• kimisi için kader, kimisi için aşk, kimisi içinse sevdiğinizin iç camaşırını ara sıra koklamanın yararları hakkında bir film.

    bu eserin özgül değeri midir, yorumlayanın hayalgücü mü bilinmez ama bu filmde de benzer bir çeşitlilik mevcut.

    burada kanımca varoluşçu sorular . anilarimiz guzel seyler yaninda pismanliklar, yanlis secimler, umutsuzluklarla doludur, cunku hayatin ozu, mutluluklarla serpiştirilmis tatminsizliktir.(bkz: dukkha)

    zira en nihayetinde hayatın tümü gibi biz de geçiciyiz ve bu yokolus korkusu, yalnizlik korkusu en derin tatminsizligimizdir. iste tipki varoluscularin, "tanrinin olmadigi bir duzende insan hayatina nasil anlam bulabilir" diye sorduklari gibi, burada da "mutlulugun gecici oldugunu bile bile, ask dahil hicbirseyin sonsuza kadar surmeyecegini ve temel tatminsizliklerimizi gideremeyecegini bile bile, nasil hayatimiza devam edebiliriz?" diye soruluyor.

    daha da basitlestirmek gerekirse, nasil olsa ayrilacagiz niye birlikteyiz; nasil olsa hayalkirikligi yasayacagiz, niye basliyoruz; nasil olsa olecegiz, niye yasiyoruz? hersey bosuna degil mi? (bkz: futilitarian)

    filmin begendigim tarafi burada gerizekali bir hippi esintisi yakalayip, "yeni umutlar hobareeey, bu sefer hersey cok daha guzel olacak" populizmine dusmeden, bu nafileligi kabul edisi. hem esas oglan hem de kate hanim, sonunda tekrar biraraya geldiklerinde bunu yeniden deneyelim amaci ve umuduyla yapmiyorlar; bilakis isin nerelere varacagini gayet iyi biliyorlar. hayatin geciciligi, tatminsizligi, kalici mutlulugun pesinden kosmanin anlamsizligi anlasiliyor. fakat onlar yasamin tam da bu oldugunu kabullenip, bu arada yasanan guzel seylerin de, kalici olmayacaklarina ragmen sirf o anlar icin degerli olduklarini anliyorlar.

    jim carrey'nin buzlar ustunde, ilk defa bu kendini bu kadar mutlu hissetmesi, sonundaki hayalkirikligini onleyecek degil; fakat yasam mutlu bir sonu olmasa da o buzlar ustundeki sahneye benzer sahneler yuzunden izlemeye deger bir film.

    dedigim gibi, bir ask oykusu olarak da anlasilabilir; o tatminsizliklerin, o mucadelelerin, varolusculugun bu sorusunun askin meskin de otesinde, hayatin kendisi icin gecerli oldugunu dusunerek de.

    tabii bu noktada, bu sanat eserini ben mi abartip bu hale getirdim, yoksa sadece icine islenmis dehanin bir bolumunu kesif mi ettim diye soruyor insan. yine de sanatkarin takdirini buna gore yapmamali, kaynagi ne olursa olsun bu fikirlerin ortaya cikmasina yardimci oldugu icin ve jim carreynin ozellikle ilk 15-20 dakikadaki, en ufak mimiginden bakisina kadar, tek kelimeyle kusursuz oyunculugu icin takdir etmeliyiz.
  • sevilen insanla kavga ettikten sonra kapiyi cekip gidene soylenicek en guzel sozleri soyler jim carrey ya da joel (agzimiza geleni soyleriz onlari kapidan cikartacak kadar ama sonra gitmelerini istemeyiz, dayanamayiz):

    wait, wait, wait... just wait

    kate winslet ya da clementine bakakalir:

    wait? why?

    i don't know just wait, wait..
  • bu filmde en sevdiğim sahne, aşağıdaki sözlerin geçtiği sahnedir.

    --- spoiler ---
    clementine : fazla konuşmayan bir tipsin değil mi?
    joel : özür dilerim. sadece, pek ilginç bir hayatım yok.
    --- spoiler ---

    insanlar belki daha duygusal sahneleri sever ama ben bu sahneyi severim. çünkü burada kendini apaçık ifade eden, kişiliğini kabul eden bir insan vardır. ve karşısında kendisini olduğu gibi kabul edip öyle seven bir insan. bundan daha gerçek, daha duygusal, daha yaşamak istenen bir an olabilir mi?
    bir insan kendisini olduğu gibi kabul eden kaç insanla karşılaşır ki ömründe?
    bilemedim, belki de hiç. bu filmdeki en yaşanası an budur benim için.
  • bugün 3. kez izledim.

    ilk seferinde hayatın bana getireceği iyi-kötü her şeye meydan okumaya hazır, 22 yaşında bir ahmaktım. içerdiği bir çok mesajı ve detayı anlayamayacak kadar toydum. tüm kalbimle joel ve clementine’ın sahip olduğu bağın aynısından istedim. bu evrende mutlak bir sevgi var ise beni bulsun diye diledim. ben aynı hatalara düşmem, hiçbir güç beni sevdiğim insandan ayıramaz diye içten içe böbürlendim.

    ikinci kez izlediğimde sevdiğim kadın ile evli, hatta babaydım. ne ara bu kadar büyüdüm ben bile anlamıyordum. hani çocukken yetişkinlerin herşeyi bildiğini, hayatı çözdüklerini sanırsın. ama kendin yetişkin olunca aslında kimsenin bir halt bilmediğini, herkesin ‘miş’ gibi yaptığını farkedersin. anlarsın ki; içindeki canavara sarılanlar bu düzende zombileşip ilerliyor, kendi karanlığından kaçan narin ruhlar ise çözemediği dertler altında yere yıkılıp can çekişiyor. tam da bu depresif farkındalığın ortasında joel ve clementine’ın ızdıraplarına ortak oldum. bu sefer izlediğim hikayenin baş rolünde iki yetişkin insanın aşkı yoktu. varolmanın ve bağ kurmanın sancısı ile boğuşan iki çocuk gördüm sadece. belki büyüdüğüm için, belki de taze babalığın etkisi ile gidip onlara sarılmak istedim. ikisini de kucaklayıp her şeyin yoluna gireceğini söylemek, onları teselli etmek istedim. gözümden yaşlar süzüldü, sakladım. utandığım için değil, teselli edenin de onlar kadar çaresiz olduğunu görmesinler diye.

    hayat ne kadar garip. bugün üçüncü kez izledim ve yine başka bir açıdan aldım bu muhteşem anlatıyı. bu kez çocukları değil kendimi gördüm orada. hayatım bir filmmiş de, yönetmen sağa sola ince göndermeler koymuş gibi geldi. clementine’ın saçı, sürekli duygu değişimleri ve terkedilme korkusu çok tanıdık geldi. duygularını nasıl ifade edeceğini bilmeyen, çocukluk travmaları ile sakat kalmış kendimi gördüm joel’de. “gönülsel engelli” diye bir kavram da var aslında. parçalanmış bir aşkın bıraktığı yaralar da insanı sakat bırakabiliyor. üstelik o halde insan kendisiyle barışık da olamıyor, tıpkı joel gibi. bu kez ağlamadım. çünkü 22 yaşında dilediğim her şey oldu aslında. sonu acı da olsa hayallerimi verdi evren bana. kimse sonsuzluk vaadetmemişti zaten.

    şu an aynada boşanmış, eşinden ve çocuğundan farklı bir ülkede bundan sonraki yolunu bulmaya çalışan biri var. sorsam karşımdaki adama, bana yapmak istediği milyonlarca şeyi heyecanla anlatır. görmek istediği yerleri, çalmak istediği yeni enstrümanları, yazmak istediği öyküleri, telefonuna not aldığı onlarca iş fikrini, tırmanmak istediği dağları… onca şey üstüne hala anlatacak hikayesi, deneyecek cesareti kalmış demek ki bu ahmağın, güldüm biraz. çünkü bir yarım çok ihtiyarladı. bu dünyadaki sevgisizlik, açlık, aç gözlülük, nedensiz kötülük ve sonu ızdırapla biten aşklar yordu beni.

    yine de joel için yaşamak lazım, clementine için sevmek…

    ömrüm ve aklım yerinde olursa dördüncü kez izleyeceğim. eminim o vakit başka başka anlamlar bulur, belki kendi filmimin finali sayarım.
  • filmden geriye kalan repliklerden bir tanesi de:

    joel: is there any risk of brain damage?
    dr. mierzwiak: technically the procedure is brain damage...

    evet sevdigini ve yasananlari unutmak sadece brain damage ile mumkun zaten.
  • jim carrey ve kate winslet'in oynadığı akıcı görüntüler eşliğinde karşı gökyüzü; sevdiğini unutmak ve nedenleri karşısında tekrardan tarafsız kalmak üzerine...borges'in bir zamanlar dediği gibi "unutmak en iyi intikamdır" veya yaşam belki saniyede 24 karenin biraz üzerindedir bazı mevsimler.

    bu arada 'hayatlarımızın sinema dergisi "empire"ın, eternal'ı, 04 en iyi filmi seçtiğini de söylemek gerek...
  • bu filmi izledikten sonra karman corman duygularla ciktim sinemadan. bu kadar basariyla yazilmis, yonetilmis, kurgulanmis bir filmi izledikten sonra hem o kadar mutluydum ki sinemdan ciktigimda o anda olmek istedim, hem de kedimi o kadar gucsuz hissettim ki hayatimda boyle guzel, ve etkileyici bir filmi asla yapamayacagimi dusunerek tekrar olmek istedim. sonuc itibariyle bu film bana o an mutluluktan ve gucsuzlukten olme istegi vermis tek film olarak hayatimin filmler istatistiklerine girmis bulundu. michel gondry'nin ve charlie kaufmann'in gercek bir dahi olduklarinin kanitidir bu film. oldukca dusuk bir butceyle yapilmis olmasina ragmen inanilmaz karmasik kurgusu ve efectleri var filmin. ve gondry'nin soyledigi uzere hepsi 5, 10 dolar etmicek efektler. tamamen bilgisayar ve cgi efektler yerine mantik ve kamera hileleriyle yapilmiss, dahiyane fikirler sonucu olmusmus efektler kullanilmis. gondry'nin dahiligini zaten cektigi star guitar, joga, bachelorette, army of me, protection, around the world gibi kliplerden gormustuk. bu filmle daha da bir inanmis olduk.

    kisaca filmin konusu iliskileri kotu bir sekilde noktalanmis iki ciftin lacuna, inc. adli bir sirkette birbirlerini ve yasadiklari butun anilari hafizalarindan sildirmeye calismalari. tabii geri kalan kismiyla ilgili bir yorumda bulunmak filmi izlemeyenlere haksizlik olucagindan daha fazla bir sey soylememek lazim. ama hepimizin filmde kendimiz bulucagi, sevdilerimizle yasadigimiz iyi ve kotu her turlu aniyii hatilayip, melankoli yasayacagi, filmin cikisinda iliskilere bakis acimisizin tamamen degisecegi, mukemmel duygulu, etkileyici bir film olmus. bir kauffman klasigi olan, karakterin beyninin icine girme ve filmi orada gerceklestirme fikri oldukca yaratici, insanin beyninin icinde yasadigi ve yarattigi kaos ve karmasikligin filme aktarilmasi oldukca basarili olmus.

    filmden ciktiktan sonra, ozellikle sevdiginiz bir insanla izlemisseniz, ona sarilip, omur boyu birakmamak istegi yaratacak bir film. sabun kopugu gibi akip geciyor, keske bitmese, devam etse dedirtiyor. buyulu bir yolculuk, sonunda karman corman duygularla bitiyor.
  • türkçe'ye "sil baştan" gibi spoiler bir şekilde çevrilse de orijinal ismi çok güzel olan bir film. filmi çoğu kişi izlemiştir zaten, 20 yılı geçgin eski bir film.. ama ismi, ismi çok güzel. belki de en güzel film isimlerinden biri.. eternal, ebedi, ölümsüz, sonsuz manasında. sunshine, güneş ışığı, gün ışığı.. spotless lekesiz, berrak anlamında. mind, zihin akıl.. hepsi tek tek birer kelime ama işte yanyana gelince. berrak, tertemiz, lekesiz bir zihindeki ölümsüz, ebedi gün ışığı.. harika değil mi? berrak bir zihin? herkesin ihtiyacı değil mi? berrak, lekesiz, kirlenmemiş, saçmalıklarla dolu olmayan, tabular girmemiş, dogma fikirler yok, kültürel adetler yok. tertemiz bir zihin. tıpkı bir bebeğin zihni gibi.. ölümsüz bir ışık ancak böyle bir yerde hasıl olurdu zaten..

    debe edit: teşekkürler
  • yaklaşık 10 ay falan geçmiş olmalı... (sahi ne kadar hızlı akıyor zaman)

    bugün de sıradan bi insandım.
    kafama öyle esti diye trene atlayıp şehrin öteki ucuna gitmedim mesela.
    yeni tanıstıgım birine ''ne kadar iyi birisin'' diyemedim. hatta tanıdığım ve kafamda büyütüp büyütüp ilah mertebesine oturttugum adama bile ''ne kadar iyi birisin'' diyemedim. oysa içimde, sol üst köşede bir yer, yakın bir zamanda söylemem gerektigini düşünüyor. bugün de kulak asmadım mesela.
    bugun de boyatmadım saclarımı turuncuya. ya da yeşile belki. sarı bile kurtarabilir aslında saçmasapan hayallerimi. ama yapmadım. sıradanım evet.
    bugun, kollarımı iki yana acıp seyretmedim gökyüzünü. bahanelerim var. buz kütlesi bulamadım mesela. hem kıçım donar bu soğukta. küçük hayalleri olan küçük biriyim çünkü. detaylara takılırken bütünü kaçırıyorum. ya da... belki... korkuyorum sadece...
    günlüğümde sayfalar hala boş. yırtılmış olduklarından değil. anlatacak sağlam bir hikayem olmadığından. varsa bile, ''unutmaya'' değecek şeyler değil. ne yazık.
    bugun de kimseye, ''soylesene, güzel miyim ben?'' diye sormaya cesaret edemedim. doğrulugunu onaylatmak peşinde değilim.aksine duymak istediğim bazı yalanlar var. beyaz olanları. inciten degil, yaralarımı saracak olanlar. ama sormadım işte. hem zaten küçükken kendi ismimi verdiğim bi bebeğim de yoktu. kaybedilmiş sayılır mı çocukluğum?
    sıradan bi insandım ben bugun dedim ya; mesela ''bekle'' demedim kimseye. ''hayırdır, neden bekliyoruz biz burda şimdi?'' diyenler oldu, evet. ama ''bekle işte, daha yaşanacak şeyler vardır belki. ya da söyleyecek etkileyici seylerim vardır da aklıma gelmiyorlardır belki. bi dur, bi bekle'' demedim. içimden geldiği anlar oldu. ama demedim işte. zira sıradanlığına gizlenmiş bir konseptim ben.
    eminim, bu gece de kimse kacirmayacak beni rüyalarından. şöyle elimden tutup, gel en gizli sırlarıma saklayıvereyim seni demeyecek. ve kimsenin dünyası, ben kayboldukca yıkılmayacak.
    bugun, eternal sunshine of the spotless mind seyrettim. yaklasık 10 ay sonra ikinci kez.

    bazı filmleri anlatabilmek için kelimeler yetmiyor....
  • kafka'nın şato'sundaki şu sözleri hatırlatan bir hikâye yapısına sahip film:

    "eğer insan birini unutursa günün birinde onunla yeniden tanışabilir."

    mesele şu ki bir bengidönüş ufkunda onunla yeniden tanıştığımızda ne olacaktır? her şey bir başka düzlemde yeniden mi başlayacaktır yoksa aynının sonsuz ve sonrasızca tekrarı mı yaşanacaktır? cevabı biliyoruz.

    kadere filan inanmasam da cuk oturuyor: kaderden kaçılmaz!
hesabın var mı? giriş yap