24 entry daha
  • aktivistliğin (eylem hâline geçebilme yetisi), reaksiyonerliğin (tepki vermekten çekinmeme yetisi) herkesin harcı olmadığı açık. mevcut düzeni karşısına alan ya da aldığını düşünen kimi kadınların şirretleşmesi ve tepki gösterdikleri düzenin eril temsilcileri gibi saldırganlaşması bana hep eski bir tedavi yöntemini hatırlatıyor. evvelce de bahsetmiş olmalıyım, eskiden kemikte bir eğiklik ya da burulma meydana geldiğinde, tam ters tarafa doğru daha şiddetli ve daha fazla güç yüklemesi yapılarak çivinin çiviyle sökülmesi sağlanırmış. ancak bu tedavi yönteminde dikkat çeken husus, mevcut eğiklikten -tam ters şekilde- daha büyük bir eğiklik oluşturmadır. küçük "b" harfindeki bombeli kısmın (yarım ay) döndürülerek küçük "d" 'nin elde edildiğini düşünün. bu durumda taraflar arasında eşitliği değil, eşitsizliğe sebep olan gücün yönünü değiştirmiş oluyorsunuz ya da buna uygun olarak daha fazla tepki çekiyorsunuz.

    ben önceki entirilerde bu durumla ilgili görüşlerimi açıkladım. bu entirinin yazılış amacı, bu "b" - "d" analojisine uygun bir bağımsızlık hareketi içinde bulunmuş, buna mukabil gayet itidâl sahibi kimlikle, kadın hakları ve "iki türlü düşünme" (two-way thinking) savunucusu olan hannah rachel bell'in (http://www.hannahrachelbell.com/about/) ataerkil düzene karşı bu aktivist ve reaksiyoner kimliğinin nasıl oluştuğunu, kendi ifadeleriyle vermektir. yazarın özellikle annesinden bahsederken durumunu nasıl vahim gördüğüne dikkat çekmek istiyorum; nitekim sizin anneniz, yaşadığınız toplumda büyük ihtimalle onun annesinden daha kötü durumda olduğundan, kötünün de kötüsü var diye düşünebilir, yazarı fazla tepki göstermekle eleştirebilirsiniz. ancak şunu da unutmayın, kadın-erkek eşitliği ya da kadının durumunun normalleştirilmesi konularında hedeflenen yerel değil evrensel bazda gelişimdir. mekâna göre değil evrensel açıdan olması gerekeni düşlemek gerekiyor. hemen yazarın kaleminden okumaya başlayalım.

    ***
    erkeklerden oluşan bir ailede büyüdüm ben. annem vardı elbette, ama bizim için genellikle görünmez biriydi, yalnızca yokluğu fark edilirdi. annem yemek pişirir, temizlik yapar, bahçeyle ilgilenir, okuldaki spor etkinliklerine katılır, okul kantininde nöbetle görev alır, bizi doktora götürür, yerel kilisedeki anneler birliği toplantılarına gider ve birkaç oğlan daha doğururdu. ara sıra, gönülsüzce, kendisinin milli bir yüzücü, dalgıç, yetenekli bir ressam ve teknik ressam olarak elde ettiği zaferlerle ilgili öyküleri içeren gazete kupürlerinden oluşan albümünü çıkarırdı ortaya. ya da fotoğraf albümünü getirirdi. bu albüm bize onun da bir çocukluğu, annesi-babası olduğunu, çok şakacı gerçek bir insan olduğunu gösterirdi.

    ailece, babamın yaşamına daha aşinaydık babam, torres strait adaları'nda "adalı yerliler" ile büyümüştü; aydın bir misyonerin maceraperest oğluydu. serüvenlerle dolu, egzotik bir çocukluktu onunki. kışın ortasında, oturma odasındaki şöminenin başında oturur, onun anlattığı heyecan verici öyküleri dinlerdik. bir köpekbalığının sırtında nasıl gezdiğini, hayvan onu yemesin diye başparmaklarını balığın gözlerine nasıl sımsıkı bastırdığını, denizcilerden ve serserilerden sigara izmaritleri aşırmalarını, yerlilerle birlikte misyonerlere ait olan yelkenli gemilerden ya da kamu malı teknelerden atlayarak inci aramak için dalışlarını anlatmasını merakla dinlerdik. babamız bizi kendi çocukluk dünyasına götürürken, annemiz bulaşıkları yıkar, biraz sonra bize tepsiyle getireceği kızarmış kuru üzümlü ekmekle birlikte içeceğimiz sütlü kakao için süt ısıtır, sabah biz uyandığımızda mutfak sıcacık olsun diye, ağır ağır yanan sobaya son bir kez kömür atardı. onu fark etmezdik bile.

    bunu bilinçli olarak yaptığımı hatırlamasam da, çocukluğumun bir evresinde, büyüdüğümde annem gibi göze görünmeyen bir kadın olmamaya karar vermiş olmalıyım. küçük yaşlarda, annem gibi başarılı bir sporcu, babam gibi bir masalcı, vaiz olan büyükbabam gibi bir konuşmacı ve öğretmen, büyükannem gibi bir yazar, aynı zamanda politikacı, hekim, sanatçı, oyuncu, eylemci, misyoner ya da benim söyleyecek sözü olan biri olduğumu gösteren, dikkate alınmamı sağlayan herhangi bir şey olmayı aklıma koymuştum. bu çocukluk ve gençlik deneyimleri daha sonra hayatımda olgunlaşmış mesleklere dönüştü, ancak yeniyetmelik dönemlerimde hepsi birer amaç ya da niyet olarak yerini koruyordu.

    babam geleneksel ev kadınlığının bana göre olmadığını, benim de tıpkı kendisi gibi asi olduğumu, gelenek ve göreneklerin sınırlamalarına karşı geleceğimi anlamış olsa gerekti. her yaz tatilinde, babamla annem, bu altı haftayı değerlendirmem ve başka insanların yaşantılarına da tanık olmam için beni dostların ya da akrabaların yanına gönderirlerdi. yerlilerden alınıp savaştan dönen askerlere verilen özel yerleşim yerlerinde yaşanan yoksulluğa ve zorluklara ortak olarak tatil yapar, küçük bir köy bakkalında müşterilere hizmet eder, eksantrik bir ruh doktoru ve ailesiyle birlikte bir kumsalda kamp kurar, zengin kuzenlerin keyfini sürdüğü maddi zevklerin lüksünü yaşardım. bazen de kendi ailemle birlikte büyükannemin deniz kıyısındaki kulübesinde kalır, balık tutar, kayalıklara tırmanır, kumulların ardındaki âşıkları gözetler, strateji oyunları oynardık. bir keresinde, evde kaldığımda ailenin geri kalanının huzurunu bozduğumu düşünerek, babama neden çocuklarının arasında bir tek beni başka yerlere gönderdiğini sormuştum. o da bana hayatım boyunca ne yaparsam yapayım, yaptığım şeyi erkeklerden daha iyi yapmak zorunda olduğumu, kendisi onaylasa da onaylamasa da bunun dünyanın yasası olduğunu söylemişti. beni dünyaya kazandırmak istiyordu.

    benim kız oluşum kafasını karıştırıyordu anlaşılan; ancak babam yine de beni zihinsel ve dinsel konulara ve tartışmalara kaptırabilmek için çok zaman harcıyordu. belki de ben onun kafasında dönen dolapları eğlenceli bulan tek çocuğuydum; aynı zamanda onun tarafından fark edilmenin en iyi yolunun bu olduğunu düşünüyordum. ne olursa olsun, bu özel zamanların tadını doyasıya çıkarıyordum; benim üzerinde düşünmemi istediği meseleleri kavrayabilmek için elimden geleni yapıyordum. erkek gibi bir kız olmak, başka kapıları da açıyordu. oğlanların strateji, entrika ve güçten oluşan küçük erkek dünyasında onlarla rekabet edebiliyordum. kıyasıya dövüşmeyi, ağız dolusu küfretmeyi, tornavida ve baltayı ustalıkla kullanmayı, çim biçme makinesini çalıştırmayı, kovboy, kızılderili ve hırsız-polis oyunları oynamayı öğrenmiştim; oyun oynarken hiç ölmüyordum üstelik. ben bunları yaparken, tek kızının yardımı olmaksızın yemek hazırlamakta olan annem mutfak penceresinden beni izliyordu. genç kızlık dönemimden yetişkinliğe kadar annem hep aynı şeyi söyleyerek yakındı: "neden sen de normal bir kız/kadın olamıyorsun?" büyüdüğümde onunla kadınsı zevkleri paylaşmak yerine sırtımı dönüp dışarıda oğlanların acımasız, erkeklerin sert olduğu "gerçek dünyaya" katılmam onu ne kadar üzmüştü kimbilir.

    bu 1950'lerin dünyasında cinsiyet ayrımı öngörülebilen ve kabul edilen bir şeydi. erkekler belli şeyleri, kadınlar belli şeyleri yapıyorlardı. bu şeyler ender olarak karşı taraftan bekleniyor, sorumluluk sınırları nadiren ihlal ediliyordu. batılı kadınlar için kadın işi annelerin çocuk doğurmaları, evlerine ve ailelerine bakmaları, gönüllü işler ve el işleri yapmaları anlamına geliyordu. erkek işi ise babaların evin dışında işlerde çalışmaları, para kazanmaları, ailede, toplumda ve ülkede baskın konumda olmaları demekti. babalar kesinlikle, gözle görülür biçimde önemliydiler. onlar güç, etki ve tüm dünya üzerinde yetki sahibiydiler. kuşkusuz, hayatımda önemli olduğunu düşündüğüm hemen her konuda tüm kararları erkeklerin verdiğini yaşayarak görüyordum.

    bütün gençler gibi ben de her şeye karşı son derece duyarlıydım ve erkeklerin yaptığı her şeye büyük önem verildiğini fark etmiştim. 1950'lerde benim yaşımda ve konumumda olan milyonlarca dişi gibi, ben de okuldaki öğretmenler, müdürler ya da diğer yetişkinler tarafından, içinde bulunduğum kültürün bana uygun gördüğü rolleri ve işlevleri benimseye yönlendiriliyor, hatta buna zorlanıyordum. ancak boyun eğmeye yanaşmayan diğer birçok genç kadın gibi, ben de adı kötüye çıkmış 1960'lara isyan ederek girdim. benim kültürümde yoksul, sindirilmiş, hizmetçi, köle ya da ikinci sınıf vatandaş olmak kadın işi olarak kabul ediliyorsa, ben bu işte yoktum. hayatımın o noktasında, geleneksel kadın işinin hiçbir anlam ve değerinin olmadığını ve hileli zarların cinsiyet ayrımı sınırını aşarak devletin ya da endüstrinin her aşamasında karar alma sürecine katılanların aleyhine atıldığını anladım.

    1940'larda doğan kızlar olarak, kadın bağımsızlığı hareketi denen eylemi biz başlattık. başlangıçta "özgürlükçü kadın" olmak çok eğlenceliydi. bu bize erkeklerin kadınları kendi "erkek dünyalarının" sınırları içine hapsetmek ve orada tutmak için tasarladıkları kuralları, sosyal ve kültürel değerleri yıkma hakkını veriyordu. bu eylemler benim fark edilme konusundaki ciddi açlığımı bastırma ve üniversite mezunu olduğum, üstelik bir lise öğretmeni olarak güvenli bir işte çalıştığım halde, bunların hiçbirine sahip olmayan erkek kardeşimden arabasını ödünç istemek zorunda kaldığım için duyduğum öfkeyi dindirme konusunda önemli rol oynuyordu. sutyenlerimizi yakıyor, etek, ince çorap ve yüksek topuklu ayakkabı yerine pantolon giyerek her şeye meydan okurcasına uygun adım yürüyor, sadece erkeklerin girebildiği barları basıyor, üniversitedeki seçimlerde, genel seçimlerde ağırlığımızı koyuyor, durmaksızın eşitlik talep ediyorduk. batı toplumundaki kadınların yapısal ve kurumsal açıdan ne kadar ikincil durumda olduklarını gerçekten anlamamız bundan epey sonra oldu. o sırada ben evlenmiş, boşanmış ve kendim de anne olmuştum. yalnız bir anneydim; kendi küçük evimin reisiydim; ancak ben de çocuğumun yaşamından ve büyümesinden, iş dünyasında rekabet ettiğim babalar ve gönüllü işlerde çalışıp el işleri yapan anneler kadar sorumluydum.

    anneliği oldukça kolay ve doğal yaşadım ve bunun benim içinde bulunduğum toplumda ya da kültürde eşitliği yaratma yolculuğuma zarar vermesine izin vermedim. yaşadığım zorlu çocukluk bana ince bir zekâ, sivri bir dil, etkileyici bir fiziksel üstünlük ve seçtiğim iş ne olursa olsun üstesinden gelme becerisiyle hayatını sürdürebilme içgüdüsü kazandırmıştı. bu kişiliğin altında, öğretmenlerden, vaizlerden, misyonerlerden oluşan kuşakların getirdiği ve beni adalet, insan eşitliği ve korumacılık alanlarında çalışmaya özendiren aileden gelme bir kalıtım vardı. feminist harekete katılımım bu amaca uyuyordu, ama yeterli değildi. yetişkin erkeklerde tutum değişikliği yaratmak, uygulama açısından asla doyurucu gelmiyordu. ben, gelecek kuşağın beyinlerini şekillendirmek, düşüncelerini yapılandırmak istiyordum. sanki kadın, erkek cinsinin uzantısıymışçasına, havva'nın sırf erkeğe hizmet etmek, ona zevk sunmak için adem'in kaburgasından yaratıldığını anlatan dinsel öykünün sonucu olan kültürel tutumun son bulduğunu görmek istiyordum.

    benim düşünceme göre, bu ancak altmışlı yıllarda ortaya çıkan sosyal, politik ve ekonomik meselelere yönelik eşit derecede geçerli ancak özgün bir kadın bakış açısı geliştirerek mümkün olabilirdi. özel yaşantımda bu benim kendi çocuğumun ve mağdur durumda bulunan olabildiğince çok sayıda çocuğun sorumluluğunu üstlenmem anlamına geliyordu. yirmi dört yaşındayken, iki yaşındaki kendi oğlumdan başka üç yoldan çıkmış genç "kızım" vardı. otuz dört yaşıma geldiğimde, her iki cinsten toplam on bir yeniyetmenin koruyucu annesiydim. şimdi bile, yıllar sonra, artık bir genç kız olan kendi kızımın yanı sıra yedi genç delikanlı benim gözetimim ve korumam altında.

    kaynak: h. r. bell, erkek işi // kadın işi: dünyanın en eski kültüründe cinsiyetin tinsel rolü, sf.15-20, epsilon yay., istanbul 2003.
    http://farm3.static.flickr.com/…55_10fbb0fb87_o.jpg

    ***
11 entry daha
hesabın var mı? giriş yap