• 22 yaşında bir gencin kendine sözde alexander supertramp kimliğini vererek şehirden yola çıkıp dağa, bayıra, alaska'ya doğru devam eden seyrüseferi.

    filmde çok dikkatimi çeken ve belki de yönetmen sean penn'in bununla uğraşmaktan diğer bazı görsel öncelikleri vurgulamayı bilerek veya bilmeyerek atladığını düşündüğüm bir özellik var o da yaban hayat görselini yansıtma şekli. filmi izlerken bir film izlediğinizi unuttuğunuz sahneler mevcut. bunlar, bir belgesel detaycılığında gökyüzünün, yeşilliğin, doğa manzaralarının sunulduğu sahneler. into the wild, belgesel izlerken insanın hissettiği yaban hayat hayranlığını ve aynı zamanda o hayatın orta yerinde olduğunuzu bir an tahayyül edip hissedebileceğiniz gerginliği verebilen bir film olma özelliğini taşıyor. sırf bunun için bile birden fazla sefer izlemeye değer olduğunu düşünüyorum.

    --- spoiler ---

    ancak filmde supertramp'in hayat ve seyahat gayesinin sadece toplum düzeninden ve bunun beraberinde getirdiği diktelerden kaçış olarak anlamak an meselesiydi. oysa ki hikayede sosyal hayatın yarattığı yapaylığa ve toplumsal düzenin imaj korumacı sosyal alışkanlıklarına ve sonucunda ortaya çıkan sevgisizliğe fevkalade bir gönderme söz konusu. filmin başında geçen lord byron dizelerindeki "insanları severim, ama doğayı daha çok severim" düşüncesinden yola çıkarak yaban hayatla başbaşa kalış ve sonrasında gelecek olan mutlak yalnızlık hissini arayış ve bunun getireceği yaşamaya güven beklentisi var.

    tüm bunları aralara sıkıştırıp da her şeyi bırakıp gitme isteği'nin tezahürüyle hareket eden maceracı bir gençmişcesine karakterin işlenmesi biraz kanıma dokundu bana ne oluyorsa. insanların ona verebileceği sevgiden fazlasını veya yalınını doğada bulma arzusunu daha belirgin görmek isterdim (bkz: into the wild/@fluorescein).

    "sadece yaşamak" ... niyetinin bu olduğunu söylüyor filmin bir yerinde. fakat kendini getirdiği son noktada yaşamak supertramp için sadece nefes almak ve karnını doyurmak oluyor. 16 yaşındaki hippi kızımızda gördüğü ışıltıyı da elinin tersiyle itiyor ve aklımdan atamadığım bir sahnede de yaşlı amcamızın (adını unuttum karakterin) kendisini evlat edinme talebini kibarca geri çeviriyor belki de arayışlarında hedeften şaşmamak için. saygı duydum. birileri sürekli ona bağlanma isteğiyle etrafında gezerken onun yalnızlık beklentisi ve yine de en mutlu anlarının insanlarla paylaştığı zamanlar olarak gösterilmesi de çelişkilerin en büyüğü oluyor belki karaktere dair.

    filmin sonunda ölüm korkusuyla kitabına işlediği mutluluğun paylaştıkça anlam teşkil ettiğini ifade eden cümlesi, karaktere dair çizilen profili sarsıyor gibi görünse de supertramp çelişkileri, korkuları, ahkamlarıyla fazlasıyla gerçek bir insan. karakteri tutarsız gösteren sadece yönetmen değil kanımca, insan oluşu bunun için yeterli bir sebep.

    --- spoiler ---

    sonuç şu ki üzerine konuşulmaya değer çok güzel bir film.
  • görüntüler o kadar güzel ki izledikten sonra chris gibi yollara düşmek geliyor insanın içinden...
  • hepimizin ara ara içinden geçirdiği ama belki kendine bile itiraf edemediği, edemeyeceği cinsten duygulara iniyor bu film..

    yıllardır içimizde büyüttüğümüz bir istek, bir kıvılcım: ailenin bizden istediği üniversite diplomasını onlara hediye edip insanların en büyük ilham kaynağı ve hayal gücünün sınırı olan "doğa"yı keşfetmek; ona, mümkün olan en "doğal" şekilde dönmek. işte bu film, içimizdeki bu isteği her dakikasında, her saniyesinde sertçe kamçıladı. bu kadar etkili olmasının en büyük sebeplerinden biri de gerçek bir hikayeden yola çıkılarak yapılmış olması. yani, içimizdeki kıvılcımın ateşe dönüşebileceğine büyük bir kanıt teşkil etmesi...

    filmin her şeyden öte insanı düşündürme boyutunda gayet başarılı olduğunu düşünüyorum. izleyeli günler oluyor.. ama mutlaka bir yerden filmi düşünmeye başladığımı farkediyorum.. film düşündürücü çünkü gerek toplum ve içinde bulunulan düzeni, gerek hayatınızın geri kalanında nasıl yaşamak istediğinizi, ait olduğunuz yerin aslına şu an bulunduğunuz nokta olup olmadığını vs. düşünüyorsunuz. bazen de yabancı olduğunuz insanların hayatlarına -çok ufak da olsa- etki ettiğinizde, yaşamın anlamına biraz olsun yaklaşabildiğiniz akla geliyor.

    bunları filmi izlerken de düşünüyorsunuz, izledikten sonra da....

    ve farkına varıyorsunuz: insan yıllar yılı inandığı şey uğruna ölüyorken, pişman olmak için bile artık çok geç olduğu bir anda, inandığı şeylerin aslında yanlış olduğunu anlayabiliyor...

    özgürlüğün ne demek olduğunu sorgulatan, garip, felsefi.. özgürlük gerçekten ne demektir? gerçekten özgür olmak çok mu zordur, çok mu imkansızdır, çok mu ulaşılmazdır, gerçekten özgür olabilmek için çok mu yalnız olmak gerekir çok mu acı çekmek çok mu sevinmek çok mu düşünmek çok mu sorgulamak gerekir? ve daha onlarcası...

    "özgürlük, mutluluk, acı ve dünya üzerindeki herhangi bir duygu sadece paylaşıldığında gerçektir."

    izlenmesi gereken filmlerden..
  • izleyenlerine aslında medeniyet denen şeyin ne derece elzem olduğunu gösteren bir filmdir. insanın doğaya christopher mccandless ın deneyimlediği ve bu filmde gözümüze sokulduğu şekliyle ıstırap çekerek dönmeye çalışmasının, temelinde tüm bu tavrın ne denli yanlış bir bakış açısının ürünü olduğunu görmeye çalışan gözlere çok iyi ve çarpıcı bir şekilde gösterdiğini söyleyebiliriz.

    medeniyetten uzaklaşmanın insana bir getirisi zaten yok. zira medeniyet, insanın doğa ile anlaşmasının akılcı ve insana özgü bir ürünüdür. insan, mccandless gibi avcılıkla -ve bunu hemen hemen en ilkel şekliyle yaparak- hayvan iç güdüleriyle ayakta durmaya çalışarak, yani ilkelleşerek, hayvan yaşamına neredeyse eşdeğer şekilde doğada varlığını sürdüremez. çünkü filmde de gördüğümüz gibi hayvanlar bunu bizden çok daha iyi ve "vahşi" bir şekilde becerebiliyor.

    insanlık, aklıyla geldiği bugünleri, doğadan uzaklaşma ya da doğaya ihanet olarak görmemeli kesinlikle. ona zarar vermedikten sonra insana yaraşacak, insanın üzerine oturacak en uygun yaşam tarzını ilerleyerek bulacağız zaten. alaskalara gidip acı çekmeye hiç gerek yok. yapmayın etmeyin gençler. (evet bu filmi yeni izleyen siz final haftasındaki gençlere diyorum. oturun çalışın olm.)
  • okuldan mezun olduğum gün yapmayı çok istediğim eylemin yapıldığı hadisenin bulunduğu filmdir.
  • --- spoiler icerebilir ---

    yapimciligini ve yonetmenligini sean penn'in yaptigi 2007 yapimi muhtesem film. basrollerinde the girl next door'dan tanidigimiz emile hirsch, william hurt ve marcia gay harden yer aliyor. emile hirsch alaska'nin goz alici doga manzaralariyla bezenmis bu filmdeki ustun performansiyla 2007 mill valley en iyi oyuncu odulunu; film, 2007 sao paulo izleyici ozel odulunu, 2007 roma gala odulunu, 2007 newyork gotham en iyi film odulunu; filmin sizi kendinizden geciren soundtracklerine imza atan eddie vedder 2008 altin kure en iyi sarki odulunu; sean penn ise 2008 palm springs en iyi yonetmen odulunu almaya hak kazandi. toplamda grammy, altin kure ve oscar dahil olmak uzere bircok yarismada 23 ayri dalda odule aday gosterildi.

    film ustun basarisinin ve uluslararasi odullerinin ardindan 27 istanbul uluslararasi film festivali'nin listesinde yerini aldi ve 3 ayri seansinin biletleri, satisa ciktiginin 2. gununde tamamiyle tukendi. galasi yapilacak the other boleyn girl ile beraber neredeyse en cok ilgiyi ceken film oldu ve 9 nisan 2008 carsamba gunu beyoglu emek sinemasi'ndaki ilk seansinda sinemaseverlerin karsisina cikti.

    ciddi anlamda etkilendigim bir film oldugunu itiraf etmeliyim. ozellikle dopdolu bir salonda, sinema istahlari olabildigince kabarik bir kitleyle izlemek buyuk keyifti. yer yer hep beraber kahkahalara bogulduk, yer yer bircok insanin gozunden yas geldi. 2 yil alaska'nin el degmemis dogal ortusune canli taniklik etmis biri olarak soyleyebilirim ki filmdeki kareler gercekten buyuleyici. sean penn uzeri karla kapli daglari, gurul gurul akan irmaklari, muhtesem yesil ortuyu o denli guzel yansitmis ki filme, kendinizi orada hissetmek, o topraga dokunmak istiyorsunuz filmin bircok aninda. bu mehtesem manzaralar pearl jam'in harika sesi eddie vedder imzali muziklerle birlesince 2 saat oylesine guzel akip gidiyor ki ara olmamasindan rahatsizlik duymuyorsunuz. gel gelelim bas karakter superberdus'un islenen hikayesine. monoton ama bir o kadar da basarili bir teenage yasami olan christopher sirtina dag cantasini alip raftingden, campinge binbir maceraya cebindeki paralari ve tum kimliklerini yakarak atilmadan once cok bodoslama daliyor bu hayale. sonunun ne olacagini dusunmeden, evi yolun kendisi olan gezginler gibi hareket ediyor. hikayesi cogu yerde yureginizi en derinden burkuyor, "helal olsun ben de istiyorum" gibi yorumlar yapiyorsunuz icinizden ama kimine gore de cok utopik bir yolculuk basladigi ve bana gore bitiremedigi. hikayenin gercekten yasanmis oldugunu bilmek ise bambaska hissettiriyor sinemasevere. gectigimiz yilin en basarili filmlerinden gercek bir ozgurluk hikayesi into the wild'i mutlaka bir yerlerden edinmenizi oneririm, sizi de mutlaka bir yerlerden yakalayacaktir..

    --- spoiler icerebilir ---

    cok etkilendigim birkac alinti

    "ucra ormanlarda bir haz vardir;
    issiz kiyilarda mest olurum;
    kimsenin rahatsiz etmedigi bir cevre vardir,
    derin denizlerde ve ugultusunda bir sarki vardir
    insani daha az sevmem ama
    dogayi ondan cok severim..."

    lord byron

    "gercek mutluluk sadece paylasilarak yasanir."

    "leave it to me as i find a way to be..."

    "all my destinations will accept the one that's me"

    "ya yüzümde bir gülümsemeyle kollarınıza koşuyor olsaydım o zaman siz de benim şu anda gördüklerimi görür müydünüz?"

    "farkettim ki sözcükler artık düşüncelerim için daha az anlam ifade ediyordu."

    "...onu böyle sürükleyen asilik ya da kızgınlıktan daha başka bir şey olduğunu hatırlamama yardımcı oldu."

    "ve yine, hayatta güçlü olmanın çok gerekli değil fakat kendini güçlü hissetmenin önemli olduğunu, en azından bir kere bile olsa kendini tartmanın, bir kere bile olsa kendini, insanın en antik koşullarının içerisinde bulmanın, ellerinizden ve kafanızdan başka size yardım edecek bir şey olmadan kör ve sağır taşla tek başına yüzleşmenin gerektiğini, biliyorum."

    now i walk into the wild, an ultimate freedom in alaska...
  • özgürlüğü elde etmek adına insanı kamçılayan mükemmel film. keşkeleri uyandırsa da, insanın içinde uzaklara gidebilmek için bile izlenesi, müzikleri ise her daim dinlenesi şaheser. biraz cesaretle belki aynı yolda yürünmese de insanlığın temel ihtiyaçlardan ziyade yaşamadığını gösteren, her karede yeni bir şey öğreten film.
  • seyrettikten sonra üzerine konuşturan rahatsız edici bir film.

    kaçmak, tüm bu olanlardan uzaklaşmak istemek her ergenin aklına gelen şeyler. ama çoğu kez akla geldiği şekliyle kalır. kimse bu güdünün üstüne gitmek istemez. istermiş gibi görünür çünkü bu kendisini diğer insanlara prensipli biriymiş gibi gösterir. özellikle içkili ortamlarda çok vardı böyle "gidicem buralardan adamları"ndan. üç tane birayı arka arkaya yuvarladıklarında gitmedikleri ülke, yapmadıkları çılgınlık kalmaz. hele bir de karşılarında güzelce bir kız varsa...

    işte bu sean penn filmi tüm bu goygoycu tayfaya ders olarak gösterilmesi gereken bir film. gitmenin üç bira sonrası fantezisinin ötesinde bir yaşam biçimi olduğunu, o güdülenmenin daha doğuştan insana işlendiğini göstermesi açısından gösterilmeli bu tayfaya. çünkü gitmek, gavurun transportation dediğinden çok daha başka. kullandıklarının seni kullanmaya başladığını anladığın anda başlıyor belki de. yani o 3 birayı içip 5 lira da bahşiş bırakıp nevizade'den çıkmak değil. o parayı hayatından çıkardığında, senden habersiz sana konan isimden bile kurtulmak istediğinde özgürsün belki de.

    ama öyle bir an var ki dönmek istiyorsun. o da sosyal varlıklar olmanın getirdiği bir bağımlılık maalesef ki. bir ayının bile seninle muhattap olmaması kadar acı bir durum da yoktur herhalde hayatta. ( filmi seyredenler hatırlayacaklar o sahneyi ) bu acıyı yaşamaya hazırsan gidebilirsin ancak.

    ve işte işin en acı tarafı. ölmek üzereyken yaşadığın tüm bu mutluluğun aslında yalan olduğunu, mutluluk denen zıkkımın paylaşılınca bir halta benzeyeceğini anlamak.

    ölümden daha beter bir durum varsa o da budur sanırım.

    işte bunları düşündüren sean penn filmi. seyredin.
  • gece gece ağlatan film olmuştur.ne desek boştur bundan sonra.
  • genel olarak çok beğenilmesine rağmen , bir türlü beğenemediğim film. felsefik göndermeler , alt metinler vs ... bununla ilgili yüzlerce şey anlatabilir insanlar saygım var. film olarak , sinematografik olarak başarısız buldum. sean penn bence sadece oyunculuk yapmalı.
hesabın var mı? giriş yap