten bazı hususlarda, yunan düşüncesini modern dünyanın kimi değerleri için başlangıç kabul etmemize bizi itiyor. o yüzden tümden kabul ediş ile tümden reddediş çabalarımız ayrıca "avrupa nin eski yunan zaafi" olarak değerlendirebileceğimiz bir takıntısının olup olmadığını tartışmak kimi yanılgılara götürecektir bizi.

    önce bir şeyin altını ısrarla çizmemiz lazım. yunan'dan ne anlıyoruz ki, avrupa'nın bir zaafı olarak bunu değerlendiriyoruz. bu bahis önemli.

    örneğin; bu alanda cumhuriyet dönemimizde ilk kafa yoranlardan bir nevi üstad halikarnas balıkçısı 'nın yunanistan'ın topyekün yüceltilip, bütün masalların oraya aitmiş gibi gösterilmiş olmasından ve araştırmacıların söz konusu kabullere kuşkuyla yaklaşmamış olmasından rahatsız olduğu açıktır. “bu uygarlıkları inceleyenlerin çoğu batılı olduğu için, bunlar insanoğlu tarihini insansal değil, hiristiyansal ve indo-avrupasal bir açıdan incelemişler ve tarihi hep kendilerine doğru yontagelmişlerdir.” (h.b., anadolu 'nun sesi, sf: 60) diyen balıkçı duruma isyan eder: “.. anadolu efsanelerini kimin yazdığı ya da düşündüğü belli değildir. hepsi de hellenistan mitleri (efsaneleri) diye, cümbür cemaat hellenistan çuvalına boca edilmiştir. hiç kimse çıkıp da bağımsız insan kafasıyla, 'yahu, bunlarda theseus, herkules ve perseus'un kaba saba kahramanlıklarını anlatan hellenistan havası, kokusu yok. bunlarda bambaşka insansal hava seziliyor...' dememiştir. çünkü gözler, çıplak —bağımsız— gözlerle değil, batılı gözlükleriyle bakmaya alışmış. o gözlükleri çıkarmak bir kültürsüzlük sayılmış. binbir gece masallarında, sultan, halkın önünde çırılçıplak gezerken, halkın, onu ipeklilere, canfeslere ve kadifelere giyinmiş görmeye alıştığı gibi...” (h.b., hey koca yurt, sf: 278) balıkçı'nın karşı çıktığı bir husus da batının üç farklı kültürü bir gören hellenizm algısıdır: “..atina, sparta, iyonya gibi taban tabana zıt kültürlerin biricik ortak vasıfları olan, bir dile sarıp sarmalayıp, hepsine hellenizm deyip bir tek uygarlık saymak bir batı göreneğidir. batının keyfince yapılan böyle değerlendirmeler 'bilgi' diye, sorgusuz sualsiz, yani kafa işletilmeden hep kabullenilmiş ve kuşaktan kuşağa tekrarlana tekrarlana, hikmetinden sual olunmaz 'kutsal gerçek' diye beton gibi dondurularak insanoğlunun tepesine kondurulmuştur.” (h.b., anadolu 'nun sesi, sf: 67)

    tabi balıkçı 'nın ifadelerinden yola çıktığımızda, avrupa'nın bir 'eski yunan zaafı' varsa bile bu zaafın bizzat kendisinin sakat olarak değerlendirileceği aşikardır. bir kere üstadın belirttiği gibi aslında birbirleriyle karşılaştırıldıklarında taban tabana zıt oldukları anlaşılan atina , sparta ve iyonya 'dan hangisi avrupa'nın obsesif kompulsif rahatsızlığına girmektedir, diye kocaman bir sorun ortaya çıkıyor. zira sürekli bahsedilen ve avrupa'ya medeniyet kökeni olarak konan yunan düşüncesinin aslında homojen nitelikte olmadığı da açıktır. hatta atina ile asia minor yani ion arasındaki karşıtlık durumu başka bir tartışmayı da körüklemiyor değil; halikarnas balıkçısı ve mavi anadoluculuk akımının önde gelen isimlerinin, çeşitli düşün yazılarında ortaya koydukları gibi asia minor'un / anadolu'nun aslında atina'ya öncülük ettiği de düşünülebilir. örneğin; balıkçı'ya göre; fenikelilerin icat ettikleri sanılan alfabeyi hellenistan’dan çok önce anadolu kullanmıştır. fenike alfabesinde sadece sessiz harfler vardır, seslilerle “psi” ve “ksi” gibi ötüşleri ionlar uydurmuştur. konuyla ilgili bu gerçekler göz önünde tutulmadığından, tam bir inceleme yapılamamış olup, anadolu’da gelişmiş lehçelerin tümü hellenistan’a mal edilmiştir. yine balıkçı’ya göre; hellenistan’ın okuma yazmayı heksametron vezniyle beraber anadolu’dan öğrendiği hep göz ardı edilmiştir.örneğin; eolyalı hesiodos ve atinalı solon, homeros’un ilyada (ilias) ve odissea (odysseia) destanlarının iyon lehçesini ve heksametron veznini kullanmak zorunda kalmışlardır. (h. balıkçısı, anadolu’nun sesi, sf: 49 ) heksametron vezninin ne hellen ne de hint – avrupai bir vezin olduğunu düşünen balıkçı, bunun anadolu’da ana tanrıçayı kutlamak için oynanan bir dansın adımları olarak açıklar. (h.b., a.g.e., sf: 49) batıda heksametron vezni üzerine kütüphaneler dolusu kitaplar yazılmışken , diziler okunmuşken, neresinde soluk alınıp verileceği hesap edilirken, veznin kaynağı hakkında hiç inceleme yapmamıştır. çünkü heksametron dizisinin hindo-avrupasal olmadığı bilinmektedir. onun için incelenmesine gerek duyulmamıştır.(h.b., a.g.e., sf: 66) bu konuda gelen eleştirilerden birinde; murat belge, balıkçı’nın görüşlerini bir çırpıda özetlediğini sanarak yanılmaktadır. zira balıkçı’da ionya-yunanistan karşıtlığının en temel noktası olan ion şuurunun anadolu’da geliştikten 3 yy. sonra yunanistan’a geçmesi bahsinden hiç söz etmeden, mavi anadoluculuk tezini “..tezi bizzat yaratanların çeşitli kitaplarında başka konularda konuşma tarzlarına bakınca, pratikte burada da milliyetçiliğin ve dogmatizmin başka yerlerdekinden daha az olmadığını görüyoruz.” (birikim dergisi, s. 210, ekim 2006, sf:34) diyerek yargılamıştır. (murat belge'nin eleştirisini mavi anadoluculuk/@jimi the kewl entirilerimde irdeleyerek, kendimce yanıtlar verdiğimden buraya taşımayı gerekli görmeyip, bu kadarla sınırlıyorum.)

    tekrar konumuza dönersek; ion yani anadolu ile atina düşünceleri arasındaki gelişmişlik farkından dolayı, ikisinin bir tutulamayacağı açıktır. en azından balıkçı'nın görüşlerine göre böyle. tabi bu görüşlere murat belge'den başka kişilerden de eleştiriler gelmiştir. hatta balıkçı'nın görüşlerini milli tarih tezinin bir uzantısı olarak değerlendirildiği de olmuştur. tansu açık’a göre; halikarnas balıkçısında batılılaşmak, cumhuriyet devrimleri izleklerine rastlanmaz, aradaki çağları atlayarak batı anadolu halkında eskiçağı bulur; yalnızca soy gerekçesinden olacak “biz klasik çağın gerçek varisiyizdir” (der) bütün çabası yunan uygarlığının temeli ionlar akalar yunanlı değildir, büyük kültür başarılarının dinlerinin ardında anadolu “köken”ler vardır önermelerini kanıtlamaya çalışmak olacaktır. balıkçının sıraladığı “anadolulu”lar klasik çağ öncesi yaşamış kişilerdir, platon, sokrates , tragedya şairleri, aristoteles ilgisini çekmez (bu isimler anadolulu değillerdir. ancak burada halikarnas balıkçısı'na ve tezine haksızlık yapılmaktadır. zira onun çizdiği bir şemada da çok net görülüyor ki; anadolu'da yetişmiş/yaşamış kimi isimler atina'lılara göre daha fazladır: http://img255.imageshack.us/…55/5369/cizelgeca2.jpg ; http://lh3.google.com/…aaac/l7dixhavw4y/cizelge.jpg işte buradan da net görebilirsiniz. şemanın kaynağı: halikarnas balıkçısı, anadolu tanrıları, sf: 32-33, yeditepe yayınları, ikinci baskı 1962 istanbul), ilk ikisi için ayrıca ağır laflar eder (tansu açık, “ türkiye’de hümanizm tartişmalarina bir bakiş ”, toplum ve bilim, güz 2003, sayı: 98, sayfa 111-151) o halde tansu açık’a göre; tanıl bora, balıkçı’da “tarih tezi”nin milli evrenselciliğinin naif bir esintisini sezmekte haklıdır. (tanıl bora, “millî kimliğin kuruluş döneminde resmi metinlerde ‘yunan düşmanlığı’ neden eksikti, nereye gitmişti?” defter, 32, 35-42) zaten balıkçı ‘nın yazarlık yaşamında eskiçağ çok sonra gelir, kendi ağzından altmışından sonra mitologyayla uğraşmaya başlamıştır. (tansu açık, a.g.e.; s. kocagöz, “balıkçıdan anılar”, varlık, 795, 3., 1973) ya da semih gümüş’e göre; ‘batı kültürünü oluşturan bütün özün anadolu’dan çıktığını savunmak epeyce köktenci bir görüştü. bunun başlangıçta pek çoklarına çekici geldiği de belli. ama kafalar aydınlanıp gelişince, mavi anadoluculuğun, ucu anadolu şovenizmine uzanan bir düşünce olduğu anlaşıldı. bütün uygarlığın kaynağı anadolu’ya aitse, mavi anadoluculuk kolayca batı kültürüne sırtını dönebilirdi. üstelik onlara göre anadolu’daki bütün uygarlıklar sonunda bugünün anadolu’suna aitti ve bir bütündü. böylece anadolu’ya gözünü diken batı da kolayca ebedi bir hasma dönüşecekti.’ hatta gümüş daha da ileri giderek; ‘hümanizmin kaynağı olarak anadolu’yu görmek, hiç kuşku yok ki sapkın bir düşünce sayılabilir.’ (nokta dergisi, s. 7, -14-20 aralık 2006-, sf: 23) a. ömer türkeş’e göreyse; ‘ileri sürdükleri düşünceler hem kemalizm'le hem o dönemin sol zihniyetiyle çatışmaz. mavici söylemde burası anadolu'dur; dillerin, dinlerin, etnik kimliklerin harman olduğu, halkların uyum içerisinde yaşadığı, tarihin en büyük uygarlıklarının beşiğidir. ve burası "bizim"dir. (nokta, a.s., sf:23) o halde balıkçı'nın bu görüşleri tümüyle olmasa da ciddiye alınamaz bazı siyasi amaçlar taşıdığından sorunludur. tıpkı ekşi sözlük bünyesinde burada yani "avrupa nin eski yunan zaafi" başlığında irdelendiği gibi; yunan deyince akla ne geldiği üzerine sorulan sorunun cevabı yine verilmemiş oluyor. balıkçı'nın söylediklerini bir kenara koysak bile, atina, ion ve sparta kültür merkezlerinin tümüne birden yunan denip denmeyeceği, eğer denebilirse de avrupa'nın tümden bu kültürel yapıyı kendine temel alıp alamayacağı tartışmalıdır.

    işte şimdi bu tartışmanın ikinci kısmına geçmiş durumdayız, yani yukarıda da dediğim gibi; 'avrupa'nın tümden bu kültürel yapıyı kendine temel alıp alamayacağı' konusundayız.

    batıya bakış açımız hususunda balıkçı’nın “araştırma gücü” diye tanımladığı (h.b., anadolu tanrıları , sf: 13) takip ve taklit edilmesi gereken değer necdet sümer tarafından da dile getirilmiştir, ona göre, bizim algılayışımızdaki temel yanılgılardan biri “avrupalıların klasik kültür üzerine, kendi özgül toplumsal-kültürel koşullarından doğan öznel yorumlarının iredelemeksizin benimsenmesi, araştırılmaksızın kopya edilmesidir.” zira, “eski çağın klasik kültürü ile günümüz avrupa toplumları arasında,bilindiği gibi,orta çağ boyunca etkinliğini korumuş olan güçlü hristiyan kültürü yer almıştır. fakat hristiyanlık,yine de,klasik kültürle uzlaşmadan edememiştir. klasik çağ ile çağdaş batı arasındaki köprü bu uzlaşma ile kurulabilmiştir. avrupalıların, klasik kültür üzerine yorumlarını öznel kılan da işte bu uzlaşmadır. bu nedenle günümüz avrupa toplumlarını batı kültürüne katan öğe hristiyanlık değil, tersine, klasik kültür ve bu kültürdeki insancı (humanist) temelin, hristiyanlığa karşın,benimsenmesi olmuştur. öyleyse batı kültürüne açılmak,gerçekte,bu kültüre bütünlük sağlayan insancı öze açılmaktır. bu açıdan, ne yazık, gerekli tarihsel ve kültürel bilinç toplumumuzda yaygınlaşmamıştır.” (necdet sümer, yazko çeviri ocak-şubat 1982, 'juvenalis, hiciv iii, sf: 8) suat sinanoğlu hocamız ise düşünceyi daha da geliştirir; batıda eğitimini tamamlamış bir türk öğrenci, yunan ve roma toplumlarının ahlak ilkelerini ve düşünsel biçimlenimini tanıma fırsatını, hümanist zihniyeti benimseme olanağını bulduktan sonra, tekrar yurduna döndüğünde ankara sokaklarında karşılaşacağı öğrenimine, düşün dünyasına zıt durumlar o türk öğrencide tedirginlik yaratacaktır. (suat sinanoğlu, türk hümanizmi 1, sf: 21, cumhuriyet kitapları 1998) hatta suat hoca, balıkçı'dan farklı olarak atina'yı yunan olarak görmektedir. ona göre; 5. yy. atinalıları insanlığın tümü değildir. onlar kendine özgü küçücük bir toplum idiler. kendine özgü bir zihin habitus'una sahiptiler. bu sayede de içlerinden biri, sokrates, genel kavramları bulgulamayı başarmış ve insan yaradılışı üzerine dünyaca bilinen yargılarını açıklamıştır. bu yargılar batılı olmayan bir toplumda yaşayan ve dolayısıyla 5. yy. atinalılarına özgü olan eğitim ve kültüre büsbütün yabancı olanlar için (yani türk halkı için) temelsiz ve dayanaksızdırlar. çünkü onlar kendi ortamlarında durumun bambaşka olduğunu -örneğin erdem yolunun dışında mutluluğun pekala olanaklı olduğunu- gözleriyle görmektedirler. gerçekten, çevrelerinde birçok insanın -ortada hiçbir inandırıcı neden yokken, tam tersine kendilerine saygıyı yitirmeleri için pek çok neden varken- kaygısız ve mutlu yaşadıklarına, yaşamlarından memnun olduklarına tanık olmaktadırlar. (s. sinanoğlu, a.g.e. sf:21-22) batıyı ve onu oluşturan hümanizmayı ise sinanoğlu hoca bakın nasıl değerlendiriyor: "... bu uygarlık ya da uygarlıklar topluluğu, bütün öbür uygarlıklardan farklı olarak, i.ö. 9.yy'dan bu yana sapmalar ve duraklamalarla da olsa , düz ve sürekli bir çizgi oluşturduğu izlenimini veriyordu." yine hoca'ya göre; batı uygarlığını öbür uygarlıkların yapısından ayıran en temel özellik; onun temelinde bulunan tam bir ruh özgürlüğü idi. bu özgürlük sayesinde batı dünyası -öbür kültür dünyalarından burada da farklı olarak- ereklerini kendi dışında aramıyor, kendi özü içinde bulunan ve hiç değişmeyen bir amaç, insanın doğal yeteneklerini özgürce geliştirme amacını güdüyordu. (s. sinanoğlu, a.g.e., sf:27) o halde insan zekasının bulguladığı en büyük temel hakikatlerin yeniden ilk kez bulgulanamayacağı apaçıksa, bu durumda insanlığın manevi evrimine etkin bir biçimde katılmak isteyen her toplumun, batı'nın uzun süren ve karmaşık bir yapı gösteren insancıl deneyimini geçirilen aşamalar boyunca izlemekle ve onu somut tarihsel gerçekliği içinde incelemekle yükümlü olduğu ortaya çıkıyordu. (s. sinanoğlu, a.g.e., sf: 28) işte mustafa kemal'in devrimiyle birlikte anadolu'da beliren muassır devletler seviyesine ulaşma amacı işte bu yükümlülüğü taşımaktaydı.

    gerek sinanoğlu hocaya gerekse suat yakup baydur hoca'ya (dil ve kültür) göre batılı olabilmenin koşulu, evvela latince ve yunanca eğitimin zorunlu ders olarak okutulması, humanizma ruhunun türk gençlerine aktarılabilmesidir. işte "avrupa'nın eski yunan zaafı" diye nitelendirilebilecek olan bu saplantısının (tekrar etmekte fayda var; saplantı olmadığı da ileri sürülebilir, hatta bir zaaf olmadığı da.) altyapısı görüldüğü üzre bu şekilde çizilmiştir. insan zekasının bulguladığı en büyük temel hakikatlerin zemini antik yunan'dadır. sinanoğlu hoca işte bu noktada şöyle der; "batılı olmayan evren üzerine bilgisi ve deneyimi birtakım yadsımalar ve çelişmelerden öteye gidemeyip, dağılacaktır." (s. sinanoğlu, a.g.e., sf: 36) işte yunan ve roma üzerinden geçerek bir medeniyet yolculuğuna, aydınlanmaya, goethe'nin deyimiyle "ışık daha fazla ışık" arayışına çıkan avrupa'nın geçtiği yollardan geçmediğimiz takdirde dağılacağızdır.

    tekrar avrupa'ya dönersek; yunanların sanat yoluyla bu kadar etkilemiş oldukları romalılar da aslında yunandırlar. (s. sinanoğlu, türk hümanizmi 2,sf: 72) manevi ve toplumsal yaşamlarının her görünümünde bu gözlemlenebilir. yunandırlar, ama elbette başka bir çevrede, başka bir çağda yaşayan ve yunanca yerine latince konuşan yunandırlar. yunandırlar, çünkü aynı ilgiler ve fikirler dizisine yönelmişlerdir, gerçek yunanlardan kuşkusuz bir hayli farklıdırlar, çünkü kişi olarak başkadırlar ve çünkü belirli birtakım ulusal özelliklere sahiptirler; pratik zekaları, girişim yetenekleri ve yüksek derecede örgüt kurma güçleri onları kuramsal araştırmalara belirgin bir eğilim gösteren yunanlardan ayıran başlıca özelliklerdir ve doğal olarak yunanlardan coğrafi, toplumsal, ekonomik, geleneksel ve siyasal koşulların değişik olması nedeniyle de başkadırlar. işte yunan dünyası ile roma dünyası arasındaki farklara rağmen, romalıların da yunan kabul edilebileceği düşüncesine paralel olarak; bu iki eski temel dünyanın oluşturduğu bütün modern batı toplumlarının uygarlığı arasında da benzer bir yunanlılık olduğu düşünülebilir mi? suat hoca düşünebiliyor; bugünkü italyanlarla fransızlar, ingilizler, almanlar, yunanca yerine kendi dillerini konuşan yunandırlar. yunandırlar çünkü siyasal ve toplumsal alanda, herodotos'un söz konusu ettiği isonomia'nın evripides'le, platon'un sözünü ettikleri parthesia'nın içten inanmış yanlısıdırlar; sanatta estetik duyarlıkları yunanlarınki gibidir; sanat onlar için, çıkarların hiçbir çeşidine bağlı olmayan özgür bir yaratmadır: amacı ise evrenin ve insan ruhunun harikalarını ad gloriam auctoris çığırmaktır. yunandırlar, çünkü hukuku yunanlar ve romalıların kavradıkları gibi kavramaktadırlar ve bütün edebiyatları, benimsedikleri bütün kavramlar; düşüncelerinin tümü, her türlü çıkarın üstünde tuttukları bilimsel araştırma anlayışları, geliştirdikleri bütün bilimler yunan ve roma dünyasından ve bu dünyaya egemen olan yunan-roma ruhundan kaynaklanmaktadır. (s. sinanoğlu, a.g.e., sf: 73-74)

    klasik dünya ile modern batı dünyası arasında manevi biçimlenim açısından öyle tüm ve kesin bir özdeşlik vardır ki; bu öz benzerliği kavramlara işlemiştir. latincedeki virtus, yunancadaki arete, fransızcada virtu, almancada tugend, italyancada virtu aynı manayı vermektedir. hatta hiristiyanlık kelimelerinin etimolojik anlamları, klasik düşüncesinin anlamlarını hiç bozmadığını iddia eder suat sinanoğlu. ona göre; hiristiyanlık bu terminolojiye yeni kelimeler eklemiştir sadece.

    sonuç itibariyle; yunan ve roma dünyasının (yazının sonunda yunan'a roma da eklenmiş oldu böylelikle) batı'nın araştırma gücü açısından özü olduğu savı kuvvetlidir. ilkçağ'dan ortaçağa geçişte augustinus'u bir köprü olarak varsayarsak; klasik kültür ile hiristiyanlığın harmanlanarak, yunan düşüncesinin, cicero'nun humanizma'sının, günümüz batı düşüncesine devrimler, reformlar, kimi zaman insanlığa insanlık adına darbeler vurarak -örneğin; batının emperyalist kaygıları, eylemleri ya da yeni dünyanın keşfiyle birlikte, yerlilere insanlık adına yapılan acımasızlıklar, ya da gözü sömürü, altın ve toprak bürümüş bacon'ın 'egemen olmak için bilen' zihinin tortusu- taşınıp getirildiğini görebilir, sinanoğlu hoca gibi bu süreci bir bütün olarak değerlendirebiliriz. işte bu değerlendiriş, gerek kendini batılı görenler, gerekse görmeyenler için ister zaaf ister insanlığın sine qua non gereksinimi olarak algılansın; sonuç olarak varlığı muhakkak olan 'öz olarak klasik kültür' düşüncesini masaüstünde seyretmek bile heyecan verici nitelikte değil midir?
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap