21 entry daha
  • batı sosyoloji literatüründe din dendiğinde genel olarak hıristiyanlık kast edilir. bu yüzden burada kadının böyle bir oyunda ataerkil düzenin bu denli baskısı altında kalmasından ziyadesiyle sorumlu tutulması gereken de pagan sonrası hıristiyanlığı oluyor. hâl böyle olunca işi gücü bırakıp bu konuya eğilen batılı feministler de hıristiyanlığın dilini yeniden okumaya girişmişler; bu aslında ataerkil düzenin menbaına başkaldırma anlamını taşıyor. başlıkçasını söylemem gerekirse, "kadının ataerkil zihniyeti içselleştirmesi"ne karşı bir nevi isyan bayrağı çekmiş oluyorlar.

    mesela kim? önde gelen feminist teologlardan (bu kadını yetiştiren eğitim mekanizmasına hayranım; hangi tornadan geçtin be abla; hem feminist hem teolog!) mary daly'e göre "tanrı erkekse, erkek de tanrıdır... eğer tanrı eril terimlerle düşünülüyorsa, o hâlde toplumda da eril egemenlik başgösterir." (c. grant, myths we live by, p.126, university of ottawa press, 1998) kimi feministler bu saklı baskıyı kırmak için geleneksel din dilinde bazı oynamalar yapılabileceğini düşünmüş; örneğin trinitas/kutsal üçlü'deki baba ile oğul arasındaki (eros niteliğindeki) bağlayıcı kutsal ruh'un dişil olması gerektiğini iddia etmişler (c. grant, p.126, 1998). kutsal bilgeliğin mayasındaki birlik için dişil kudrete ihtiyaç duyulmuş oluyor; o olmadan kutsal erillik de (her ne kadar yüce kudret tanrı/babaysa da) kendini gerçekleştiremiyor.

    başka feministlere göre tanrı baba'nın cinsiyetini değiştirmek gerekiyor. onu "anne" kılmak ataerkil zincirin parçalanması anlamına geliyor. örneğin sallie mcfague'ye göre kutsal anne, aşığı ve arkadaşı üçlemesi söz konusudur (c. grant, p.126, 1998). burada tanrının ve temsil ettiği tanrısallığın yerine tanrıça ve tanrıçalık geçiyor. c. grant da haklı olarak diyor ki, o zaman teoloji (theology) tümüyle ortadan kalkıyor ve yerini tealojiye (thealogy) bırakmış oluyor. tanrının kadın versiyonuyla ilgili yeni terimler, hikâyeler, değerler, ritüeller türetiliyor ve buna bağlı olarak toplumlar buna göre bir tanrıça kültüne göre düzenlenmiş oluyor. oysa burada basitçe dile getirmemiz gereken bir yanılgı varmış gibi duruyor. öyle ya, bundan yüzyıllar önce bir erkek grubu bir araya gelip "hadi şu kadınları ezecek bir ataerkil düzenini işletelim" demedi; yeryüzünü paylaşan iki cinsin yani eril ile dişil kuvvenin içerdiği değerlere göre dinler ve dinî statüler yaratıldı; insanlar bu düzenlere uydular veyahut her defasında yepyeni düzenlere yelken açtılar. ancak hiçbir zaman toplumlar, doğaya aykırı bir düzenin esiri olmadılar. evvelce bunu "mitoslar yalan söylemez" şeklinde dile getirmeyi marifet bellemiştim, haksız değildim. zira olan bitende bana ve benim içinde bulunduğum bugünün değerlerine ters gelse de, kendi içinde mantığı olmayan hiçbir hikâye yoktu. mitoloji ve din kendi mantığını kabul ettirmişti; bunu da "bunu gerçekleştirmek için" değil, doğanın aksine başka türlü o hikâyeleri ve anlayışı kabul ettiremeyeceği için yapmıştı. yani demem o ki, başka bir çıkar yolu yoktu. görünmez bir şekilde her şey olması gerektiği gibi akmıştı.

    bu eril kuvvenin baskın olduğu dillerin durumu için de geçerli. buna güzel bir örneği seneca anlatıyor; imparator nero nil nehri'ni araştırmaları için bir grup yollamış mısır'a. büyük ihtimalle seneca da onlardan aldı bu bilgiyi. mısırlıların anlayışına göre başta dört element vardı. bu elementler daha sonra eril ve dişil olmak üzere ikiye ayrılıyordu. örneğin hava rüzgârlıyken eril, bulutlu ve sakinken dişildi. deniz eril, diğer dingin sular dişildi. ateş alev aldığında eril, söndüğünde dişildi. yeryüzündeki sert kısımlar, örneğin kayalar, kayalıklar eril; işlemesi mümkün olan (toprak gibi) kısımlar ise dişildi (seneca, naturales quaestiones iii.14). bu örnekler gösteriyor ki, cinslerin nesneler üzerindeki dağılımını yapanlar nesneleri kişileştirirken kendi algılarındaki ve dünyalarındaki kadın ve erkek tipleri göz önünde tutuyorlardı. o hâlde mevcut statünün dili etkilemesi daha makul karşılanabilir; yani dilin mevcut duruma göre şekillenmesi. oysa yukarıda bahsettiğim feminist çözümlerde, aktivistlerin tam ters noktadan hareket ettiğini görüyoruz. yani dili statüye göre değiştirmiyorlar, önce dili değiştirip bununla statünün de değişeceğini sanıyorlar. bu çok basit bir yanılgıymış gibi duruyor. üzerinde durulursa başka doğal olmayan, aykırılıklar da bulunabilir. ama benim ilkin gördüğüm bu.

    dehşet bir söylem, bugünkü aklımızla ve medeniyet birikimimizle düşündüğümüzde inanılmaz gelen ancak nedenlerinin, gerekçelerinin bizi "kadının ataerkil zihniyeti içselleştirmesi" neticesine götüreceği bir söylem, sema bulutsuz hocamız ilkin eva keuls'tan (the reign of the phallus) hareketle şöyle anlatıyor: "... ana tanrıça tapımından baba tanrılara geçişin bir parçası olarak yorumlanabilecek amazonlar söyleni, herodotos başta olmak üzere yunanların başka kültürleri dışlamak için uydurduğu masallardan biridir ve atina'nın kadınlara yaptığını haklı çıkarmaya hizmet ediyor. atina söylenleri erkek iktidarının, bedeninin ve fallosun üstünlüğünü vurgular... anlaşılan amazonlar, atina'nın karşı-ütopyasıydı. ütopyaları ise kadınsız dünyaydı. iason dahil birçok tragedya kahramanı, çocuk yapmanın bir başka yolunu bulsak da şu kadın milletinden kurtulsak, diye söylenir." ("atinalı savaşçı medea", navisalvia 2004, sf.89, arkeoloji ve sanat yay. 2005)

    buradaki yazılarda, bu içselleştirme durumunun şaşırtıcı olmadığını ve mythos, epos, logos seyrinin yalan söylemeyeceğini düşünmemiz gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum. bunun dile, dine ve yazına yansımalarının aslında günümüzdeki bütün problemlerin göstergesi olduğunu da anlatmaya çalışıyorum. peki iason, creon, hippolytus, eteocles dedahil olmak üzere, tragedya kahramanlarına "keşke kadın milletinden kurtulsak" dedirten ya da kadınları otorite karşısında barbar kavimlerle eşitleyen öfke nereye eklemleniyor? acaba nihat genç'in diline pelesenk olan "ırkçılık batı hastalığıdır" sözü gibi, misogynous yani "kadın düşmanı" kimliği de batı rahatsızlığının ürünü mü? aynı mantık geçerlidir; hastalığın kaynağı neyse şifası da oradan doğar. doğuda feminist hareketlerin olmaması da buna bağlanabilir; orada hastalık olarak görülmediği ya da gerçekten de bu bir hastalık olmadığı için şifası da ortaya atılamamış olabilir. batı aleminde feminizmin hortlaması, kadın düşmanlığının, başından beri aktardığım şekliyle, sosyal, kültürel, dinî, siyasî her statüde kendini göstermiş olmasından kaynaklanabilir. bu bir batı hastalığıdır. kadının ataerkil zihniyeti içselleştirmek durumunda kalması, söz konusu geleneğin genlerinde dolaşan ötekileştirmenin kaçınılmaz sonudur. simon goldhill batı medeniyetini göz önünde tutarak "ataerkillik kentin en eski oyunudur" diyor (how to stage greek tragedy today: women in culture and society series, p.150, university of chicago press, 2007). bunu söylerken de yunan düşün alemini batı medeniyetinin otorite sahibi atası olarak görüyor. böylece ondaki kadın karşıtı söylem, genler aracılığıyla bütün batı kültürüne yayılıyor. ne kadar çok kadın karşıtlığı varsa o kadar çok da buna tepki oluşuyor, bunun için de çağların geçmesiyle birlikte kadınların eskiye oranla daha fazla eğitim görmesi, erkeklerle eşit bir biçimde sosyalleşmesi ve toplumda söz sahibi olması yani yönetici olabilmesi beklenmiştir.

    tekrar eskiye dönersek, mitoloji ve din tarihini, yaratıcılığın sembolü olan ana-tanrıçanın gücünün adım adım değerinin düşürülmesi ve erkeğin kadına karşı duyduğu kıskançlığın adım adım galip gelmesi olarak yorumlayanlar da var. örneğin feminist marilyn casselman, talking the walk, the grassroots language of feminism adlı eserinde (freeborn publishing, p.240, 2008) bunu söylüyor. yazara göre eskiden mitler kadın ile erkeği baştaki iki boynuz gibi eşit görüyordu (örnek vermiyor, verse aktarırdım). sonradan din, her türlü öğreticiliği bir kenara bırakıp toplumu idare etmenin önemini kavradı, bir güç haline geldi. ve dindeki iyi ile kötü kabulü, kadının erkeğin kontrolünde olması gerektiğine dair bazı yaklaşımları savunmaya başladı. her şey erkek tanrının egemenliğine girince yeryüzüne de günahı (pandora hikâyesinde olduğu gibi) lilith ile havva getirmiş oldu; böylece iyiye karşılık kötünün de elle tutulur bir sembolü oluşmuş oldu. kadın bu şekilde hizmetçileştirilerek besleme, bakım ve yakınları evde iyi etme gibi görevlerden sorumlu kılındı. onda herhangi bir ussal ya da duygusal gelişimin bir önemi yoktu. olgun kadınlık istenmiyordu (m. casselman, p.240, 2008).

    buna göre ussal ve duygusal gelişimini tamamlamış, iyi eğitim görmüş kadınların yüzyıllar içinde topluma her defasında daha fazla katılımıyla bu dinî ve kültürel dil yumuşamaya başladı ve sonunda günümüze geldiğimizde eskiye oranla eril ile dişil kuvvetler için çok daha eşit koşulların olduğunu görüyoruz. ancak yine de istatistik olarak bakıldığında görülecektir, bu eşitlik hâlâ tam sağlanamamıştır, belki de böylesi makbuldur onu bilmiyorum. ama bildiğim şu ki, bu durum sürecin kendisiyle anlamlandırılmış oluyor, süreç anlamlandırıldığı için bu durum doğmuş olmuyor. bu yüzden yerleşik din dilini değiştirmeye yönelik bazı sunî gayretlerin bir işe yarayacağını sanmıyorum. eğer kadınların toplumdaki statüleri ve insanlık önündeki konumlarına dönük doğru dürüst eğitim alabilme ve bilinçlenebilme imkânı olursa, o vakit dil de birkaç jenerasyon için de yenilenebilir. maria magdalena'nın fahişelikten kutsal kadınlığa yükselişini düşününüz, bu aslında zorlu bir dönüşüm değildir. ihtiyaca göre dil belirlenmiş olur, dile göre ihtiyaç değil. aksini düşünenlere beyazıt tramway durağının oradaki, köşedeki balıkçıdan karidesli sandviç ısmarlayacağım. söz.
14 entry daha
hesabın var mı? giriş yap