135 entry daha
  • insan doğa karşısında çırılçıplak, yağmur başlıyor, üşüyor. ve hastalanıp ölmemek zorunda. sessizlik burada devreye giriyor.

    sessizliğin sesi yokluğa benzer, belki de tanımlayamadığım bir varlığa, insan sessizlik karşısında tepkili olandır, çünkü descartes’ın res cogitans’ı olan insan, düşünerek güvenliğini sağlamış olan’dır.

    sessizlik karşısında bu güvenle tepkilidir, tepki duymaktadır. sessizliğin sesi bir etkidir, sessiz, sessizce bir etkidir. düşünen insan, yani res cogitans sessizliği düşünür. bu onun güvenliğidir. insan sessizliğin sesi karşısında kendini güvende hisseder. buradaki güvenlik durumu aslında orhan hançerlioğlu’nun alman prof. arnold gehlen’in ortak bir atadan gelmiş oldukları halde, insanla hayvan arasında bir mahiyet ayrılığı bulunduğuna dair hatırlattığı söylemiyle alakalıdır. "hayvanın her organı bir çevreye uyma’dır. insanın hiçbir organı, çevreye uyma değildir... buz çağı hayvanlarının hepsi tüylüdür. buz çağı insanı ise tüylü değildir. insan yaşamasını, hayvan gibi çevreye uymasına değil, kendine özgü bir özellikle çevreyi kendisine uydurmasına borçludur... hayvan doğa karşısında tam ve uygun, insansa eksik ve doğaya karşıt bir varlıktır." (detaylıca bkz. o. hançerlioğlu, başlangıcından bugüne kadar özgürlük düşüncesi, sf.9-10 hatta sf.7-21 arası, varlık yay., 1966; a. gehlen, der mensch, seine natur und seine stellung in der welt, 1940)

    acaba insan sessizliğin sesinde kendine yakın bir şeyler mi duyar, kendi yetersizliğini gideren, tamamlayan? düşünce sessizdir, sessizlikte düşünülür. belki de birbirlerine muhtaç olan bu iki şey aralarında descartes’ın res cogitans’lığını paylaşmaktadırlar. bir biri res cogitans olur, bir diğeri. bir biri res extensa olur, bir diğeri. böylelikle bütünleşilir, eksik parçalar bir’i oluşturur. bu birlik durumu, yani düşünen insanın bu hali, onun hayvanca tam’laşmasıdır.

    bu hayvanca tam’laşmada sessizliğin sesi neye benziyor, diye sorarsak şöyle cevap verebiliriz: "sessizliği duyumsayan, göğüsleyen insanın bir parçasına benziyor." o parça ki insanın düşüncesinin bir kendisidir, bir nesnesi. her iki durum da hayvanca bir tam'lık kokar.

    diğer alakalı sorular ise şunlar olabilir: "sessizliğinin sesinin kaynağı nedir?" , "nereden gelmektedir?", "nereye kadar gitmektedir?"

    acaba darwin’in türlerin kökeni’nde (http://getir.net/mpp) belirttiği gibi başkalaşım yaratamayan insan yalnızca organik varlığını, bilmeden yeni yaşam koşullarının içine sürmektedir, acaba insan aynı zamanda sessizliğin sesi karşısında bir uyuma mı geçmektedir? bu uyum bizzat sessizliğin sesini duyumsar bir halin kendisi midir? eğer öyleyse sessizliğin sesi, insanın dışından kendisine yönelmiş bir etki olmalıdır. ama bu öyle dışsal bir etkidir ki, insanın duyumsamasına ihtiyaç duymaktadır. yani hem içsel hem de dışsal açıdan sessizliğin sesi insanın kendisine bağlanır. işte bu bağlanışın kendisi, sessizliğin sesini tanımlamamızdır. tanımlamamız da sadece ve sadece sessizliğin sesine vereceğimiz bir adla neticelenir: "sessizliğin sesi."

    sessizliğin sesini görmeyiz, duymayız, algılayabileceğimiz dünyaya onu çağıramayız. bu bizim acizliğimiz mi yoksa? yoksa sessizliğin sesinin daha yüce veya daha alçak bir yerden kaynaklanıyor olması mı? sessizliğin sesinin kaynağını kulağımızda aramamız yüzeysel bir tanımlama çabası içinde olduğumuzu gösterir. çünkü insan bildiğini sanan bir canlıdır. insan kulağı da dahil olmak üzere her şeyi res extensa olarak görür. kulağını kabullenerek sessizliğin sesine ulaşmaktadır. oysa kulağı olmasaydı, ne trajiktir ki, sessizliğin sesi onu ölene kadar bırakmayacaktı. bu durumda, şöyle diyebiliriz: kulağın derdi sesledir, sessizliğin sesiyle değil. dedik ya insan bildiğini sanan bir canlıdır. o halde sessizliğinin sesinde kaybolmak istiyorsanız sessizliğinize ihtiyacınız var demektir.

    kaybolmak; düşüncede, düşünceyle yitmek demek. ihtiyaç duyulan sessizliğin sesi ise düşünceyi var eden unsurlardan olarak, karılan harcında pay sahibidir. insanın güvenliğidir düşünebiliyor olmak, ihtiyaç duyduğu şeydir akledebilmek. bu yüzdendir ki hesiodos’un theogonia’da ve erga kai hemerai’da anlatmış olduğu pandora hikayesinde prometheus’un ateşi zeus’un tekelinden koparıp henüz tam insanlaşmamış olan insanlara (kadınsız erkekler bunlar) vermesi işte bu ihtiyacı göstermektedir. yani tanrılara özgü olan bilgi sahipliğine duyulan gereksinim... ateşin keşfi insanlık tarihinin en önemli duraklarından biridir. bu keşfin sonu aydınlanma ve ay’a çıkmadır, ay! yani yukarıda da belirttiğim gibi doğa karşısında tam olmayan, hatta bedensel açıdan hayvanlardan aşağı diyebileceğimiz insan, gökyüzüne çırılçıplak bakarken, sadece seçebildiği o büyük aydınlığa sonunda ayak basmıştır. bu büyük bir aydınlanmadır! mitoloji binasını yüzyıllar boyunca adım adım inşa ederek bizlere seslenen kültürleriyle yazılarını miras bırakan o kafalar, sanki bu aydınlanmayı bilinçli bir şekilde temellendirmiş gibiler. hep bahsettiğimiz ihtiyacı göz önünde tutarak ateşin keşfini bir hikayeyle sunup bugünün insanına düşüncede kaybolma dersi vermişler. insanın doğa karşısındaki güvenliğini tanrısal niteliği bulunan bir metayla ilişkilendirip, onun ay’a ayak basmasını sağlamışlar.

    bacon'da bir yerde (de augmentis scientiarum vi.) "silentium, veluti somnus quidam, alit prudentiam" yani, "sessizlik, tıpkı uyku gibi, bilgeliği besler." tabi buradaki benzetmede geçen uyku yani somnus, gecenin ve ölümün familyasındandır. (bkz: #13253980) birinin kardeşi, diğerinin oğludur. insanın yaşarken bilincini yitirerek, ölme durumuna geçmesi demek. insan yaşarken, neden belli aralıklarla, mesela karanlık bastığında, günün bütün yükünü çekmiş olmaktan kaynaklanan yorgunluk bastırdığında, ölür? bu sorunun elbette ki, bilim alanında bir cevabı vardır. hatta birçok bilimadamı, birçok tezle karşımıza dikilerek bizi tatmin edici veriler sunabilir. (http://www.slate.com/id/2162475/entry/2162476/ ; http://www.bbc.co.uk/…ep/articles/whatissleep.shtml) öyle ya metabolizmanın kendisi belli bir yük taşıma kapasitesine sahiptir. burada insanın defectus'luğu yani eksikliği bir kez daha kendini gösterir. insan tanrı'laşmamış olduğundan, uyumak zorundadır. eğer ki, insan, kendi kafasındaki tanrı olabilseydi hiç uyumaya gereksinim duymazdı. yani bilimden de hareket etseniz, mitolojiyle beslenmiş felsefi düşünüşten de yola çıksanız varacağınız yer belli: defectus, yani her haliyle "eksik olan" insan. (bunun, bir de bu haline bakmadan, asiliğe girişmişi vardır: defectus defector!)

    en başta dediğimle, en sonda dediğim bir noktada buluşmuş oluyor. insanın, güvenliği için bilme zorunluluğu, bilgeliğini besleyen uykuya (thomas bulfinch'in dediği gibi, zihinleri huzura erdiren, kaygılı yürekleri yatıştıran, sakinleştiren somnus! #13253980) ve sessizliğe muhtaçtır. burada hatırlattığım, sessizliği uykuya benzeten sözü destekleyen bir başka söz ise -aynı yerde geçmekte- şudur: "silentium fermentatio cogitationum" yani türkçesiyle, "sessizlik, düşüncelerin mayalanmasıdır." bu ifadeden hareketle de sessizlikle beslenen bilgeliğin karakterinin oluşumuna dair bilgilenmiş oluyoruz. bizi hayvandan ayıran düşünebilme yetimiz, hayvanların hi zorlanmadan, doğar doğmaz uyum içinde oldukları doğa karşısında ayakta kalabilmemizi sağlıyor ya, işte yukarıda "güvenliğimiz" dediğim bu durum da sessizliğe muhtaçtır. şöyle bir süreçten söz edebiliriz o halde:

    insan doğa karşısında çırılçıplaktır -> bu koşullarda ayakta kalmak zorunda -> bunun için aklından yararlanabilmeli -> bunu gerçekleştirebilmesi için, yani güvenliğini sağlayacak (en basit tarifiyle, kışın onu soğuktan, yazın aşırı sıcaktan koruyacak) olan düşüncelerin mayalanması gerek -> bunun için de sessizliğe, uykuya muhtaç.

    sadece bu kadar da değil, insan sadece varlığını korumakla mükellef bir canlı değil. çünkü düşünebiliyor. düşünebildiği için hatta, var olduğunun farkına varabiliyor. böylesine durumdan haberdar bir canlı. belki postu yok, ama marx'ın tanımında olduğu gibi, "alet yapabilen hayvan" olan insan, aristoteles'in "politik hayvan"lığından da aldığı yetkiyle önce bir çatı altına saklanarak kendini korur, daha sonra çatının altını, diğer canlılardan farklı olarak sahip olduğu estetik ve konfor anlayışıyla döşer, bunu yaparken de güçlü dişlere, kalın bir posta veyahut kuyruğa ihtiyaç duymaz, aklı yeter gücüdür!

    bacon'ın sessizlikle alakalı kullandığı bir diğer ifade de "silentium ambit veritatem" 'dir. yani "sessizlik (her halükarda) hakikatin peşindedir." o hakikat ki, yukarıda örneklediğim gibi kendini evvela koruma altına aldığı çatıdan başlayarak doğanın gizemlerinin bir bir çözülmesi demektir. bu nasıl olacaktı? insanlık tarihinin en önemli duraklarından biri rönesans hiç kuşkusuz. ancak zaman dilimleri, kesilmiş pasta dilimleri gibi birbirinden tümüyle bağımsız olamadığından ya da birbirinden ayrı düşemediğinden, her sonuç evvelce gerçekleşmiş başka neticelere bağlıdır. rönesans'a varıncaya dek, aristoteles'in zihinde tartma metodunu özellikle sahiplenmiş olan hiristiyan ortaçağı'nın o harikulade entelektüel yaşantısında (türlü karanlıklara meyleden yanlarına rağmen!) belki bazı gizemler çözülmüş olabilir. hiristiyanlığın ilmi yani ilahiyatında belki birçok sorun giderilmiş olabilir, ancak insanın doğa karşısındaki durumu çatının altında gizlenerek yağmurdan kaçabilmesinden öteye gidememiştir. tabi bu durum, sorgu mekanizmasının bizim bugün asla ama asla deneyimleyemeyeceğimiz ölçüde farklı işlemiş olmasıyla alakalıdır. şöyle ki, aristotelesçi zihinde tartma ve en nihayetinde bir sonuca ulaşma metodu bacon'ın yeni çağı'na gelindiğinde artık çok ama çok geride kalmıştı. çatının altında yağmurun dinmesini bekleyen çıplak insanın, doğayı alt etme yollarına girişip, savunmadan adeta saldırı pozisyonuna geçmesi gerekmişti. bacon, aristoteles'in "araç"ından hoşlanmıyor, "yeni araç" yazmak zorunda kalıyordu. zira ona göre "homo, naturae minister et interpres, tantum facit et intelligit quantum de naturae ordine re vel mente observaverit, nec amplius scit aut potest." yani türkçesiyle "doğanın efendisi ve açıklayıcısı olan insan, doğanın işleyiş sürecini ve olaylarını gözlemledikçe öğrenir ve meydana getirebilir, aksi halde hiçbir şey anlayamaz ve meydana getiremez." (novum organum, aphorismi de interpretatione naturae et regno, i.) bacon'ın metot açısından getirdiği bu yenilik, kendisinin söylediğine dair rivayetler bulunan "ben bir dizge oluşturmadım ama benden sonra geleceklerin önünü aydınlattım" sözünü de haklı çıkarırcasına, gelecek kuşakların rehberi, gelişimde hızlandırıcı motoru olmuştur. bu öyle bir aydınlanma durumudur ki, çatının altında yağmurun dinmesini bekleyen insan, binlerce yıl beklemeden hayalini kurduğu "ay'a seyahat"i gerçekleştirebilir hale gelmiştir. novum organum, yani "yeni araç" açık bir şekilde sonraki kuşakların yolunu aydınlatmıştı, "doğaya bakmadan ve deneyimlemeden skolastikler gibi yalnızca kelime ve kavramlarla düşünmek yanlıştır, plansız ve yöntemsiz hareket etmektir. aklın böyle hareket etmesine izin verilirse akıl kendinden bekleneni veremez." düsturu, fen ilimlerinden sosyal ilimlere her alanda aklın nasıl en yararlı kullanılması gerektiğine dair bir aydınlatma görevi görmüştü. bu da sessizliğiyle hakikatin peşine düşen insanın başarısıdır. ancak şurada söylenen de doğrudur: #13190411 . yanılmıyorsam ben de birkaç, farklı entirimde aynı bir hususun altını çizmiştim, bugün popüler belamız olan (!) küresel ısınma diye bir şey varsa bu, bacon'ın novum organum'u önermiş olduğu için vardır. bir illet gibidir aslında bakış açınıza göre. bacon, yeni çağ'ın ruhuna uygun bir biçimde, sadece ilimlerde değil, her alanda bunu alenen önermiştir. (bkz: coloniae eminent inter antiqua et heroica opera) sömürgeciliğe dair önerileri, kendisinden sonraki çağların hatta şimdinin bütün savaş nedenlerini legal hale getirmiştir. bacon'ın özellikle de sermones fideles sive interiora rerum adlı eserinde açık bir şekilde okuduğumuz gibi, savaşı ancak "haklı neden" yoksa (bağlantıyı kurun: abd'nin ırak'a demokrasi ve insan hakları götürüşü) yararsız görmüştür, bakın hatalı demiyorum, yararsız. (sermones fideles sive interiora rerum xxix. de proferendis finibus imperii'de şöyle diyor: "praecepto praecedenti affine est ut status quis utatur ejusmodi legibus et consuetudinibus, quae justas illi causas, aut saltem praetextus, arma capessendi, tanquam in promptu ministrent. etenim, ea est insita animis hominum justitiae apprehensio, ut bellum (quod tot sequuntur calamitates) nisi gravem ob causam, saltem speciosam, inferre abstineant. " yani türkçesiyle "bir devletin silaha sarılmasını gerektirecek haklı nedenleri ya da bahaneleri kullanabilecek yasalara ya da toplumsal değerlere sahip olması da önemlidir. çünkü insanların doğalarında yatan adalet duygusu haklı bir gerekçesi yoksa -pek çok yıkıma yol açan- bir savaşın başlamasına, en azından göz boyamak için bile karşı çıkar." yani haklı savaş nedeni sunabildiğiniz ölçüde, size kimse karşı çıkmaz! haydi bulun, çıkarın nedenlerinizi!)

    hakikatin peşine düşen sessizlikteki insanın gözünde hakikat kavramının kendisi değişmiş oluyor. büyük şirketlerin okyanus ötesinden gelip, daha fazla hayvan keserek, daha fazla hamburger köftesi yaratması ve en nihayetinde dükkanlar zinciriyle birlikte başka büyük şirketlerin içecekleriyle bir olup insanların doğalarını bozmasına (obezite) benziyor bu. doğa da aynı bu şekilde, "doğayı, ona egemen olmak için, bilmek" düsturuyla talan edilmiştir. (bkz: nam et ipsa scientia potestas est) yani belki ay'a ayak basılmıştır ama bunun karşılığında aynı aydınlanma sonrası sanayi hamleleri, mekanik bilime dayalı teknolojik gelişim yüzünden çevre kirliliğinin yol açtığı hastalıklara, buzulların erimesine, küresel ısınmalara dayalı felaket senaryoları türemiştir. (al gore'un an inconvenient truth'una bakabilirsiniz burada söylediklerimin sağlamasını yapmak için, detaylıca örnek vermeme pek gerek yok)

    sonuç itibariyle insan bakıyor ki, yağmur dinmiş durumda; ama sevinemiyor, çünkü bu sefer kendisini geliştirdikçe talan ettiği doğanın bozulan düzeninin sonucunda kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya. oysa en başından beri o bir "eksik"ti, "tanrı"laşmamıştı. belki bir gün ya bacon'ın novum organum'uyla ya da onun ışığından hareketlenmiş "millenium organum"la belki, bırakı dünyayı, samanyolu galaksisi'nin dışına çıkacak, zamanın ötesine gidecek. neden olmasın? bunun olup olmayacağını bilmemiz mümkün değil, en azından şimdilik. ben sadece şunu biliyorum, sessizlik, tümüyle "eksik" olan insanın ihtiyacı olan şey! işte insanın yakasını bırakmayan bir yoldaş olarak kalacak bu sessizlik, gelişiminde de ona eşlik edecek, belki yok oluşunda da. ama hep yanında olacak. çünkü dedik ya o hakikatin peşinde, bilgeliği besleyen bir faktördür, tıpkı uyku gibi.

    iyi uykular.
717 entry daha
hesabın var mı? giriş yap