• "hayatım, ısrarlar karşısında yaşadığım yorgunluktan kurtulmak için kabul ettiğim tekliflerle doludur."
  • çok doğru tespitleri çok komik cümleler içine yerleştirebilen insan, bu hafta bayana bakmak adlı başlıkta çatal konusuna değinmiş:

    çatal dediğimiz bir bayanın göğsünün ortasındaki dikey çizgidir.biraz daha aşağıda giysinin altında memelerin olduğunu ima ettiği için bir anlam kazanmıştır. çatala baktığımı gören var mı kaygısıyla hemen etrafıma baktığım için, çok da uzun bakamıyorum. gördüğüm benimle beraber iki kişinin daha çatala baktığı. yüzyıllardır oynanan bir oyun bu: bir bayan, beğendiği bir vücut parçasını başkalarının da beğenmesini istediği zaman, o parçanın bir kısmını açıkta bırakıyor. biz erkekler de açıkta kalan parçaya bakarak bayanla hemfikir oluyoruz. şimdi biz metroda 3 erkek ve 1 bayan çatalın güzel olduğu konusunda mutabıkız. şişli durağında iniyorum. çatal taksime doğru devam ediyor. çatalın her semtte bakanları olacak. üzeri örtülünceye kadar sahibinden ayrı bir organizma olarak yaşamını sürdürecek. metro haraket ediyor. güle güle çatal...
  • bu hafta yazdığı, "taylan bunu beğendi ama ertan beğenmedi" adlı yazısını herkesin okumasını tavsiye ediyorum, ve okutuyorum efendim;

    giriş: taylan da kim?

    herşey, show tv’de “o ses türkiye”yi izleyen ertan tufan’ın, “aaa inanmıyorum ya, taylan’ı buldum, adam istanbul’daymış…” sesini duymasıyla başladı. bu ses, salonun bir köşesinde facebook mesaisi yapan sevgilisi gizem’e ait. ertan tufan, zerre kadar merak etmese de, ayıp olmasın diye, “taylan da kim?” diye sordu, ama gizem’in cevabını dinlemedi. zira ekranda kendi takımıyla birlikte şarkı söyleyen hadise yürekleri hoplatıyordu. ertan tufan, hadise’nin olası frikiklerinin peşindeyken, gizem, taylan’ı üniversiteden tanıdığını, zamanında çok iyi arkadaş olduklarını ve taylan’ın ‘çok farklı biri’ olduğunu uzun uzun anlattı. eğer ertan tufan, o geceden sonra taylan ismini sık sık duyacağını bilseydi, eminim ki, gizem’i can kulağıyla dinler, hadise’nin frikiklerini daha sonra banttan (acunn.com) izlemeyi tercih ederdi. ama ertan tufan böyledir, olayların önem sırasını asla hissedemediği için, daima asıl olayın dışında kalır. siz söyleyin, haftanın sonuçlarını açıklamak için format gereği uzun uzun bekleyen acun ilıcalı’nın suratına bakmak mı, yoksa gizem’in büyük bir coşkuyla taylan’a arkadaşlık isteği göndermesi mi daha önemli? ertan tufan, o gece gereğinden uzun baktı acun ilıcalı’nın suratına; o kadar uzun baktı ki, o sırada tesadüf facebook’ta olan taylan, gizem’in arkadaşlık teklifini büyük bir coşkuyla kabul edip ilk mesajını gönderdi: “nbr yaa?”

    ilerleyen günlerde, gizem’in bilgisayar ekranına bakarken ani kahkahalar atmasına ve bir türlü sönmeyen kahkahalarla cevaplar yazmasına tanık oldu ertan tufan. gizem, hemen her gece, önündeki ekranı taylan’a attığı yan yatmış gülücüklerle (iki nokta-bir parantez) doldurmaya başlayınca, ertan tufan kendi ekranındaki acun’a konsantre olamamaya başladı. aslında gidişat modern dünyanın kurallarına uygundu. gizem, taylan’ın bazı mesajlarını yüksek sesle ertan’a okuyor, taylan’ın paylaştığı videoları ertan’a zorla seyrettirmeye çalışıyordu. saklı gizli herhangi bir şey yoktu ortada. yine de eski arkadaşlar arasında yaşanan bu ‘iki nokta-bir parantez’ yoğunlouğu ertan’ın canını sıkıyordu. çünkü hayal gücüne sahipti. bu hikayenin yazarı olarak ben de ertan’la aynı fikirdeyim. aniden bastıran dev sevişmelerin kimi vuracağı belli olmaz. sorarım size, ibrahim paşa, nigar kalfa’yla aniden sevişmedi mi? koskoca hollywood endüstrisi, kısa bir bakışmanın ardından bir anda birbirine saldıran oyuncuların dudakları üzerinde yükselmedi mi? dev sevişmeler, ufak temasların beklenmedik finali olabilir. ihtimal düşük de olsa, bu budur. şimdi hikayemize geri dönelim ve gizem’le taylan’ın bu ufak temaslarından sevişme çıkacağı kaygısıyla, gizem’in facebook profilini irdeleme kararı alan ertan’ın başına neler gelecek, ona bakalım.

    gelişme: taylan’ın başparmağı

    ertan tufan, 2 metre ötesinde oturan sevgilisini facebook’tan izleyen bir adama dönüşmüştü. ilk fark ettiği şey, gizem’in taylan sonrası ilgi alanlarının çeşitlendiğiydi. ortalık, david garrett, muzzy star gibi ertan’ın hiç duymadığı isimlerle, “hes’lere dur!”, “seninki kaç santim?” gibi sloganlarla, kısa ve vurucu animasyonlarla ve bütün bunları beğenen baş parmaklarla beğenmişti. gizem, paylaşımlarını genelde taylan’ın sayfasından aşırıyordu. kendi üretimi olan paylaşımların altındaysa mutlaka taylan’ın “bunu beğendi” anlamındaki başparmağı vardı. sadece başparmağını gördüğü bu adamın geri kalanını görmek için taylan’ın sayfasını açtığında, ertan tufan’ın kaygıları daha da artacaktı.

    taylan’ın profil sayfası tam bir şölen yeriydi. envai çeşit videosuyla, dolu dolu bir hayat yaşadığını göstermek isteyenlerin uğrayarak paylaşım aşırabileceği bir tür ana merkeze benziyordu. az bilgili, düz ayak bir facebook kullanıcısı, kendi profili için taylan’dan rastgele 10 paylaşım aşırsa, bir anda iflah olmaz bir anti-kapitaliste, kendini santral duvarlarına zincirleyecek bir aktiviste, assos’tan küba’ya yürüyebilen inanılmaz bir gezgine, danimarkalı ergenlerden oluşan bir grubu bilecek kadar aşmış bir müzik tutkununa, hatta latince özlü sözler üreten evrensel bir ermişe dönüşebilirdi. taylan’dan aşırılan videoların üstüne “depresyona birebir”,”mutlaka izleyin”,”muhteşem”,”offfff”,”hımmm” gibi şeyler yazmak yeterliydi. sonra gelsin başparmaklar…

    gizem’in başparmağı her yerdeydi, taylan’ın bütün paylaşımlarına bazen tek başına, bazen onlarca insanla birlikte başparmak kaldırmıştı. ertan’ın öfkesi, gizem’in parmağının peşinde dolandıkça artıyordu. sonunda, taylan’ın yazdığı “boş gezegenin umut vaad eden gezginiyim” sözünün altında, 37 kişiyle birlikte gizem’in de parmağını görünce, “lan bunun nesini beğendiniz!” diye bağırarak bilgisayar ekranını yandan tokatladı. o an modern hayat peşini bıraksa, gidip gizem’, uyandırarak, “si..rim taylan’ı da başparmağını da, görüşmeyeceksin o herifle!” diye bağırırdı. fakat ne yazık ki, ertan tufan’ın elinde başparmaklar dışında, dev sevişmeyi ima eden herhangi bir kanıt yoktu. bilgisayarı kapatıp yattı.

    gizem’in facebook’u zamanla daha da coştu. taylan nefis videolar yayınlamaya; gizem, bu videoları aşırıp altına “muhteşem” yazmaya; ertan parmakları izlemeye devam etti. gizem, kendine göre güzel bir arkadaşlıktan ibaret olan taylan’la iletişimini hala ertan’dan saklamıyor, hatta ara sıra ekrandan başını kaldırıp taylan’ın selamını iletiyordu. modern hayat, ertan’ın cevabını, “o selamı alsın da münasip biyerine soksun”dan, “ha taylan’la mı konuşuyorsun, sen de selam söyle”ye çeviriyordu. günler günleri, paylaşımlar paylaşımları kovaladı. parmak sayısı her geçen gün artıyor ve taylan selamları aldıkça daha da şımarıyordu.

    final: duvarda asılı duran taylan mutlaka patlar

    tünel meydanında taylan’la karşılaşmak büyük sürpriz oldu. gizem’le taylan uzun uzun sarılırken, ertan tufan, kenarda dinelerek başparmağın aslını inceleme fırsatı buldu. taylan ve gizem, konuşmalara doyamayınca, ertan’ın da onayıyla birer bira içmeye karar verdiler. ilk biralar, gizem ve taylan’ın aşırı coşkusu, ertan’ın rahatsız edici suskunluğuyla geçildi. ertan tufan, sanki ortamda kendisi olmasa daha rahat konuşacaklarmış gibi bir hisse kapılıyordu. kalkıp tuvalete gitti. çişini yaparken, taylan’ın gizem’e, “nereden buldun bu adamı, pek sessizmiş!” gibi şeyler söylediğini, gizemin de, “ amaan ne biliyim ya, bazen ben de sıkılıyorum” gibi cevaplar verdiğini düşündü. büyük bir basınçla işiyordu ertan tufan, hırsını, çiş sıçramasın diye işletmenin pisuara yapıştırdığı sahte sinekten çıkarıyordu. ellerini yıkarken, geri döndüğünde onları öpüşürken bulacağını hayal etti. tuvaletten çıkıp uzaktan onları izledi. öpüşmüyorlardı ama gülüyorlardı. masaya oturur oturmaz, gizem, ertan’ın yokluğunda masada neler döndüğünü müjdeledi: “taylan beraber assos’a gitmeyi teklif etti. ben çok istiyorum oraları görmeyi…” taylan, gizem’in bu arzusunu, “gidelim abi, çok bakir yerler biliyorum,” diye destekledi. ertan, cevap vermek yerine, zaman kazanmak için birasını dikti. tek yudum ikiye, iki yudum üçe, üç yudum adem elmasını aşağı yukarı oynatan bir fondibe dönüştü. bira hiç bitmesin, bardağı dikmeye devam ederken garson yandan ilave etsin istiyordu. bira tükenip bardağın kalın dibi açığa çıktığında, tam karşısındaki taylan’ın dev kafasını gördü. saniyenin onda biri sürede bardağı masaya değil de, bu kafaya indirmeyi düşündü. bardağı masaya koyduktan sonra, ortaokul düzeyinde bir soruyla ortamdan biraz daha zaman talep etti: “assos çanakkale’ye mi, balıkesir’e mi bağlı?” “çanakkale” dedi taylan. gizem, bu bilgiyi taçlandırır gibi, taylan’ın o bölgeyi avucunun içi gibi bildiğini, sürekli gezeceklerini, çadırda kalacaklarını falan anlatmaya başladı. ertan tufan, neşeyle planlar kuran sevgilisinin yüzüne boş boş bakarken, az önce diktiği biranın da etkisiyle, kafasında assos’a gitti geldi: ertan, gizem ve taylan, bahşedilen bakir topraklara ulaşmak için dağ bayır yürüyorlar. gizem ve taylan gördükleri herşeyi beğenirken, adım atacak hali kalmayan ertan sürekli yakınıyor. sonunda taylan’ın sırt çantasına koyuyorlar ertan’ı. sadece kafası dışarıda kalan ertan, uzun uzun doğayı, doğadan sıkılınca da dönüp taylan’ın ensesini seyrediyor. akşam, ertan sırt çantasında uyurken, gizem ve taylan çadırda kalıyor. sırt çantasında pek rahat edemeyen ertan, geceyarısı uyandığında dev sevişme sesleri duyuyor. huzursuzlanıp ağlamaya başlıyor. bir türlü sakinleşmeyince, taylan yanına gelip başparmağını veriyor ona. eme eme tekrar uykuya dalıyor.

    gizem, müthiş assos planını anlatmaya bitirdiğinde, taylan’la birlikte ertan’ın suratına bakmaya başladı. cevap geciktikçe, ertan’ın suratı, sonucu açıklamak için format gereği uzun uzun bekleyen acun ilıcalı’ya dönüşüyordu. sonunda zoraki gülümseyerek, “olabilir aslında” diyebildi. suratı, iki nokta- bir paranteze benziyordu.

    fırat budacı
  • --- spoiler ---

    bazıları hayatında hiç dert yokmuş, sigara içse de sağlığı bozulmazmış sabah uyandığında hiç lanet
    etmezmiş gibi oturur masalarda, yani bana öyle gelir. pırıl pırıl dişlere, her an berberden yeni çıkmış
    gibi duran saçlara, zenginlik imalı kol saatlerine, ortamdan ne zaman kalkacağını bilen bir sorumluluğa,
    garsonu çok şık bir hareketle çağıran parmaklara sahiptir onlar. tüm bu karnavalı muhteşem bir koreografiyle
    sunabilen böyle insanlara bazen özeniyorum. ama özenmelerimi tek silahım olan muhaliflikle hemen ört bas
    ederek, o insanları işe yaramaz birer varlıkmış gibi yerin dibine batırıyorum... yaklaşık 2 saattir, aynı masada
    karşılıklı denk düştüğümüz kişi düşündürüyor bana bu saçmalıkları. abartılı senkronize hareketleri yüzünden
    kötü bir şeyler hissediyorum ama hiç açık vermiyor. ben de dişlerinden girip, saçlarından çıkarak oradan ense
    tıraşına dolaşarak sizlerin kafasını şişiriyorum. belki mas masa engellemese, görsem ayaklarını, ayakkabılarına
    da girişeceğim. bir şey lazım bana, beni haklı çıkaran, yaşamamı sağlayacak bir şey...
    ilerleyen saatlerde yanımdaki arkadaşına "abi bu ara çevirme oluyor, arabayı bırak istersen" diyor.
    genişleyen ağzını, suratına yayılan gülümsemeyi görüyorum. benim de yüzüme bir gülümseme yayılıyor. işte
    geliyor sevgili okurlar, sizleri davet edeceğim dünya birazdan açıklanacak. "oğlum doktorum ben" diyor.
    "küfelik olsam ceza yazmazlar..." 'anlatma iştahını uzaktan bile tanırım. hemen beslemek lazım, bilirim.
    derhal yapıştırıyorum soruyu, "sen hiç ceza yemedin mi?" "yok be abi, ne cezası... ceza yiyen doktor afedersin
    kazmadır yani(!)..." komedi unusurlarıyla bezediği bir kaç anısını anlatıyor. gülüyoruz. bu memlekette 'işini
    bileceksin' ana fikirli muhabbetlerin hepsi, yılansı bir gülümseme eşliğinde gerçekleşir. kuralları çiğnemek
    utanılacak bir şey değil, kurnazlığa, işini bilmeye övgüler düzülecek bir seremonidir. doktor olmakla ceza
    ödememek arasında nasıl bir bağlantı olduğunu sorgulamak geri zekalı olmayı kabul etmektir.
    sorgulayan kim, gülüyoruz işte hep beraber, sevgili doktor coştukça coşuyor. bir yandan gülerken bir yandan
    "hoş geldin doktor," diyorum içimden, en sonunda bir sakatlık sergilediğin ve beni haklı çıkardığın için selam
    sana. ve siz de sevgili okurlar, mesleğini, ailesini, çalıştığı yeri, paranın özgüvenini kullanan ve kurnazlıklarını
    çevresine bir akılcılık resitali gibi sunan "statü arsızları(!)"nın dünyasına hoş geldiniz.
    bundan 6 yıl evvel kiralık ev ararken, emlakçılarla telefon konuşmalarına şöyle başlıyordum: "iyi
    günler, ben doktor fırat, sağdıç sokak'taki ev ilanı için rahatsız ediyorum." dikkat edin aramıyorum, rahatsız
    ediyorum. çünkü emlakçı bey, siz, yoğun iş yaşamınızda ancak rahatsız edilebilirsiniz, çok önemli bir
    insansınız ve konuşmamız boyunca sizinle 'estağfurullah' gibi, 'portföy' gibi daha nice kelimelerin belini kıracağız.
    siz küçücük, sigara kokanofisinizde benle telefonda sanki "sweet homes" isimli büyük bir şirketin müdürü
    havasında konuşurken, ben de henüz zorlu bir cerrahi operasyondan çıkmış gibi cevaplayacağım sizi. ikimiz
    de biliyoruz bu kuralları. ben doktor unvanını kullanarak ciddiye alınma aşamasını başarıyla atlatacağım. çünkü
    bu ilk aşamada statü belirtemeyen, parası olsa da giyiminden, ses tonundan, tokalaşmasından dolayı nice
    arkadaşımız bertaraf olmuştur. kıytırık bir ev için ikimiz de şekilden şekle giriyoruz. hayatı yormak konusunda
    çok hevesliyiz...
    sevgili okurlar, bana hep, hızlı dünyanın modern kodlamalarıyla konuşmaya çalışan kasılmış insanların,
    buz tutmuş dilleri birazcık zorlansa çözülecekmiş ve ortam bir anda rahatlayacakmış gibi gelir. mesela, ben
    emlakçı bey'i alıp bir meyhaneye götürsem, iyice içsek, "abi bak, ben doktorumama zeytinburnu'nda boktan bir
    poliklinikte üç kuruş maaşa çalışıyorum" desem. o da bana, "beş para etmez evleri millete beğendirmek için
    atmadığım takla kalmıyor. bu şirketler var ya bitirdi bizi," dese. bir daha birbirimize artistlik yapmayacağımıza
    söz versek, hafif gözlerimiz sulansa... aynı gece, bir trafik polisi, "ben doktorum" diyene, "buyrun makbuzunuz"
    deyip, arkasını dönüp gitse. bir gece klubüne hummer'la yanaşan ayıya bodyguard , "bugün yayan gelenleri
    alıyoruz" dese; lüks bir restoranın kapısından "ben geldim, dikkat" havasıyla giren o süper adama garson çelme
    taksa; bankada direkt müdürün odasına dalan adamın arkasından sıra bekleyen herkes odaya dalsa, güzel bir
    sıkışıklık olsa ortamda; alışveriş için mağaza kapattıran o bayana tezgahtar, "mağazamız kapalı, üstelik siz
    kapattırdınız" deyip onunla ilgilenmese, o bayan bir güzel çıldırsa, hepimiz etrafında dans ederek , "senin bizden
    ne farkın var" benzeri sözleri olan bir şarkı söyleyerek nefis bir müzikal ortam yaratsak. sonra ışıklar kararsa,
    diz çökmüş, yüzünü elleriyle kapatmış bayanın üstüne bir spot ışığı vursa, yavaşça kafasını kaldırıp, gözünden
    süzülen yaşlarla ve ciğerleri parçalayan bir müzik eşliğinde "i apologize to the whole wooorld" (bütün dünyadan
    özür dilerim) diye bir şarkıya başlasa. şarkının sonlarına doğru, giydiğimiz kazağın yakasını ters çevirip markasına
    bakan kız, gold kartını rest çeker gibi masaya süren arkadaş, işini görmeyen memura "haritadan yer beğen" diyen
    nüfuzlu adam el ele tutuşarak karanlığın içinden şarkıya eşlik ederek sahneye çıksalar. bu gösterinin sonunda,
    tüylerimiz havada hollywood finallerine alışkın ciğerlerimiz artık tamamıyla paramparça, kafamızı sağa sola
    sallayarak, dudaklarımızı ısırarak, dakikalarca süren, inatçı bir alkış tufanının yılmaz birer neferi olsak...
    avuçlarımız patlasa...
    bir keresinde alkollü yakalanınca, sessizce cezamı ödemeye razıyken mesleğimi soran trafik polisine
    "doktorum" demiştim. aslında bunu söylerken nerdeyse göz kırpacak kadar kaypak bir umut da belirmişti içimde.
    üfledikten sonra cezayı kesmek zorunda olduğunu, neden daha önce söylemediğimi, hayatında hiçbir doktora ceza
    kesmediğini söyleyerek azarladı beni. "vallahi hayret" diyordu makbuzu hazırlarken. ertesi gün cezayı ödemek
    için bankaya gittiğimde, parayı tahsil eden bayan da, gözlerimin içine bakarak, "utanmıyor musun bu kadar
    parayı ödemeye, yazık değil mi?" deyince iyice anladım:
    " ceza yiyen doktor, afedersiniz kazmadır yani...(!!!!!)"

    fırat budacı-uykusuz-sayı 27

    --- spoiler ---

    edit: el emeğidir, sola kayık olması ondandır, elleşmeyiniz.
  • "soruya soruyla karsilik veriliyorsa ortada gercek bir cevap yok demektir. buna kisaca evlilik denir."

    "sosyal paylasim sitelerinde avuc ici kediler, saskin kucuk maymunlar, komik lemurlar, sikmalik koalalar paylasmaya bayilan karim icin; kuslarin balkona yuva yapmasinin desteklenmesi gereken bir olusum oldugunu, balkondaki kuslarin onun icin minik, tatli surprizler olarak civildadigini saniyordum. yanilmisim. demek hayvan degil hayvan fotografi seviyormus minik sevimli karim."

    balkonda panik - 06/02/14
  • peşimden koşan pirinç taneleri isimli yazısında bi yanda sevgili bi yanda arkadaşlar olan bir durumu mükemmel bir şekilde özetlemiştir. valla sırf bu korku yüzünden insanın aşık olası gelmiyor..

    --- spoiler ---

    "
    ...

    'akşam makarna yaparız' dedi. 'tamam' dedim. 'o sostan da yapar mısın?' dedi. 'yaparım' dedim. yanağımdan öptü. sevgililiğimiz, makarna yapmanın bile ayinsel bir neşeye dönüştüğü evredeydi. çok iyi sos yapan modern bir erkek olarak elimi omzuna attım. telefonum çaldı. arayan bir arkadaşımdı. 'akşam çıkıyoruz' diyerek, normalde derhal koşarak yanlarına varacağım kadroyu saydı. kolumun altında makarna yemek için sabırsızlanan bir kadın olduğu için bir an duraksadım. 'duruma bir bakayım da, ben seni ararım' deyip telefonu kapattım. arkadaşıma "durum" demiştim ve şimdi ona bakacaktım. baktım. durum da benim yüzüme baktı ve 'kim o?' diye sordu. 'arkadaşlar toplanıyormuş da...' dedim. sesimde 'amaan bana ne' diyen bir hava vardı. oysa içimde eski dostların vaat ettiği, kahkalarla çınlayan, alkolle sulanmış topraklara koşma isteği devasa boyutlardaydı. makarnaysa bir anda ima ettiği aşkın çok uzağında basit bir hamur işine dönüşmüştü. durum, o an için dünyanın en zor sorularından birini sordu: 'gidecek misin?' bunun gerçek bir soru olmadığını biliyordum. cevabın 'yok canım, ne işim var' tonunda ve makarna ayinini zirvedeki yerine iade eden kalitede olması gerekiyordu. yapamadım. o an aşkı beceremedim ve 'aslında çok oldu çocuklarla buluşmayalı...' dedim. (arkadaşlarıma çocuklar diyerek hala buluşmayı küçümsemek için debeleniyordum.) bir suskunluk oldu. sonra durum, 'gidecek misin?' derken takındığı sevimli yüz ifadesini, hafif kızgın bir mimikle değiştirerek 'sen bilirsin, istiyorsan git' dedi. bu cümledeki kelimelerin direkt anlamına kapılıp arkadaşlarına koşan bir saf olmayı çok isterdim. ama durum öyle değildi. sevgilim seçenek verirmiş gibi yapıp aslında hiçbir seçenek bırakmıyordu. ağzıyla 'sen bilirsin, istiyorsan git' derken, tonlama ve mimikleriyle 'ben bilirim, burada kalacaksın' diyordu. 'istiyorsan' kelimesindeki 'tehdit', hemen arkasından gelen 'git' kelimesini defalarca bıçaklıyordu. belki şimdi olsa yapamam, ama o gün bir iki defa 'gitmesem de olur' rolu kestikten sonra kanlar içindeki 'git' kelimesini yanıma alarak gittim. makarnayı ve sosu gerçekleşmeyen bir ilişki projesi olarak arkamda bırakıyordum...

    ...

    "

    --- spoiler ---
  • kafası "tam kapasite" çalışan uykusuz yazarı.
    bir gün kendini durduracak diye ödüm patlıyor.
  • ''bütün dünya benim ayılmamı bekliyor'' yazısındaki şu bölüm hönkürerek gülerken neredeyse boğulmama sebep olacaktı:

    ''oysa eskiden insanlar yüzünü yıkayarak ayılırmış. hem öyle tek elle falan değil; mesela dedem, iki elle suyu yüzüne çarparak ve ardından büyük bir gürültüyle sümkürerek bütün uykusunu lavaboya boşaltırdı. ayılmayı beklemez, onu kovalardı. şimdiyse bir türlü ayılamamak ve bu konuda kahveden başka çıkış yolunun olmaması gizli bir gurur anlamı taşıyor.''
  • son iki haftadır bahsettiği "düğün" adlı 400 sayfalık kitap projesini hayata geçirirse evlenen arkadaşlarımın her birine birer çeyrek altının yanında bu başyapıtı takdim edeceğim.
  • bu hafta ki yazisinda ilk paragrafta goruldugu uzre "kendini iyice kaybeden insan" basligiyla ertugrul ozkok'e nihayetinde ayarini vermistir.

    --- spoiler ---
    ertugrul özkök, "ben gidiyorum" başlıklı köşe yazısında, ülke meselelerinden sıkıldığını, baharla birlikte tatil havasına girdiğini ve sıkılan herkesin kendisine takılmasını teklif ediyor: "fazla eşyaya lüzum yok. yanınıza çiçekli bermudalarınızı, abercrombie tişörtlerinizi, parmak arası terliklerinizi alın..."
    o dedigin tişörtü bilemedik, biz gelmeyelim. ama sen git... mecazda kalmasın... mutlaka git!
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap