• babaannem şey derdi bu spor için;
    25 donsuzun bir topun peşinde koştuğu bir spor...
  • bir liverpool maçı anlatan okay karacan'ın; reji tribünlerdeki saçları kırlaşmış ian rush'ı seçtiğinde hislenmesi, yıllardır görmediği bir akrabasını görmüş gibi olması, akabinde ekran başında benim de hislenmemdir.
  • futbol deyince vaktiyle mahallede oynadığımız ve akranlarımıza (cesaret, deneyim ve hatta tevazu simgesi olarak) dizimizde bacağımızda ne denli kanlı, kalıcı yaralar olduğunu gururla gösterdiğimiz, ayağımızdaki kırıklardan bahis açıp bunlar üzerinden yarıştığımız şeyi kastetmiyorum. o, ancak nostaljisi yapılacak bir mazi. belki şimdilerde yalnızca yoksul mahallelerdeki alt-sınıf çocukların tadabildiği bir ayrıcalık. orta sınıf halı sahaya geçti geçti. sakatlıktan, yeteneksizlikten ya da takatsizlikten, misal benim gibi, mahalleden halı sahaya terfi edilemediyse, futbol denilince akla, sadece endüstriyel olanı geliyor.

    onunla ilgili 5(+3) tez.

    1) televizyonlarda gösterilen futbol, zannedildiği gibi bir spor değil, bir endüstri oyunu. kâr amacı güden bir sektör. bu ne demek? sporu spor olduğu için yaparız. anlamı kendindedir. işte antik yunan, olimpiyat ruhu, insanın bedeniyle kurduğu ilişki. insanın fiziksel sınırları filan falan hikayesi. bunun bets10'dan, iddaa'dan farklı, kendine has bir bahis mantığı da vardır. "hangimiz şu bakkala daha hızlı yürüyeceğiz" diye bile iddialaşırız. halı saha maçlarını baklavasına yaparız filan. ve tek bir izleyenimiz olmasa bile, yaparız o sporu. sabah yürüyüşünü balkonlardan izleniyoruz diye değil, kendimiz için yaparız. halbuki endüstri öyle değil. fenerbahçe gs maçında tribünde ve tv'de izleyen olmasa, ne o takımlar kurulabilir, ne o maç oynanır. hatta ne de o stad yapılır. bizim yüzme yarışlarımız, bisiklet binme edimlerimizden farklı olarak, izler kitleyi çıkarttığında ortada bir oyun kalmıyorsa, ona spor değil, endüstri denmeli. sektör denmeli.

    2) maişet derdi diye, dünyadaki en büyük ve en önemli bir dert var. yeni türkiye'nin yeni türkçesinde ekmek parası diyoruz. deyim hali: "ekmek aslanın ağızında". geçinmek. hayata tutunmak. maişet derdi, iaşe gibi kelimeler çok osmanlıca kalıyorsa, "iş" ya da "meşgale" diyelim. her gün, eğer şanslıysak, her gün lanet ettiğimiz işlere gider, bizi insani yönden, entelektüel yönden, duyarlılık yönünden herhangi bir şekilde geliştirmeyi bırak, körelten, bizi tüm çocukluk hayallerimizden ve umutlarımızdan sıyrılttırıp, sıradanlaştıran, alıklaştıran, depresyonlara sokan, örseleyen şeye "iş" diyelim. meşgale. lanet ederek yaptığımız, biraz daha para verseler, kesinlikle orada durmayacağımız, varsayalım ki "sana şu kadar para veriyorum ama artık bu şimdi yaptığın şeyi yapman yasak" dediklerinde bu teklifin üzerine atlayıp işimizi hemen ve zaman kaybetmeden, sonsuza kadar bırakacağımız şey, "iş" olsun. bu, "meslek" değil. meslek, severek yapılan, en iyisini yapmak için uğraşılan, yaparken karşılığında alacağın paraya, harcayacağın vakte filan bakmadığın şey olsun. bir şeyi sadece güzel olduğu için yaptığımız şeyler.
    ve bir spor olmayan bu kapitalist futbol sektörü, aşağı yukarı bütün içindekilerle birlikte, bir meslek değil, bir iş, bir meşgale.

    3) futbol, örneğin tiyatro gibi "bir icra eden, bir izleyen bir de mesaj/iletilen" şeklinde 3 adet temel ve her tarihte/yerde bulabileceğimiz, adeta insan olmanın, sosyalliğin doğal bir çıktısı değil. kuralları sonradan koyulmuş, tarihin bir döneminde birilerinin geliştirdiği bir icat. tiyatro gibi kadim, kökleri ve geleneği olan, biçimleri toplumsal mücadelelerle, tekil ve/veya kolektif insan faaliyetiyle gelişmiş ve yerleşmiş/yerlileşmiş değil. ilk insandan beri var olan, daha sonra belirli bir söylemsel bağlamda "sanat" deyip estetik kriterlere göre tasnif ve tenkit edeceğimiz bir şey değil. tarihte bir yerde (m.ö. 2500 diyolla) icat edilmiş, sonra yeniden icat edilmiş (1800'ler) ve sonra endüstriyellleşip kurumsallaşmış (1930'lar 40'lar?) bir şey. bu yeniden icat ve gelişimler, "daha güzel" olsun diye değil, "daha heyecanlı olsun ki, daha çok kişi seyretsin" diye kurallanmış, ve o kuralları bu minvalde geliştirilmiş bir kapitalist sektör. yani klasik liberalizmde bile gelişemeyen, bir anlamda ulus devletlere, milliyetçilik/ırkçılık/ataerkillik gibi mefhumların kurumsallaşabileceği ve evrenselleşebileceği bir liberalizm türüne (birinci ve ikinci dünya savaşlarındaki ırkçılık, 1945-73 keynesçiliği ve 73 sonrası neo-liberalizm varyantları) ihtiyaç duyan, üzerine televizyona/reklam sektörüne ihtiyaç duyan bir kapitalist sektör bu futbol.

    ara 1) gol atmak-fallik simge-erkeklik vs. bağlamları kurulabilir. hatta psikanalitik bir okuma, elbette futbola dair çok ilginç şeyler söyler (erkek erkeğe, "arka delik"e gol atmak vs.) ancak bunlar, kanımca, biraz üstten yorumlar olur. birinci ya da ikinci düzeyde göz atılacak şeyler değil. yani sadece futbolu bağlamaz. şunu açıklamaz. neden hentbol değil, buz hokeyi değil de futbol? neden su-altı okeyi değil de futbol? elle yapılan, basket değil de futbol. sopayla yapılan kriket, golf değil de futbol? bunun cevabını bir antropolojik çalışmada değil, ancak ve ancak, avrupa üzerinden, avrupamerkezli okunan bir dünya tarihinde, sosyolojisinde bulunabilir.

    ara 2) bu köksüz endüstri, özellikle bir neo-liberal kapitalizmle ilişki içerisinde, son derece içi boş, kendi boş, hem kel hem fodul üstelik ebleh çıktılar koyuyor ortaya. bu sebepten futbola dair ilgi çekici şeyler söyleyen herkes, aynen ilgi çeken popüler kültür üzerine yorumlarda olduğu gibi, spor ve endüstri dışında bir başka şeyden devşiriyorlar fikirlerini.

    tartışılır bir fikir de atayım ortaya:
    ara 3) kapitalist ve içindeki herkesin lanet ederek yaptığı, "şuradan bir ev buradan bir yazlık" zihniyetiyle yaptığı bir iş. herkesi köreltip bitiren, alıklaştıran bir iş. orta düzeyde, 2. ve 1. ligde de böyle, en üst düzeyde, real madrid ve chelsea'de de böyle. yoksa, dünyanın belki en büyük sol beki* türkiye'ye neden gelsin ki? ya drogba? meslekte yapacağımı yaptım, biraz da işime bakayım, dünyalık biriktireyim, diye.

    4) her ayrı durumda ayrı ayrı incelemek gerek. ve lakin, genel ilke şudur: liman ya da uyuşturucu gibi olağanüstü rantların döndüğü yerde mafya olur, silahlı ve/veya kanuni. ortalama maaşın bin birim olduğu yerde bir işte günlük 100 bin birim para dönüyorsa, o para emperyalist ülkelerde devletin veya devletle organik ilişkileri olan şirketlerin, yarı sömürge ve sömürge ülkelerde ise mafyanın ve komprador burjuvazinin ve bit tabii bürokrasinin olur. futbol da, diğer endüstriyel sportif sektörlere göre, en büyük rantların döndüğü sektör. dolayısıyla buradan asıl parayı, ahbap çavuş ilişkisine girebilenler parayı kazanır.

    5) popüler kültürden bir nitelik farkı, sanıyorum, iletimin yönü. yani popüler kültür ürünü geliştiricileri, mesela acun, mesela bu tarz benim gibi giyim programları, diziler, esra erol ve seda sayan vs.; iyi bir sezgi sahibi olmalı. toplumun çeşitli dinamiklerini sezebilmeli. o kültüre dair bir hayli niitelikli bir fikir sahibi olabilmeli ki, izlensinler. beğenilsinler. yani, toplumdaki bir şeyi çekip, belirli formüller eşliğinde topluma geri kakalayabilmeli. platon'un devlet 6. kitapta mıydı, kuşkulandığı tiyatrocu ion. acaba bu herif, diyordu, filozof taklidi yapsa, bu halk da bunu yese, halimiz nice olur! ama sonra şunu fark ediyordu platon. bu tiyatrocu herif, seyircileri güldürürken onların salaklığına ağlıyor kendi kendine. onları ağlatırken de onların alıklığına gülüyor! yani tiyatrocu, bir filozof olmadığının farkında. diğer bir deyişle, halk, tiyatrocuyu alkışlamıyor. kendi kendini alkışlıyor. tiyatrocu, sadece halkın içindeki o gülünç ve üzücü şeyleri çıkartıp halka geri veriyor. hakikati değil! popüler kültür, işte bu yüzden entelektüel olarak ilgi çekici.

    futbol, ya da belki de bütün sportif sektörler, seyirci potansiyelini sadece ve en fazla, kontrol/regüle edebiliyor. şunu demek istiyorum. bir tarihte bir yerde brezilya dizilerinin izlenmesi, başka bir tarihte ise bu evlenme programlarının izlenmesi bize o toplumun her iki koşuldaki durumuyla ilgili bir şeyler, çok şeyler söyler. halbuki futbolda, 4-4-2 mi, 4-4-1-1 mi? çift forvet ya da tek forvet mi gibi şeyler, olsa olsa işin zanaatkârlığı olabilir. insan hakkında toplum hakkında bir şey söylemez. dahası, stoperlere mi yoksa orta sahaya mı pres yapacağınız, örneğin, uzun top mu yerden mi oynayacağınız, amiyane tabirle mala davara faydası olmayan bir uzmanlık. aynı dota'da bilmemne herosu ile bilmemne skill'ini kullanabilme becerisi gibi. fifa ya da uefa filan denilen, iç işleyişine hemen hiçbir etkimizin olmadığı tekel yapılanma, en fazla "haa, demek çalım göze hoş geliyor, şöyle yapılırsa kırmızı kart gösterin, böyle yapılırsa devam edin" diye, çıktıyı kontrol edebilme şansına sahip.

    tiki-taka göze hitap ediyorduyla filan gelmeyin. barcelona, madrid, bayern gibi 6 7 büyük takım, kapitalist bir olimpiyat ruhuyla sahada. gerçekten, insan yeteneğinin, bedensel sınırlarının doruğundalar. güzel olan orada, aslında, futbol değil. aynı kasparov'un satrancı gibi, amstrong'un -kurgusal- bisikleti gibi fantazmatik taraf. güzel olan yani, bizim onda gördüğümüzü/bulduğumuzu sandığımız şey. kusursuzluk! ve -bugün süleyman seyfi öğün hatırlatmış, valery'nin dediği gibi, tüm biyografiler, o kişinin yaşamına dair değil, bizim arzumuza dair bir fikir verir!

    "futbol bilgeliği" başlığında adlandırdığımız şey, bir "ben şu işle uğraşırken epeyce vakit kaybediyorum da, işte, neden onun da bir anlamı olmasın" kabilinden, bizim atfettiğimiz bir şey. basit ol seni aptal (kiss)! 22 kişi bir topun peşinden koşuyor, hepsi bu.

    ***

    futbolda ciddiye alınabilir üç şey kalıyor yani. ilki, tekrardan, neden mizah neden futbol sorusu. tekrardan olmasının sebebi şu. bu yazıyı pek çok başlığa yazabilirdim de neden gelip buraya yazdım. neden, hâlâ, en çok, bu sektör izleniyor? ikinci sorun şu olabilir. genç bir çocuğu alıp büyütmek, yetiştirmek, olgunlaştırmak, sahaya konsantresini sağlamak filan. yani pedagoji. ferguson ve wenger'de bizi çeken bu olsa gerek. ve üçüncüsü de şu, belki. bu kadar az gol olan (ortalama 1? 2? 3?), yani bu kadar az asıl amacın gerçekleştirildiği bir şey, daha ne kadar ve hangi koşullarda en büyük sportif sektör olarak kalabilir?

    ***
    hasılı;

    eğer bu yazıyı sonuna dek okumuşsanız, futbolu ilginç bulduğunuzdan değil, benim eşya ve beşere dair kimi görüşlerimi ilginç bulduğunuzdan okumuşsunuzdur. ve bingo! bu düşüncelerin hiçbirini futbol maçı izlerken geliştirmedim.
  • bir de son zamanların modası "futbolun adaleti" diye bir yanı var ki aklıma gelmişken adam akıllı iki laf edeceğim;

    eğer bir ülkede verilen haksız bir penaltı, bir insanın haksız yere yıllarca hapis yatmasından daha çok tartışılıyorsa o ülkede hem adalet hem de futbol bitmiştir.

    sizin için hangisi daha önemli ise onun için üzülmeye başlayabilirsiniz.
  • 29 yaşımda,
    gördüğü her topa beynimin "koş laaa!" diye komut verdiği, ficudumun "nereye la!" dediği spor.

    2 ay sonra gelen edit: evet dün sakatlandım ve halı sahayı sedyeyle terk ettim :(
  • bir erkek sebebiyle hayatıma girip beni kendimden soğutan spor.
    dün gece rüyamda uefa finalinin fenerbahçe-galatasaray arasında yapıldığını gördüm. ilk golü fenerbahçe attı. sonra galatasaray üç gol atarak fenerbahçe’yi ezdi. ama bir anda deivid ve alex’in muhteşem golleriyle skor eşitlendi. tam penaltılar atılacakken saat çaldı uyandım. ben fenerbahçeli, eşim ise galatasaraylı olduğu için yarı uykulu rüyamı anlattım. eşim biraz sinirlendi bana, sonucu öğrenmek için zorla uyutmaya kaktı beni. *
    o an bir ışık yandı, nasıl desem sanki çizgi filmlerde sinirlenen karakterin kafasından dumanların çıktığı, renginin aldan mora döndüğü sahneler gibi bir şey oldu. evi yakmak, yanımda yatan adamı camdan atmak istedim.

    ben bunları niye biliyorum, niye günümün dinlenmek ve güne zinde kalkmak için ayırdığım zaman dilimini böyle saçma bir şeye veriyorum. neden rızam dışında beynim böyle bir bilgiyi kaydediyor???
    istem dışı sevmek diye bir şey varsa, hayatımda futbolun yeri budur. sevgimin nefrete dönüşmesi incecik bir çizgi üstünde sanırım. her an adamı boşayıp, futbolu hayatımdan atıp, rüyamda uçtuğumu görebilirim. böyle kanatlanmış, istanbul’un üstünde geçerken, mümkünse mecidiyeköy ve kadıköy’ü atlayarak. kimsenin kimseye gol atmadığı bir dünya istiyorum ya, yeter ulan.
  • bu oyunu sevenler ikinci sınıf insan nasıl oluyor onu anlamadım. spor bu. oyun. hem spor hem oyun. bunu sevmek bir insanın statüsünü nasıl düşürebilir. ikinci sınıf insan ne lan. ibişe bak ya sabah sabah.
  • 8-9 yaslarinda falanim. mahallede duvar pasi yapip adam gecmeye calistigimiz, dokuz aylik oynayip baba cikanin anne cikanla "karicim git yemegi isit, ben geliyorum" seklinde tassak gectigi, arabanin altina kacan topu almak icin inanilmaz caba sarf ettigimiz, elde ekmek arasi salatalikla disarda gezdigimiz donemler. bizim evin karsisinda da kocaman bir futbol sahasi var. tabii ki kum saha. o donemler okulda sergen diye bi arkadas var, bu elemanin babasi kum sahanin sahibi olan takimda antrenor. sergen'i de almis tabi takima, sergen de orda oynuyor. ama sergen mahalle maclarinda adeta bir messi, adeta bir futbol tanrisi gibi topla dans ediyor. deli top oynuyor adam. muazzam. sergen'le yakiniz o zamanlar. sergen'lerde bilgisayar var, monitorun altina kasa koymali. o zamanlar kimsede bilgisayar yok. sergenlere bilgisayar oynamaya gidiyorum, oyle yakiniz. -internete giriyoruz deyip bana windows turu attirmis ibne, bunu yillar sonra algilayacaktim- sergen, dedi bi gun iste gel seni de takima yazdirayim. nasil sevincliyim. bildigin formalarla maca cikicaz dusunsene. kocaman saha var, hakem var falan. mahallede oynanan futbolu kucumsemeye basladim hemen tabi... sonra gittim sergen'le beraber antrenmana. hoca tam bi got. -sergen'in babasi degil- herkese bagirip cagiriyor. sanirsin fatih terim amina kodumun cocugu. sanirsin bizim takim uefa sampiyonluguna hazirlaniyor. disiplin had safha. o zaman kucumsedigim mahalle futbolunun degerini yeni yeni idrak etmeye basliyorum. -hem burda duvar pasiyla adam da gecilmiyor ki- neyse, bir sure ben oyle antrenmanlara devam ediyorum, disarda kar kis kiyamet... her antrenmandan sonra canim cikiyor. ama yine heycanimi kaybetmemisim, futbolcu olma hayalleri kurmaya devam ediyorum. bi gun ilk resmi maca cikicaz. heyecanin kralini yasiyorum, merakla birlikte. -acaba hoca beni oyuna sokacak mi?- isiniyoruz kum sahada, her yerimiz camur. az kaldi maca. gozum bi ara sahanin disina takiliyor, babami goruyorum. alla alla diyorum, bunun ne isi var burda. gidiyorum yanina. "teyzenlere gidicez, seni almaya geldim" diyor babam. -teyzemler sehrin oteki ucunda oturuyor, her gittigimizde bi kac gun orada kaliyoruz, kucucuk cocugu evde tek basina birakacak halleri yok.- "baba mac var" diyorum, ikna etmeye calisiyorum, hicbir cikar yolu yok. "teyzenlere gidicez" diyor. sonra gidip antrenorle konusuyor, izin aldim diyor. isinmayi birakiyorum. cikacagim ilk macin hayali, sahadaki kuma karisiyor, topa karisiyor, "mahmut buraya atsana amina koyim" diyen cocugun agzina karisiyor. teyzemlere gidiyoruz. bir daha kulube gitmiyorum. cikamadigim ilk macta jubilemi yapip futbola veda, mahallede duvar pasi yapmaya devam ediyorum.
  • tribünlerden gelen sesler, savaşlardaki mazlumların sesini kısıyorsa, futbol afyondur! ali şeriati
  • acayip. bakıyorum zenci iri miri bi adam oynuyo şimdi. bu adamla bi mevzumuz olsa, sokakta karşılaşsak ağız burun koymaz gebertir beni. ama hooop!! çıkalım turkcell süper lig maçına. karşı takımda oynuyo bu. gidip yanına ağzına çaksam bi tane, yere düşer yuvarlanır bas bas bağırır. hiç denemedim ama öyle olur kesin. acayip..
hesabın var mı? giriş yap